Haremi-i İbrahim Camii'nin el değiştirmesi ve Müslüman dünyanın sessizliği

  • GİRİŞ12.08.2025 09:16
  • GÜNCELLEME13.08.2025 11:39

Mağara-i İbrahim yahut Harem-i İbrahim Camii, bugünkü Batı Şeria’nın El-Halil şehrinde yer alan, tarih boyunca yalnızca ibadet değil, aynı zamanda egemenlik mücadelesinin de merkezinde duran bir yapıdır. İnançlar üstü sembol gücü, Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup ve eşlerinin kabirlerini barındırmasından kaynaklanır. Hz. Ömer’in fetih sonrası gösterdiği adaletle Müslümanların himayesine giren bu mekân, asırlar boyunca farklı yönetimlerin kontrolünde bile kutsiyetini korumuş; Emevîler, Abbasîler, Memlûklar ve Osmanlılar döneminde cami kimliği muhafaza edilmiştir.

Ancak 1967 yılında İsrail’in Batı Şeria’yı işgal etmesiyle bu tarihsel süreklilik kırıldı. Harem-i İbrahim Camii artık sadece bir ibadet alanı değil, işgalin ideolojik ve fiziki yayılmasının simgelerinden biri hâline geldi. İsrail yönetimi, kısa süre içerisinde cami çevresini militarize etti; Müslümanların girişini kısıtladı, çeşitli bahanelerle ibadet haklarını ihlal etti. Fakat asıl kırılma, 25 Şubat 1994 tarihinde, radikal Yahudi yerleşimci Baruch Goldstein’in sabah namazı sırasında 29 Müslüman’ı katletmesiyle yaşandı. Bu vahşetin ardından, İsrail’in verdiği “güvenlik” tepkisi, camiyi Müslümanlar ve Yahudiler arasında fiilen ikiye bölmek oldu. Müslümanlara %37’lik, Yahudilere ise %63’lük alan tahsis edildi. Böylece bir katliam, failin inancına ödül olarak döndü; kurbanların inancına ise sınırlama, kuşatma ve suskunluk dayatıldı.

Harem-i İbrahim’in tarihi, aynı zamanda ümmetin vicdan tarihidir. Bu cami sadece bir yapı değil; izzetin, adaletin, mücadelenin ve kimlik bilincinin mekânsal formudur. Bugün bu mirasın sessizlik içinde el değiştirmesi, sadece bir tarihî yapının değil, bir izzetin gasbıdır. Ve ne yazık ki, bu gidişata karşı en gür çıkması gereken İslam dünyası, tarihsel sorumluluğunu unutmuş görünmektedir.

GÜNCEL DURUM

İsrail makamları, uzun süredir sinsice uyguladıkları fiilî müdahaleleri kurumsal bir forma dönüştürerek Harem-i İbrahim’in idaresini, Filistin Vakıflar Bakanlığı’ndan alıp yerleşimcilerin bağlı olduğu dini konseye devretme planını resmen başlattı. Bu hamle, sadece dini bir mekânın yönetimini değil, aynı zamanda Müslümanların en temel haklarından olan ibadet özgürlüğünü, kutsalına sahip çıkma hakkını ve kültürel varlığını hedef alan bir işgal biçimidir. Artık mesele cami idaresinden ibaret değildir; mesele, işgalin inanç mekânlarına kadar sirayet eden yeni yüzüdür. Sessiz bir dönüştürme, kimlik silme ve tarih değiştirme operasyonudur.

Bu planın sahadaki karşılığı, şunlarla görünür hâle gelmiştir: Müslümanların ibadet saatleri keyfi olarak kısıtlanmakta, camiye girişleri kontrol noktalarıyla zorlaştırılmakta, özel günlerde dahi ibadet imkânı neredeyse imkânsız hâle getirilmektedir. Şubat ayında ezan tam 44 kez yasaklanmıştır. Bu, her gün ezanı engelleyen bir zihniyetin hâkim olduğunun kanıtıdır. Caminin iç ve dış çevresi, silahlı askerler ve gözetleme kuleleriyle donatılmış; ibadet değil, adeta bir kuşatma alanı görüntüsü vermektedir.

Bu durum yalnızca Harem-i İbrahim’le sınırlı da değildir; Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da, Silvan mahallesinde ve Doğu Kudüs’ün diğer bölgelerinde de benzer bir “dönüştürme ve Yahudileştirme” siyaseti sürdürülmektedir.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı da İsrail’in bu uygulamasının “kabul edilemez” olduğunu duyurmuş ve uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırmıştır. Gerek İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, gerekse Arap Ligi’nin bu meseleye dair tutumu, birkaç kınama mesajını aşamamıştır. Diplomatik anlamda baskı yaratacak, caydırıcılığı olan adımlar henüz atılmış değildir. Oysa kutsal mekânların statüsü, sadece bir şehir meselesi değil, inanç dünyasının sınavıdır. Ve bu sınavda ne yazık ki sınıfta kalınmaktadır.

Bugün Haremi-i İbrahim’de ezan susuyorsa, yarın Mescid-i Aksa’da da aynı kader yaşanacaktır. Bugün Halil’de ibadet engelleniyorsa, yarın Mekke’de ve Medine’de sessizliğin tohumları atılıyor demektir. Çünkü zulmün sesi kadar, onun karşısındaki sessizlik de yankı uyandırır. Ve bu sessizlik, artık bir tercihten çıkıp bir suç ortaklığına dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

HUKUKİ VE SİYASİ AÇIDAN DEĞERLENDİRME

Harem-i İbrahim’e yönelik İsrail müdahalesi sadece fiilî bir tahakküm değil, aynı zamanda uluslararası hukukun temel ilkelerine yönelik açık bir meydan okumadır. İşgal altındaki topraklarda kutsal alanların statüsünü korumak ve dini özgürlükleri güvence altına almak, yalnızca ahlaki bir yükümlülük değil; aynı zamanda hukukî bir zorunluluktur. Bu çerçevede, İsrail’in attığı son adımlar birçok uluslararası anlaşmayı ihlal etmekte; bu da hem Filistin’in egemenlik haklarını hem de inanç özgürlüğünü sistematik biçimde aşındırmaktadır.

Öncelikle, 1949 tarihli 4. Cenevre Sözleşmesi’ne göre, işgalci güç, işgal altındaki topraklarda kamu düzeni ve dini yaşantıyı değiştirecek kalıcı uygulamalardan kaçınmakla yükümlüdür. Sivil nüfusun ibadet hakkı, dini mekânlara erişimi ve bu mekânların işlevselliği korunmak zorundadır. Oysa İsrail, Harem-i İbrahim’i yönetimsel olarak bir dini azınlık grubun kontrolüne devrederek bu hükmü doğrudan ihlal etmektedir. Bu, yalnızca bir yönetim değişikliği değil; açıkça dini statüde bir müdahale ve zorla dönüştürme operasyonudur.

İkinci olarak, UNESCO’nun 2017 yılında aldığı kararla, Mağara-i İbrahim, “tehlike altındaki kültürel miras” listesine alınmış; İsrail’in bu bölgedeki faaliyetleri yasa dışı olarak tanımlanmıştır. UNESCO, her türlü tek taraflı müdahaleye karşı çıkmış, özellikle kutsal mekânların statüsünün tarafsız kalması gerektiğini vurgulamıştır. Buna rağmen İsrail, bu kararı tanımamış; uygulamalarını daha da sertleştirerek adeta uluslararası camiaya meydan okumuştur.

Siyasi açıdan bakıldığında, bu durum İsrail’in uzun süredir izlediği “fiilî durum yarat, tepki gelmeden gerçeğe dönüştür” politikasının bir parçasıdır. Kudüs’te, El Halil’de, Nablus’ta ve Gazze çevresinde aynı strateji yürütülmektedir. Bu strateji, işgalin hukukî değil, alışkanlığa dayalı bir meşruiyet kazanmasını hedeflemektedir. Zira fiili hâkimiyet sürdükçe, uluslararası toplumun refleksi zayıflamakta; “olan olmuş” psikolojisi yerleşmektedir. Bu psikoloji, tam da İsrail'in istediği sessizlik zeminini hazırlar.

Diğer yandan, İsrail’in iç politikasında radikal yerleşimci grupların artan etkisi, bu tür adımların sadece taktik değil, stratejik hale geldiğini göstermektedir. Artık kutsal alanların kontrolü, askeri güvenlikten çok, ideolojik hâkimiyetin bir göstergesine dönüşmüştür. Harem-i İbrahim’in Yahudi yerleşimcilerin dini konseyine devredilmesi, İsrail devletinin bu radikal unsurlarla kurumsal olarak bütünleştiğinin delilidir. Bu da bizlere göstermektedir ki mesele sadece dini özgürlükler meselesi değil, aynı zamanda bir ideolojik kolonizasyon sürecidir.

Cihad İslam Yılmaz / Haber7

Yorumlar8

  • yolcu 19 saat önce Şikayet Et
    Katil İsrail ve abd kendi adamlarını Arap devletlerinin başına yerleştirmiş onun için bu hainler sesizdiler bir hafta petrol u keseler her şey düzelir maalesef şimdilik yük Türkiye'nin omuzunda cenabı HAK sonumuzu hayra çevirsin ümettin mazlumlarına yardım etsin özgürlük ve zafer nasip etsin inşallah zalimleri Kahru perişan etsin köklerini kurutsun zülümlerini başlarına yıksın zelil etsi
    Cevapla
  • HAŞİMİRAFSANCANİ 1 gün önce Şikayet Et
    Pek değerli VATAN ve Milletini HER ŞEYİN ÜZERİNDE SEVEN bu VATANIN ÖZBEÖZ evladı ağabeyim!Osmanlıların BAŞARILARI batmakta ALÇAKLARIN GÖZLERİNE.ACIRIZ TÜKÜRÜKLERİMİZE BİLLAHİ TÜKÜRSEK YÜZLERİNE. Kızlarımızın İFFETLERİ,NAMUSLARI batmakta ALÇAKLARIN ve NAMUSSUZLARIN gözlerine.Acırız TÜKÜRÜKLERİ MİZE BİLLAHİ TÜKÜRSEK YÜZLERİNE!
    Cevapla
  • Gültepeli Bjk 1 gün önce Şikayet Et
    Allah'ım bizlerii affett cennetinden mahrum ettmee bizleriii inşallah REİS saygılar sevgiler kırmızı çizgii kalmadı artıkk maleseff diimi
    Cevapla
  • Doğrucu Davud 1 gün önce Şikayet Et
    İyi ki şu anda Müslüman ülkelerinden birinde üst yönetimlerden birinde değilim diye çok şükrediyorum, bunun vebali bunun vicdan azabı hele ki bir de ahirette hesabı var ki o hesabı hiç kimse vermez, çünkü orada avukatlık laf ebeliği demagoji geçerli değildir !..
    Cevapla
  • Yavuz Sultan Selim 1 gün önce Şikayet Et
    Şairin dediği gibi " Hali pür melalimiz " Maalesef acizliğimiz gafilliğimiz dilim varmıyor ama korkaklığımız demek zorundayım, Endülüs düşerken son sultanı ağlarken annesi " Erkek gibi savaşamadın şimdi kadın gibi ağla " demiştir, Vehin deyin yani dünya sevgisi ve ölüm korkusu gerçek şu ki insanın içi acıyor bu kara haberleri duydukça !..
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat