Şehitlerin mirası, terörsüz Türkiye’nin inşası
- GİRİŞ08.07.2025 08:38
- GÜNCELLEME09.07.2025 08:38
6 Temmuz 2025 sabahı, Pençe-Kilit Harekât bölgesinde görevli Mehmetçiklerden 12’si, 2022 yılında aynı bölgede şehit olan Üsteğmen Nuri Melih Bozkurt’un naaşını ararken mağara içerisinde metan gazına maruz kalarak şehit düştü.
Türk milleti için şehitlik sıradan bir kayıp değildir. Tarih boyunca, bir vatan parçasını yurt kılmak ile onu korumak arasında kanla çizilen o kutsal çizgide hep şehitler durmuştur. Fakat bu kez bu acının kalbinde başka bir sorumluluk yatmaktadır: Aynı bölgede, aynı amaçla, bir başka şehidimizin aziz naaşını ararken, 12 vatan evladını daha toprağa vermek; bize artık yalnızca mücadele değil, muhasebe zorunluluğu da dayatmaktadır.
Bu hadise, sadece geçmişin acılarını değil, geleceğin güvenlik mimarisini de şekillendirecek niteliktedir. Türkiye’nin 40 yılı aşkın süredir mücadele ettiği terör belasına karşı hem stratejik hem de ideolojik olarak üstünlük sağladığı bir eşiğe işaret etmektedir. PKK’nın silah bırakma sürecine girmesiyle birlikte doğan bu tarihî fırsat, sadece bir güvenlik başarısı değil; aynı zamanda devletin, milletin ve ordunun birlikte yeni bir barış düzeni inşa etme sorumluluğunu da beraberinde getirmiştir.
Sahadaki Gerçeklik: Mağaralar, Gaz ve Operasyonel Risk
Türkiye’nin teröre karşı yürüttüğü mücadele, yalnızca düşman unsurlarla değil; doğanın, coğrafyanın ve zamanın da zorlayıcı unsurlarıyla eş zamanlı bir savaşı temsil eder. Pençe-Kilit Harekât bölgesi olarak bilinen Irak’ın kuzeyindeki dağlık sahalar, terör örgütü PKK’nın yıllardır sığındığı, örgütsel yapısını ve silahlı varlığını tahkim ettiği zorlu arazi koşullarını barındırmaktadır. Bu alanlar, yalnızca taktiksel olarak avantajlı değil, aynı zamanda teknik olarak son derece tehlikelidir.
Şehitlerimizin can verdiği mağara, yalnızca bir doğa oluşumu değil; aynı zamanda terör örgütünün hem saklanma hem de çatışma anında tahkimat sağlama amacıyla kullandığı yapay olarak genişletilmiş ve tuzaklarla donatılmış bir savaş mekânıdır. 2022 yılında aynı bölgede şehit düşen Üsteğmen Nuri Melih Bozkurt’un naaşını ararken girilen bu mağaranın, o dönem PKK tarafından sözde bir “saha hastanesi” olarak kullanıldığı, örgüt içi belgelerden ve teknik keşiflerden bilinmektedir. Bu durum, yalnızca terörle mücadele açısından değil, sahada hâlâ süregelen risklerin boyutunu ortaya koyması açısından da kritiktir.
Metan, oksijenle yer değiştiren ve kokusuz olduğu için fark edilmesi zor olan bir gazdır. Doğal olarak oluşmasının yanı sıra, kapalı sistemlerde birikmesi, ani zehirlenmelere ve bilinç kaybına yol açabilir. Bu gibi durumlar, askeri operasyonlarda yalnızca çatışma değil, keşif, tahliye ve şehitlerin naaşlarını bulma gibi insani görevleri yerine getiren timler için de ölümcül riskler barındırır.
Söz konusu olayda kullanılan mağaranın yapısı, metan gazı oranlarının yüksekliği, giriş-çıkış planlarının koordinasyonu gibi unsurlar operasyonel planlamada yeni bir farkındalık düzeyini zorunlu kılmaktadır. Bu da bizi daha derin bir gerçekle yüzleştiriyor: Türkiye, sadece PKK’nın fiilen silah bırakmasıyla değil, onun geride bıraktığı yapısal, yeraltı ve psikolojik izlerle de mücadele etmek zorundadır. Bu izlerin başında, işte bu “ölüm mağaraları” gelmektedir.
Bu bağlamda, sahada karşılaşılan riskleri salt birer teknik detay olarak değil, gelecekteki askerî doktrinin şekillenmesine yön verecek uyarılar olarak okumak gerekir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin artık terörün bıraktığı enkazı temizlerken aynı anda kendi personelinin can güvenliğini, yüksek teknoloji, sahaya özel sensör sistemleri ve disiplinlerarası iş birlikleriyle yeniden inşa etmesi zaruridir.
Terörsüz Türkiye’nin İnşası: Devlet ve Toplum
Türkiye, 40 yılı aşkın bir süredir terörle mücadele ederken yalnızca topraklarını değil, toplumsal dokusunu, kolektif hafızasını ve gelecek tahayyülünü de bu mücadelenin parçası hâline getirmiştir. PKK terörü yalnızca bir güvenlik tehdidi değil; aynı zamanda toplumu kutuplaştıran, travmatize eden, kurumları yoran ve devleti sürekli tetikte tutan çok katmanlı bir yıpratma mekanizmasıdır. Bugün geldiğimiz noktada, eğer gerçekten terör örgütü sahadan çekiliyor, silahlar susuyor ve Türkiye yeni bir döneme giriyorsa, bu sadece bir güvenlik zaferi değil; aynı zamanda çok yönlü bir inşa sürecinin zorunlu başlangıcıdır.
Her büyük mücadele, bir “inşa iradesi” ile taçlandırılmazsa eksik kalır. Tıpkı Kurtuluş Savaşı’nın ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsallaşması gibi, terörle mücadelenin ardından da terörsüz bir Türkiye'nin kurumsal ve toplumsal altyapısı inşa edilmelidir. Bu süreç sadece güvenliğin devamı değil; aynı zamanda adaletin tesisi, toplumsal barışın onarılması ve travmaların rehabilitasyonu sürecidir.
Toplumsal ayağa bakıldığında ise, şehit ailelerinin ve gazilerin bu yeni sürecin merkezinde tutulması elzemdir. Çünkü bu mücadelede bedel ödeyenler, aynı zamanda ülkenin bu konuda en yüksek meşruiyet kaynağıdır. Şehit aileleri ve gaziler, sadece bir anma nesnesi değil; aynı zamanda terörsüz Türkiye’nin ahlaki teminatı olmalıdır. Onların acısı, ülkenin yol haritasına dönüşmelidir.
Ayrıca kolektif hafıza da yeniden şekillendirilmelidir. Şehitlerin isimleri sadece kışlalara değil, gelecek nesillerin vicdanına ve bilincine kazınmalıdır. 6 Temmuz’da metan gazıyla şehit olan 12 evladımız, yalnızca bir acı değil; bu ülkenin nasıl bir bedelle terörden kurtulduğunu gelecek kuşaklara anlatacak en çarpıcı gerçektir. Onların adı, okullarda, müfredatlarda, şehir hafızalarında yaşamalıdır. Çünkü bir milletin geleceği, neyi unutmamaya karar verdiğiyle doğrudan ilgilidir.
Bu noktada, devletin “unutmayan ama kin tutmayan”, “affeden ama unutmayan”, “kararlı ama merhametli” bir çizgide yürütmesi gereken ince strateji, hem içerideki bütünlüğü hem de dış dünyaya verilen mesajı belirleyecektir. Terörsüz Türkiye, sadece silahların sustuğu değil, yaraların sarıldığı bir ülke olduğunda mümkün olacaktır.
Fiili Silah Bırakma Süreci: Titiz Yönetim, Güvenlik ve Siyasi İrade
Türkiye'nin terörle mücadelesinde tarihi bir eşik, PKK'nın bu hafta silah bırakma sürecini fiilen başlatmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu süreç, salt sembolik bir adım değil, devletin tüm kurumlarının koordineli, titiz ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde yönettiği kapsamlı bir dönüşüm çabasıdır. Burada kritik olan, sürecin yalnızca güvenlik güçlerinin saha operasyonlarıyla sınırlı kalmayıp, siyasi iradenin ve istihbaratın da aktif denetimi altında yürütülmesidir.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), bu dönüşümün hem saha hem de stratejik boyutunda merkezi bir rol üstlenmektedir. MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın 1 Temmuz’da Kuzey Irak’ta, Zap ve Metina bölgelerinde yürüttüğü saha temasları, Hakkâri ve Çukurca’daki üslerde yaptığı incelemeler ve ardından Bağdat’a gerçekleştirdiği ziyaret, devletin silah bırakma sürecini her seviyede “hazır, tetikte ve şüpheyle” takip ettiğinin somut göstergesidir. Bu dikkat ve titizlik, PKK mensuplarının gerçek teslimiyetini anlamak ve sürecin meşruiyetini sağlamak adına vazgeçilmezdir.
Siyasi alanda ise, sürecin meşruiyet ve kamuoyunda karşılık bulması açısından önemli bir adım, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın DEM heyetini kabulüdür. Bu görüşmeler, terörle mücadelede yalnızca askerî değil, aynı zamanda siyasi ve diplomatik kanalların da etkin bir şekilde kullanıldığını göstermektedir. Erdoğan’ın, silah bırakma sürecinin MİT tarafından titizlikle izlendiği ve provokasyonlara kesinlikle müsaade edilmeyeceği yönündeki vurgusu, devletin kararlılığını ve sürece olan güvenini ortaya koymaktadır.
Ancak bu sürecin bir gösteriye veya propaganda malzemesine dönüşme riski de göz ardı edilmemelidir. Bu tür süreçlerde yaşanan manipülasyonlar, kamuoyunda güven bunalımına ve sürecin zedelenmesine yol açabilir. Dolayısıyla, devletin süreçle ilgili bilgileri “şeffaf ama manipülasyona kapalı” bir biçimde kamuoyuyla paylaşması zorunludur. Böylece hem sürecin şeffaflığı sağlanır hem de provokasyonların önüne geçilmiş olur.
Yorumlar3