İran-İsrail ateşkesinin jeopolitiği

  • GİRİŞ27.06.2025 09:47
  • GÜNCELLEME27.06.2025 09:47

13 Haziran tarihinde İsrail ile İran arasında yaşanan ve kısa sürede ateşkesle sonuçlanan askeri çatışma, geleneksel savaş kavramlarını aşan bir stratejik kurgunun habercisidir. Burada karşımıza çıkan durum, yalnızca fiziksel anlamda bir çatışma değil; aynı zamanda algı inşasına dayalı kontrollü bir güvenlik senaryosudur. Taraflar, sınırlı ama yüksek etkili askeri hareketlilikle hem iç kamuoylarını konsolide etmeyi hem de uluslararası aktörleri belli çizgilerde pozisyon almaya zorlamayı hedeflemişlerdir.

Bu tür çatışmalar, literatürde giderek daha fazla karşılık bulan “kontrollü çatışma doktrini” kapsamında değerlendirilebilir. Bu doktrin, aktörlerin topyekûn bir savaş hedeflemeksizin, belirli politik veya diplomatik sonuçlar elde etmek üzere başlattıkları sınırlı askeri eylemleri ifade eder. İsrail’in, İran’ın nükleer altyapısına yönelik “cerrahi” saldırıları ve İran’ın El-Udeyd Hava Üssü’ne yönelik misillemesi, doğrudan sonuç alma amacından çok, mesaj verme işlevi taşımaktadır. Buradaki temel amaç; müzakere masasındaki konumunu güçlendirmek, caydırıcılık kapasitesini yeniden teyit etmek ve iç kamuoyuna kararlılık mesajı iletmektir.

Bu çatışma sürecinde özellikle medya kullanımı ve söylem mühendisliği dikkat çekicidir. İsrail Başbakanı Netanyahu, operasyonları “önleyici savunma hamlesi” olarak tanımlarken; İran dini lideri Hamaney, saldırılara karşılık verilmesini “İslami direnişin kararlılığı” olarak çerçevelemiştir. Her iki lider de gerçek anlamda askeri üstünlükten çok, toplumsal meşruiyeti yeniden üretmeye odaklanmıştır. Bu noktada çatışmalar, askeri alandan çok psikolojik alanda kazanılmak istenmiştir.

Nihayetinde, sınırlı zamanlı bu çatışma süreci, uluslararası toplum nezdinde "gerçek savaş" ile "kontrollü gerilim" arasındaki sınırın ne kadar bulanıklaştığını göstermektedir. Bu da bize, modern dönemde savaşın yalnızca sahada değil, ekranlarda ve diplomasi masalarında da yürütüldüğünü; hatta bu alanların çoğu zaman sıcak çatışmanın önüne geçtiğini hatırlatmaktadır.

Asimetrik Caydırıcılık: Katar Hava Üssü Saldırısının Şifreleri

İran’ın Katar’daki El-Udeyd ABD Hava Üssü’ne gerçekleştirdiği füze saldırısı, geleneksel savaş stratejilerinin ötesinde çok katmanlı bir mesaj içermektedir. Bu saldırı, doğrudan hedef aldığı askeri varlıktan ziyade, oluşturduğu jeopolitik etki alanı ve taşıdığı asimetrik caydırıcılık işleviyle dikkat çekmiştir. İran rejimi, İsrail ile yürüttüğü çatışmanın sınırlarını bir anda Körfez'e ve hatta küresel güvenlik yapılarına taşıyarak, denklemi yalnızca ikili bir hesaplaşma olmaktan çıkarmıştır.

El-Udeyd Üssü, ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askeri platformudur ve Washington’un bölgeye dönük operasyonel kapasitesinin omurgasını oluşturur. İran’ın bu üsse füze göndermesi, askeri sonuçtan ziyade simgesel bir eşiği zorlamaya yöneliktir. Bu, doğrudan ABD'ye karşı yapılmış bir askeri hamle değil; bir uyarı, bir gözdağı ve aynı zamanda bir müzakere kartıdır. Bu saldırıdan sonra İran’ın açıklamaları “ABD ile doğrudan savaş istemiyoruz” çerçevesinde yapılandırılsa da, mesaj son derece netti: “Eğer baskıyı artırırsanız, elinizdeki bölgesel araçlar da güvenli değildir.”

Bu eylem aynı zamanda asimetrik caydırıcılığın tipik bir örneğidir. Konvansiyonel askeri güç dengelerinde dezavantajlı olan bir aktörün, simgesel değer taşıyan hedeflere sınırlı ama etkili saldırılarla psikolojik ve stratejik üstünlük sağlaması... İran burada doğrudan ABD ile çatışmaya girmeden, onu bölgedeki müttefikleri nezdinde zayıf göstermeyi ve İsrail üzerindeki Amerikan desteğini test etmeyi hedeflemiştir.

Saldırının yapıldığı yerin Katar olması da özel bir anlam taşır. Katar, bölge siyasetinde hem Batı’nın güvenlik ortağı hem de İran’a mesafeli ama dengeli bir ilişki yürüten bir aktördür. Bu nedenle El-Udeyd Üssü'ne yapılan saldırı, yalnızca ABD'ye değil, Körfez monarşilerine de bir uyarı niteliğindedir: “Savaş sadece sınırlarımızda kalmaz, sizin topraklarınıza da yayılır.” Böylece İran, bölgesel istikrarı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlamaya çalışmıştır.

Bu saldırıdan sonra Katar hava sahasını geçici olarak kapatmış, ABD ise saldırıya doğrudan askeri yanıt vermemiştir. Bu da İran'ın amacına ulaştığını göstermektedir: Tansiyonu yükseltmek ama tam ölçekli bir savaşı tetiklemeden caydırıcılığını hatırlatmak. Saldırı, aynı zamanda Hamaney rejiminin dış tehdidi içeride bir meşruiyet aracına dönüştürme stratejisinin de bir parçasıydı. İran kamuoyuna “yalnız değiliz, düşman kapımızda” mesajı verilmiş, rejim etrafındaki sosyal konsolidasyon artırılmıştır.

Rejimlerin Hayatta Kalma Stratejileri: Tehdit Üret, Direniş İnşa Et

Devletlerin, özellikle de otoriter eğilimli rejimlerin, krizleri ve çatışmaları yalnızca dış politikayla sınırlı görmemek gerekir. Çatışmalar aynı zamanda birer siyasal meşruiyet aracı, iç konsolidasyonun katalizörü ve rejim inşasının ideolojik gerekçesi haline gelebilir. İran ve İsrail arasında yaşanan kısa süreli ama yüksek yoğunluklu çatışma, bu bağlamda değerlendirildiğinde, her iki rejimin de varoluşsal meşruiyetlerini savaş tehdidi üzerinden yeniden üretme çabası olarak okunabilir.

İran'da Hamaney liderliğindeki rejim, yıllardır varlığını "kuşatma altındaki İslam Cumhuriyeti" söylemi üzerinden inşa etmektedir. Bu söylem, Batı'nın yaptırımları, İsrail tehdidi ve Körfez ülkeleriyle yaşanan gerilimler çerçevesinde sürekli güncellenmektedir. İsrail'le yaşanan bu son çatışma, Hamaney rejimi açısından içerideki muhalefeti bastırmak, ekonomik çöküşe rağmen kolektif sadakati diri tutmak ve “dış düşman” karşısında iç bütünlüğü artırmak için bulunmaz bir fırsat sunmuştur.

Saldırıların hemen ardından devlet televizyonunda yayınlanan propagandif görüntüler, dini liderin metanetli duruşu, devrim muhafızlarının “kahramanca” direnişi ve halkın sokaklara dökülerek rejime destek vermesi... Bunların her biri, kriz yönetiminin klasik araçlarıdır. Rejim, dış tehdidi sistematik bir biçimde içeride bir sadakat makinesi olarak kullanmakta; tehdidi üretmekte ve bu tehdide karşı direnişi bir ideolojik görev haline getirmektedir.

İsrail tarafında ise benzer bir konsolidasyon başka bir ideolojik zemin üzerinden inşa edilmiştir. Başbakan Binyamin Netanyahu, uzun yıllardır güvenlik siyasetini kendi siyasi bekasıyla iç içe geçirmiş bir figürdür. Yolsuzluk davaları, toplumsal kutuplaşmalar ve koalisyon krizleriyle sarsılan Netanyahu yönetimi, İran tehdidini yeniden gündeme taşıyarak hem kamuoyunun dikkatini dağıtmayı hem de kendi liderliğini bir kez daha “ulusal güvenliğin garantörü” olarak çerçevelemeyi başarmıştır.

İsrail toplumu, varoluşsal tehdit algısı yüksek bir kolektif hafızaya sahiptir. İran’a yönelik “önleyici saldırı” bu hafızayı harekete geçirmiş, kamuoyunun eleştirel enerjisi kısa sürede liderin arkasında birleşen bir psikolojiye dönüşmüştür. Netanyahu, bu süreci içerideki muhalefeti bastırmak ve İsrail Devleti’nin bekasının kendi liderliğiyle eş tutulduğu bir anlatı kurmak için ustaca kullanmıştır.

Her iki rejim de çatışmayı klasik anlamda bir güvenlik sorunu değil, rejim güvenliği meselesi olarak görmektedir. Rejim güvenliği ise çoğu zaman toplumun gerçek ihtiyaçlarından değil, elitlerin iktidarda kalma gereksinimlerinden beslenir. Bu noktada hem İsrail hem de İran’da, dış düşman karşısında liderin çevresinde kenetlenme refleksi üretilmiş, güvenlik dışı talepler bastırılmış ve toplumsal tartışmalar askıya alınmıştır.

Arabuluculuk, Müdahale ve Sessiz Ortaklar: Yeni Ortadoğu’nun Kırılgan Dengeleri

İran ve İsrail arasında yaşanan yüksek yoğunluklu çatışma, yalnızca iki devlet arasında cereyan eden bir savaş değil, aynı zamanda çok katmanlı bir bölgesel ve küresel müzakere süreciydi. Bu çatışmanın sona ermesinde resmi olarak açıklanan ateşkesin ardında, sadece tarafların yorulması ya da dengeye ulaşması değil; çok aktörlü, çok amaçlı ve çok düzlemli bir arabuluculuk sistemi yer almaktadır. Yeni Ortadoğu, artık savaş alanlarında değil; diplomasi masalarında, medya kanallarında ve finansal ilişkilerde şekillenmektedir. Bu yeni denklemde, arabulucular, müdahale edenler ve sessiz kalan ama etkili olan aktörler, savaşın yönünü ve barışın çerçevesini belirleyen başlıca güçler hâline gelmiştir.

Ateşkes görüşmelerinde kilit rolü oynayan Katar, yıllardır inşa ettiği "tarafsız ama etkili" diplomatik pozisyonunun meyvelerini toplamıştır. El-Udeyd Üssü’nün İran tarafından hedef alınmasına rağmen, Katar bu saldırıyı bölgesel istikrarı tehdit eden bir gelişme olarak çerçevelemiş ve tarafların doğrudan masaya oturmasını sağlayacak adımlar atmıştır. Doha, özellikle İran’ın hem güvendiği hem çekindiği bir başkent olması sebebiyle, sessiz güvenin diplomatik merkezi olmuştur.

Bu arabuluculuk, Katar’ın yalnızca enerji diplomasisiyle değil, medya (Al Jazeera), havacılık, insani yardım gibi yumuşak güç araçlarıyla kurduğu çok yönlü etkinliğin bir sonucudur. Katar, bu süreçte Ortadoğu’nun İsviçre’si gibi davranmış; hem ABD’ye hem İran’a eşit mesafede kalabilmiş nadir aktörlerden biri olarak sahneye çıkmıştır.

Resmi arabuluculukta adı ön plana çıkmasa da, Türkiye çatışmanın başladığı andan itibaren yumuşak güç ve istihbarat diplomasisi üzerinden süreci yönlendiren aktörlerden biri olmuştur. Ankara, hem Tahran ile doğrudan temas kurabilen az sayıdaki NATO ülkesi hükümetinden biri olması, hem de Tel Aviv ile son dönemde yeniden tesis edilen diplomatik ilişkiler sayesinde, iki tarafla da temas kurabilecek stratejik bir zemine sahipti.

Türkiye’nin bu süreçteki asıl başarısı, gölgedeki diplomasiyi ustaca yürütmesidir. Resmi açıklamaların çok ötesinde, Dışişleri ve MİT hattında yürütülen “arka kanal” diplomasisi, tarafların pozisyonlarını yumuşatma ve ateşkese hazırlama sürecine ciddi katkı sunmuştur. Bu, Türkiye’nin son dönemde dış politikada benimsediği pragmatik dengecilik anlayışının bir yansımasıdır.

Süreçte dikkat çeken bir diğer unsur ise Çin ve Rusya’nın doğrudan müdahil olmamakla birlikte, dengeleyici aktör olarak devreye girmeleridir. Çin, özellikle İran’a yönelik ABD baskısının artması hâlinde enerji hatlarının güvenliğini kaybetme riski karşısında, Tahran üzerindeki ekonomik nüfuzunu kullanarak ateşkes çağrısı yapmıştır. Rusya ise Suriye sahasındaki dolaylı varlığı nedeniyle İsrail’e dolaylı mesajlar iletmiş, çatışmanın Suriye üzerinden yayılmaması için uyarılarda bulunmuştur.

Her iki aktör de savaşın uzamasının küresel enerji piyasalarında yaratacağı belirsizlik nedeniyle tarafların gerilimi düşürmesini teşvik etmiştir. Böylece bu iki güç, sahada görünmeyen ama karar mekanizmalarında etkili olan sessiz ortaklar olarak devreye girmiştir.

ABD, özellikle El-Udeyd saldırısından sonra İran’a doğrudan karşılık vermeyerek çatışmanın tırmanmasını önledi. Bu, Trump yönetiminin savaşın bir Amerikan savaşı hâline gelmesini istememesinden kaynaklanıyordu. 

Cihad İslam YILMAZ

 

Yorumlar2

  • cahit 11 saat önce Şikayet Et
    Bu saldırılar dan bölge ülkelerinin çıkarması gereken çok dersler var İsrail hava gücü çok güçlü bölge ülkelerinin hiçbirinde bu güce tek başına baş edecek teknolejik silahlara hava savunma sistemlerine sahip değildir Türkiye nispeten daha iyi Türk savunma sistemlerine gelip ortak yatırımlarla bu silahları temine çalışmalılar
    Cevapla
  • toygar açıkalın 14 saat önce Şikayet Et
    islam dünyası uyanık olmalı her türlü gelişmelere karşı
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat