İran’da rejim mi değişiyor?

  • GİRİŞ20.06.2025 09:15
  • GÜNCELLEME20.06.2025 11:20

Uluslararası sistemin üzerinde yükseldiği en temel prensiplerden biri şudur: Her halk, kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu ilke, yalnızca Birleşmiş Milletler Şartı’nın bir taahhüdü değil; aynı zamanda tarih boyunca emperyalizme, tahakküme ve vekâlet savaşlarına karşı verilen mücadelenin meşru zeminidir. Egemenliğin, dış güçlerin müdahaleleriyle değil; halkın kendi iradesiyle inşa edilmesi gerektiği yönündeki bu evrensel ilke, özellikle Batı Asya gibi jeopolitik çatışmaların odağındaki bölgelerde daha da yaşamsal hâle gelmiştir.

İran’a yönelik son dönemde artan dış müdahale söylemleri ve özellikle İsrail’in doğrudan askeri saldırılarla ülkenin iç dinamiklerini şekillendirmeye yönelik hamleleri, bu ilkenin bir kez daha sınandığına işaret ediyor. Bir ülkenin rejimini tartışmak başka, o rejimi dışarıdan zorla değiştirmeye kalkışmak bambaşka bir şeydir. Zira tarih bize şunu açıkça göstermiştir: Dış müdahale ile gelen her “kurtarıcı” güç, geride parçalanmış devlet yapıları, derinleşmiş toplumsal kutuplaşmalar ve onarılması güç travmalar bırakmıştır. Irak, Libya ve Suriye örnekleri hâlâ hafızalarımızda tazeliğini korurken, benzer bir senaryonun İran’da sahnelenmesi sadece o ülkenin değil, tüm bölgenin istikrarını dinamitleyecektir.

İsrail’in Hava Saldırıları: Amacı Ne?

13 Haziran 2025’te İsrail’in İran’a yönelik başlattığı geniş çaplı hava saldırıları, askeri bir taktik olmaktan çok, stratejik bir mesaj içermektedir. Operasyonun yalnızca İran’ın nükleer altyapısını hedef aldığı iddiaları, saldırıların coğrafi genişliği ve hedef çeşitliliği göz önüne alındığında ikna edici değildir. Tahran, İsfahan ve Natanz gibi şehirlerdeki hassas askeri ve sivil altyapıların eşzamanlı hedef alınması, bu operasyonun yalnızca bir caydırma hamlesi değil; aynı zamanda İran’ın siyasi ve askeri belkemiğini kırmaya yönelik bir rejim zayıflatma stratejisi olduğunu düşündürmektedir.

İsrail’in son saldırılarında sadece nükleer tesisler değil, Devrim Muhafızları’na ait karargâhlar, hava savunma bataryaları, insansız hava aracı üretim merkezleri ve bazı iletişim altyapıları da hedef alınmıştır. Bu saldırıların bir kısmında İran Silahlı Kuvvetleri’nin üst düzey isimlerinin hayatını kaybettiği uluslararası basında geniş şekilde yer bulmuştur. Bu durum, İsrail’in hedeflerinin salt askeri değil, aynı zamanda psikolojik ve siyasal olduğuna işaret etmektedir: İran’ın iç bütünlüğünü ve yönetim iradesini yıpratmak.

Netanyahu hükümeti, bu saldırıların meşruiyetini “İran’ın nükleer tehdidine karşı önleyici savunma” söylemiyle temellendirse de, yapılan açıklamalar bu söylemin çok ötesine geçmektedir. Bizzat Netanyahu’nun İran halkına doğrudan çağrı yaparak “rejime karşı ayağa kalkın” demesi, bu saldırıların bir tür rejim değişikliği mühendisliği içerdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, İsrail’in yürüttüğü askeri harekât, klasik bir caydırıcılıktan ziyade, siyasi sonuç üretmeye dönük bir hibrit savaş stratejisi olarak okunmalıdır.

Burada altı çizilmesi gereken nokta şudur: Rejimin zayıflaması, otomatik olarak halkın özgürleşmesi anlamına gelmez. Bilakis, dış müdahaleyle zayıflatılan rejimlerin yerini dolduran yapılar, çoğu zaman halkın iradesini değil, müdahaleci güçlerin çıkarlarını temsil eder. İsrail’in hava saldırılarıyla zemin hazırlamaya çalıştığı siyasal boşluğun, İran halkının değil; dış destekli muhaliflerin ve çıkar odaklarının doldurması ihtimali, bu müdahalenin asıl niyetine dair güçlü bir işaret sunmaktadır.

Askerî Etki ve Bölgesel Riskler

Hava saldırıları, teknik kabiliyetin ötesinde askeri psikolojiye ve algı üstünlüğüne yönelik bir harekât olarak dikkat çekiyor. Operasyonda F35I Adir tipi beşinci nesil savaş uçakları, elektronik harp destekli drone sürüleri ve siber saldırı unsurları eş zamanlı olarak kullanıldı. Saldırının ilk saatlerinde İran’ın başta Khordad-15 hava savunma sistemi olmak üzere birçok radar ve füze bataryası etkisiz hale getirildi. Bu durum, İran’ın savunma zırhının ciddi biçimde delindiğini ve ülkenin hava sahasının dış müdahalelere açık hâle geldiğini gösteriyor.

Ancak mesele sadece İsrail’in İran’a nüfuz kabiliyetiyle sınırlı değil. İran’ın cevabı da bir o kadar dikkat çekici oldu: Yüzlerce balistik füze ve kamikaze drone, başta Hayfa ve Tel Aviv olmak üzere İsrail şehirlerini hedef aldı. Bu karşılıkta sivil kayıpların yaşandığına dair bilgiler, krizin büyüme potansiyeline işaret ediyor. İran’ın füze kabiliyetinin halen devrede olması, İsrail’in sınırlı bir hava üstünlüğü kurduğunu ancak kesin bir zafer sağlayamadığını gösteriyor.

Bölgesel düzeyde ise bu çatışma, Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi gibi enerji rotalarında büyük belirsizlik yaratmıştır. Ham petrol fiyatlarında yaşanan ani artış, Körfez ülkelerinin hava savunmalarını alarma geçirmesi ve Lübnan üzerinden Hizbullah’ın sahaya sürülmesi ihtimali, bu gerilimin salt iki ülkeyle sınırlı kalmayacağını göstermektedir. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi aktörler de bu denklemde ya dolaylı ya da doğrudan risk altındadır.

Üstelik bu askeri gerilim sadece bölge ülkeleriyle sınırlı kalmayabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak ve Körfez’deki üslerine yönelik olası misillemeler, NATO ile Rusya arasında yeni bir nüfuz mücadelesini tetikleyebilir. Çin’in enerji güvenliğini tehdit eden bu kriz, Doğu Asya’nın da dikkatini çekmiş durumda. Dolayısıyla, İran-İsrail çatışmasının tetiklediği bu gelişmeler, Soğuk Savaş sonrası dönemin en büyük bölgesel savaş risklerinden biri olarak tarihe geçebilir.

Bu koşullar altında sormamız gereken soru açıktır: Eğer bu çatışma, bölgesel istikrara katkı sunmayacak ve halkların güvenliğini tehdit edecekse, kim için ve ne uğruna yürütülmektedir?

Rejim Değişikliği: İsrail’in Gerçek Hedefi mi?

İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının yalnızca bir nükleer caydırıcılık politikasının ürünü olduğunu düşünmek, gelişmeleri fazlasıyla dar bir çerçevede okumaktır. Elbette İran’ın nükleer programı bölgesel güvenlik açısından kaygı verici unsurlar içermektedir. Ancak İsrail’in son aylarda hem diplomatik söylemlerinde hem de askeri hedef seçimlerinde sergilediği yönelim, bu çatışmanın daha derin ve siyasi bir amacı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: Rejim değişikliği.

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun son açıklamalarında kullandığı dil, salt bir savunma refleksinden çok, doğrudan bir devrim çağrısını andırmaktadır. İran halkına “zulme karşı ayaklanma” çağrısı yapan Netanyahu, rejimin çökertilmesini açık biçimde dile getirerek, doğrudan iç muhalefeti teşvik eden bir dil kullanmıştır. Bu tür beyanlar, Batı’nın 2000’li yıllarda Irak ve Libya’da benimsediği "özgürleştirici müdahale" söylemini çağrıştırmakta ve müdahalenin insani gerekçelerle değil, jeopolitik çıkarlarla yürütüldüğünü açık etmektedir.

Rejim değişikliği stratejisi, doğrudan askeri müdahale ile sınırlı değildir. Medya propagandası, siber operasyonlar, sürgündeki muhalif yapıların desteklenmesi ve uluslararası kamuoyunun yönlendirilmesi gibi çok katmanlı bir hibrit savaş stratejisi işletilmektedir. Bu bağlamda, İsrail’in askeri saldırılarını, aynı zamanda bir psikolojik yıpratma ve sosyal çözülme sürecine zemin hazırlama çabası olarak da değerlendirmek gerekir.

Ne var ki, tarihin öğrettiği bir gerçek vardır: Rejim dışarıdan devrilemez, halkın iradesi olmadan hiçbir siyasi dönüşüm kalıcı meşruiyet kazanamaz. İran’daki mevcut rejim, iç dinamiklerle değişmeden, dışarıdan kurulacak hiçbir düzen halkın gerçek iradesini temsil edemez. İsrail’in hedeflediği rejim değişikliği, eğer halkın onayı ve iradesiyle şekillenmiyorsa, bu sadece bir güç mühendisliğidir, halkın kaderini gasp etmektir.

Sürgündeki Muhalifler: Meşruiyet ve Gerilim

Her rejimin bir muhalefeti vardır; bu doğaldır. Fakat sürgündeki muhalefetin, dış müdahaleyle ülkeye dönme hayali kurduğu noktada meşruiyet çizgisi bulanıklaşır. İran’da 1979 İslam Devrimi’nin ardından yurt dışına kaçan monarşi yanlısı çevreler ve özellikle Pehlevi hanedanının veliahtı Reza Pehlevi, son dönemde İsrail’in saldırılarının ardından kendini yeniden İran’ın sözde lideri olarak lanse etme çabasına girmiştir. Pehlevi’nin sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamalar, halkı mevcut rejime karşı ayaklanmaya çağıran ama aynı zamanda bu ayaklanmanın dış askeri müdahaleyle desteklenmesini ima eden bir çizgiye oturmuştur.

Bu tür bir söylem, siyasi etik açısından ciddi sorunlar barındırmaktadır. Sürgündeki bir figür, halktan kopuk bir yaşam sürerken, dış güçlerin desteğiyle iktidar talep ettiğinde, bu talep meşru olmaktan çıkar, aracı bir rolün gölgesinde kalır. Unutulmamalıdır ki, meşruiyet yalnızca geçmiş soybağından ya da mağduriyet hikâyesinden değil, halkın rızasından doğar. Reza Pehlevi'nin açıklamaları bu açıdan bir gerçeği yansıtmak yerine bir yanılsamaya dayanır: sanki İran halkı, Pehlevi hanedanını özlemle beklemekteymiş gibi davranmak, politik bir seraptır.

Tarih bize gösterdi ki, sürgünde şekillenen her “kurtarıcı” figür, ülkeye geri döndüğünde halkın değil; kendisini iktidara taşıyan güçlerin beklentilerini karşılamak zorunda kalır. Irak’ta Ahmed Çelebi örneği hafızalardadır: sürgünde hazırlanıp ABD işgaliyle ülkeye dönen bu figür, kısa sürede halktan değil, işgal kuvvetlerinden medet uman bir yönetim biçiminin parçası hâline gelmiştir. İran özelinde Rıza Pehlevi'nin pozisyonu da benzer bir hat üzerinde ilerlemektedir. İsrail’in kayığında, Batı medyasının ilgisiyle sarhoş edilmiş bir “muhalif krallık” hayali, yalnızca İran halkına değil, bölgesel barışa da ciddi zararlar verme potansiyeli taşımaktadır.

“Sanma şahım, herkesi sen sadıkâne yâr olur...” diyen bir sesleniş vardır; çünkü halk, hakikati görür. Onlarca yıl ülkesinden uzak kalmış, yabancı başkentlerde şekillenen bir irade, ne kadar millî görünümlü söylemler üretirse üretsin, gerçek halk iradesini temsil etmez. Rejimlerin meşruiyeti iç iradeye dayanmalı, halkın kararıyla şekillenmeli; ne tanklarla gelen dış destekle ne de hanedan nostaljileriyle inşa edilmelidir.

İlkesel ve Eleştirel Bir Perspektif: “En Kötü Rejim Bile...”

İran’daki mevcut rejim, haklı olarak birçok yönden ağır eleştirilere konu olmaktadır. İfade özgürlüğünün bastırılması, kadınların temel haklardan mahrum bırakılması, etnik azınlıklara yönelik ayrımcı uygulamalar ve siyasetin mezhepsel vesayet altında şekillenmesi gibi unsurlar, rejimin halkın ihtiyaçları ve çağın gerekleriyle derin bir çatışma içinde olduğunu göstermektedir. Bu gerçeklerin üzerini örtmek, mazlumun sesine sağır kalmak olur. Ancak bir başka hakikati de aynı açıklıkla vurgulamak gerekir: Dış müdahale ile kurulan her rejim, en kötü iç rejimden daha yıkıcı sonuçlar doğurur.

Irak örneği hâlâ gözümüzün önündedir. Saddam Hüseyin, despot bir liderdi; ancak onun devrilmesinden sonra gelen düzen, sadece devleti değil, toplumu da çözülmeye uğrattı. Mezhep savaşları, işgal ordularının karargâhları, etnik temelli bölünmeler ve yıllarca süren terör sarmalı, Irak halkının ödediği ağır bir bedeldi. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, özgürlüğün değil, kabile savaşlarının, göç krizlerinin ve bölünmüş hükümetlerin önünü açtı. Suriye’de ise dış destekli vekil grupların çatışmaları, milyonlarca insanı yerinden etti, ülkenin kimliğini ve geleceğini belirsizliğe sürükledi. 

Bu topraklarda, ister İran olsun ister Irak, ister başka bir yer, istikrarın ve meşruiyetin yegâne kaynağı halkın iradesidir. O irade bastırıldığında hakikate karşı çıkılmış olur; ama o iradeyi dışarıdan yönlendirmeye çalıştığınızda da halkın özne olma hakkını gasp etmiş olursunuz. İran’da reform olabilir, dönüşüm yaşanabilir, halk değişim talep edebilir. Ne var ki bu değişim, ancak içeriden, kendi sosyolojik ve tarihsel dinamikleriyle şekillenirse kalıcı ve saygın olur.

Velhasıl, “en kötü rejim” eleştirilmeli; ama o rejimi dışarıdan değiştirmek isteyenlerin “en iyi dost” maskesi altındaki hesapları çok daha dikkatle sorgulanmalıdır. Çünkü bir milletin onuru, sadece neye karşı olduğu değil, neyle değiştirilmesine izin vermediği yerde sınanır.

Cihad İslam YILMAZ

Yorumlar5

  • Mehmet çelebi 8 saat önce Şikayet Et
    Çok güzel analizler, kaleminize sağlık. Allah israil ve yardakçılarına fırsat vermesin
    Cevapla
  • osmanlı torunu. 10 saat önce Şikayet Et
    amerika ve it,rail çevresinde tehlike olarak gördüğü her devlete saldırmıştır ırak lideri saddam hüseyin gibi, libya lideri, kaddafi gibi mısır lideri mursi gibi ne kadar kendine düşman olarak lider gördüyse hepsini öldürdü şimdi sırada iran lideri var TÜRKİYE nin lideri recep tayyip erdoğanı onlarca kez öldürmeye çalıştı fakat başarılı olamadılar.
    Cevapla
  • O s m a n K A Y A 10 saat önce Şikayet Et
    Bütün kafirlerin hep birlikte hareket ederek yapmak istedikleri, rejimi zorla değiştirmek, içerde iç savaş çıkarmak, desteklediği hainler eliyle bölgeyi kontrol etmek, kullanacakları silahların parasını da , yine kontrola aldıkları suudi ve körfez ülkelerine ödetmek.
    Cevapla
  • German 50 10 saat önce Şikayet Et
    Bizdede denendi 15 Temuz
    Cevapla
  • eflatun 12 saat önce Şikayet Et
    Türkiyedeki tüm stratejik mevkiler yer altına çekilmeli bilinmez hale dönüştürülmeli diye düşünüyorum
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat