Direnişin sosyolojisi, ihanetin anatomisi: 15 Temmuz’un 9. yılında devlet, toplum ve güvenlik

  • GİRİŞ15.07.2025 09:30
  • GÜNCELLEME16.07.2025 08:30

15 Temmuz 2016 gecesi, sadece bir darbe girişiminin değil, aynı zamanda Türk siyasal hayatında sivil siyasetin tarihsel olarak geçirdiği sınavlardan birinin zirve noktasına ulaştığı andı. Bu kalkışma, demokratik siyasetin kurumsal meşruiyetini hedef almanın ötesinde, doğrudan seçilmiş iradenin tasfiyesini ve anayasal düzenin askıya alınmasını amaçlamaktaydı. Bu yönüyle girişim, klasik askerî vesayet biçimlerinden farklı olarak, sivil kurumlara da içeriden sızmış, kılık değiştirmiş bir tehdidin eylemiydi.

Türkiye’de uzun yıllar boyunca devletin üzerinde dolaşan vesayet gölgesi, siyasi iradeyi kısıtlayan, millet iradesini şarta bağlayan ve çoğu zaman “milli güvenlik” gibi kavramların arkasına saklanarak sivil alanı daraltan bir pratik üretmiştir. Ancak 15 Temmuz, bu vesayet geleneğinin bir devamı olmaktan çok, onun radikalleşmiş ve gizli biçimde kurumsallaşmış bir türevidir. Çünkü bu girişim, sadece askeri bürokrasi içinden değil; yargı, emniyet, istihbarat ve sivil toplum kılıfı altındaki unsurlar aracılığıyla şekillendirilmiş bir iç organizasyonun sonucudur. Bu gerçeklik, siyasi kurumların krizi ne ölçüde yönettiği kadar, bu tehdidi önceden nasıl göremediği veya görmezden geldiği sorularını da gündeme getirmiştir.

Darbe girişimi aynı zamanda, Türkiye’deki yönetim modelinin dayanıklılığına ve dönüşüm kapasitesine dair de önemli ipuçları sunmuştur. 15 Temmuz sonrasında başlatılan yapısal reformlar ve 2017’deki anayasa değişikliğiyle geçilen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, bir yönüyle bu kriz anında yaşanan koordinasyon eksikliklerine karşı geliştirilen kurumsal refleksin ürünüdür. Yürütmenin merkezileştirilmesi, emir-komuta zincirinin sivilleştirilmesi ve güvenlik kararlarının hızlı alınabilir hâle getirilmesi, bu dönüşümün temel gerekçeleri arasında yer almıştır.

SOSYOLOJİK PERSPEKTİF: TOPLUMUN DİRENİŞ REFLEKSİ

15 Temmuz gecesi yaşananlar, yalnızca bir güvenlik krizi ya da siyasal kalkışma olarak değil, aynı zamanda benzersiz bir toplumsal seferberlik örneği olarak da değerlendirilmelidir. Türkiye tarihinde ilk kez halk, doğrudan ve kitlesel biçimde bir darbe girişimine karşı fiziki ve psikolojik direnç göstermiş; sokağa inerek siyasi düzenin asli sahibi olduğunu kanıtlamıştır. Bu durum, yalnızca spontane bir tepki değil, derin sosyolojik dinamiklerin harekete geçtiği bir kolektif bilinç uyanışı olarak yorumlanmalıdır.

Toplumun refleksi, yalnızca bireysel cesaret örnekleriyle değil, aynı zamanda kültürel kodlar ve dini-millî aidiyet duygusu üzerinden anlam kazanmıştır. Boğaziçi Köprüsü’nün, Kızılay Meydanı’nın, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin direniş mekânına dönüşmesi, sosyolojik olarak “vatan müdafası” kavramını yeniden üretmiştir. Bu mekânlar, sadece coğrafi konumlar değil; direnişin sembolik merkezleri hâline gelmiş, halkın meşruiyet ve aidiyet duygularının fiziki karşılıklarını temsil etmiştir.

Dahası, 15 Temmuz gecesi yaşananlar, modern sosyolojinin kriz anlarında toplumun nasıl örgütlendiğine dair klasik teorileri de yeniden düşündürmüştür. Durkheim’ın “kolektif bilinç” kavramı, bu bağlamda açıklayıcıdır: Bireyler, ortak bir tehdit karşısında “ben”den çıkarak “biz” hâline gelmiş; farklı ideolojik, mezhebi ve sınıfsal aidiyetler bir kenara bırakılarak ortak bir kimlik etrafında kenetlenilmiştir. Bu, kısa süreli de olsa “organik dayanışma”ya dayanan bir toplum modelinin görünürlük kazandığı bir andır.
Camilerden okunan selâlar, mahalli düzeyde yapılan organize çağrılar ve yerel kanaat önderlerinin seferber edici rolü, bireylerin harekete geçişinde itici güçler arasında yer almıştır. Bu unsurlar, modern devletin kurumsal reflekslerinin ötesinde, toplumun kendi kendini örgütleyebilme kapasitesini göstermiştir. Başka bir deyişle, kriz anında devletin değil, milletin refleksi zaman kazandırmış, bu da darbenin başarısız olmasında belirleyici olmuştur.

GÜVENLİK VE İSTİHBARAT BAĞLAMI: İÇ TEHDİT, KURUMSAL REFORM VE STRATEJİK YENİDEN YAPILANMA

15 Temmuz 2016, Türkiye'nin güvenlik paradigmasında köklü bir kırılma anıdır. Yalnızca bir darbe teşebbüsü değil, aynı zamanda bürokrasisinin içerden ele geçirilmesi ve devletin iç tehdit algısının yeniden tanımlanması anlamına gelir. FETÖ’nün gerçekleştirdiği bu kalkışma, sadece dışsal değil; içsel, gizlenmiş, sistemik ve kurumsal bir tehdidin ne derece tehlikeli olabileceğini göstermiştir. Bu anlamda 15 Temmuz, Türkiye’nin güvenlik literatürüne yeni kavramlar ve stratejik öncelikler kazandıran bir kırılma noktasıdır.

FETÖ yapılanması, klasik güvenlik tehditlerinin aksine, uzun soluklu ve çok katmanlı bir stratejiyle hareket etmiş; özellikle emniyet, yargı, eğitim ve silahlı kuvvetler gibi kritik kurumlardaki kadrolaşmalarıyla devletin reflekslerini zayıflatmayı başarmıştır. Bu yapı, görünürde sivil, dini temelli ve eğitim odaklı bir cemaat olarak algılanırken, gerçekte örtülü bir istihbarat yapılanması gibi çalışmış; kriptografik bir organizasyon mimarisiyle hareket ederek devletin iç dokusuna nüfuz etmiştir. Bu bağlamda 15 Temmuz, sadece “bir kalkışmanın bastırılması” değil; aynı zamanda görünmeyen tehdidin görünür kılındığı bir eşiktir.

Olayın hemen ardından alınan tedbirler, Türkiye'nin güvenlik mimarisinde yapısal bir reform süreci başlatmıştır. Başta TSK olmak üzere güvenlik bürokrasisi, istihbarat teşkilatları ve yargı kurumlarında yeniden yapılanmaya gidilmiştir. Bu süreçte, sivil denetimin güçlendirilmesi, istihbarat birimleri arasındaki eşgüdümün artırılması ve liyakat esaslı kadro planlamasının öncelik kazanması dikkat çekmiştir. Özellikle Milli Savunma Bakanlığı'nın yetkilerinin genişletilmesi ve Genelkurmay Başkanlığı’nın doğrudan siyasi iradenin denetimine bağlanması, komuta kontrol yapısının sivilleşmesi yönünde atılmış tarihi adımlardır.

Ayrıca istihbarat alanında yapılan reformlar, geçmişteki dağınık ve çoğu zaman rekabet içinde çalışan kurumlar arasındaki iletişimsizlik sorununu minimize etmeyi amaçlamıştır. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın doğrudan Cumhurbaşkanlığı'na bağlanması ve iç tehditlerle mücadelede daha etkin bir konuma getirilmesi, bu değişimin stratejik yönünü oluşturmuştur. Aynı zamanda milli güvenliğin tanımı da değişmiştir: Klasik askerî tehditlerin yerini, hibrit tehditler, psikolojik harp unsurları, siber saldırılar ve örgütsel sızmalar almıştır.

Bu noktada devletin artık yalnızca dış tehditleri değil, dönüştürülmüş içeriden tehditleri de tanıyabilecek çok boyutlu bir güvenlik stratejisine sahip olması zorunludur. Terörle mücadele anlayışının da evrilmesi gerekmektedir. Artık klasik örgüt tipi terörist yapıların yanı sıra, sosyal sermayesi yüksek, bilgi teknolojilerini etkin kullanan, küresel bağlantılarla donanmış post-modern örgütler de tehdit skalasına dahil edilmiştir.

Cihad İslam YILMAZ

Yorumlar6

  • Yusuf 4 gün önce Şikayet Et
    Kalemine yüreğine sağlık kardeşim..
    Cevapla
  • Sümeyra 4 gün önce Şikayet Et
    Kaleminize sağlık. Yazılarınızı takdir ediyoruz
    Cevapla Toplam 3 beğeni
  • Saliha 4 gün önce Şikayet Et
    Kaleminize sağlık
    Cevapla Toplam 3 beğeni
  • Sacid 4 gün önce Şikayet Et
    Maşallah vatan evladi güzel yazı begendim
    Cevapla Toplam 4 beğeni
  • Mehmet bey 4 gün önce Şikayet Et
    Bu memleketin haini de kahramanı da bitmez. Elinize sağlık
    Cevapla Toplam 6 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat