Güney Kıbrıs “Siyonist” Yönetimi
- GİRİŞ30.09.2025 09:08
- GÜNCELLEME01.10.2025 10:07
Tarihte bazı coğrafyalar vardır ki, üzerinde yaşanan her gelişme birer tesadüf değil, bir hesaplaşmanın devamıdır. Kıbrıs Adası da böylesi yerlerden biridir. Üzerinde hüküm süren her medeniyetin, burada bıraktığı iz yalnızca taşla, toprakla sınırlı kalmamış; stratejilerin, ittifakların ve çıkarların haritasına kazınmıştır. 1571 yılında Osmanlı’nın Akdeniz hâkimiyetini perçinlemek adına fethettiği bu ada, sadece bir kara parçası değil, bir istikamet, bir iradedir.
Günümüzdeyse Kıbrıs, geçmişteki o büyük hesaplaşmaların daha sofistike, daha sinsi bir biçimde sürdüğü yeni bir sahnedir. Artık top sesleri duyulmuyor; limanlara zırhlılar değil, yatlar yanaşıyor. Okullar, ibadethaneler, oteller yoluyla bir başka nüfuz türü adanın dokusunu değiştiriyor. Ve bu defa, fetih topla, tüfekle değil; tapuyla, pasaportla, kurum kimliğiyle gerçekleştiriliyor. Modern diplomasinin ve hibrit savaşın imkanları, "sessiz bir istila"nın kılıfı haline geliyor.
Özellikle son yıllarda Güney Kıbrıs’ta artan İsrail varlığı, yalnızca bir göç hareketi ya da ekonomik ilişki düzleminde ele alınamaz. Bu, uzun vadeli stratejik bir yerleşim ve hâkimiyet hamlesidir. Binlerce İsrailli’nin adaya yerleşmesi, sinagogların ve Yahudi okullarının açılması, arsa alımlarının hız kazanması; tesadüf değil, planın parçalarıdır. Larnaka limanına bir günde demirleyen 120 yat, yalnızca turistik bir seyrin değil, derin bir stratejik niyetin işaretidir.
Demografik Kuşatma: Sivil Görünümlü Nüfuz
Günümüzde işgaller artık üniformalı askerlerle değil, sivil kıyafetli yerleşimcilerle yapılmakta. Modern çağın en etkili fetih araçları artık tanklar ve uçaklar değil; gayrimenkul tapuları, nüfus müdürlükleri ve okul müfredatlarıdır. Güney Kıbrıs’ta son dönemde gözlemlenen İsrail menşeli kitlesel yerleşim hareketi, bu yeni kuşatma biçiminin en dikkat çekici örneklerinden biridir.
Sadece son haftalarda yaklaşık 5 bin İsraillinin adaya yerleştiği bildirilmektedir. Bu sayı, sıradan bir göç hareketi olarak değerlendirilemeyecek kadar yoğundur. Yerleşenlerin çoğunluğu, yüksek gelir grubuna mensup, eğitimli ve organize bireylerden oluşmaktadır. Bu durum, yerleşimin bir kriz sonucu değil, stratejik bir tercihle yürütüldüğünü göstermektedir. Adeta bir demografik "ön cephe" kurulmakta, adanın dokusu değiştirilmektedir.
Rum hükümetinin, 5 ilkokul ve 2 liseyi konuta çevirmesi, bu gelişmenin ne kadar radikal olduğunu gözler önüne sermektedir. Eğitim kurumları, bir topluluğun kalıcılığını ve geleceğe kök salma iradesini gösterir. Bir devlet, geçici göçmen için okul açmaz; ancak geleceğini o topraklara kurmak isteyen için açar. Bu hamle, sadece lojistik değil, aynı zamanda ideolojik bir dönüşümün sinyalidir.
Öte yandan sinagogların dolup taşması, otellerin uzun süreli konutlara çevrilmesi ve mahalle ölçeğinde yeni Yahudi yerleşim dokularının oluşması, bu yerleşim dalgasının hem kültürel hem de sosyal altyapısını kurmakta olduğunu göstermektedir. Bu adımlar, bir topluluğun ada üzerindeki geçici varlığını kalıcı bir hâkimiyete dönüştürme sürecinin yapı taşlarıdır.
Uluslararası güvenlik literatüründe bu tür süreçler, "hibrit yerleşim stratejileri" olarak adlandırılır. Devlet-dışı aktörler eliyle yürütülen bu sivil görünümlü iskanlar, çoğu zaman istihbarat, nüfuz artırma ve sahada fiilî egemenlik kurma stratejilerine eşlik eder. İsrail’in Batı Şeria’da uyguladığı yerleşim modeliyle Güney Kıbrıs’taki gelişmeler arasında dikkat çekici benzerlikler mevcuttur. Aynı metot, farklı coğrafyada, benzer bir sonuç üretme arzusuyla işletilmektedir: Sessiz ama kalıcı hâkimiyet.
Rum kesiminin bu sürece bilinçli biçimde alan açması, adanın güneyinde “fiilî bir İsrail özerkliği” doğmasına yol açmaktadır. Bu, uluslararası hukuka aykırı olmakla birlikte, gerçekliğe dönüşmekte olan bir siyasî vakıadır. Demografik dönüşüm, kısa vadede görünmez olabilir; ama uzun vadede sınırları, yönetimleri ve egemenlik tanımlarını yeniden şekillendirir.
Bu nedenle, bu nüfus hareketi yalnızca bir göç değil; aynı zamanda bir "sınır dışı" operasyonudur. Bu kez toprağın sahibi yerinden edilmiyor belki, ama toprağın karakteri sessizce değiştiriliyor. Bu, klasik anlamda bir işgal değil; post-modern bir hâkimiyet biçimidir.
Askerî ve İstihbarî Derinlik: Karakolun Ötesi
Bir coğrafyaya sadece insanlar değil, niyetler de yerleşir. İsrail’in Güney Kıbrıs’ta artan varlığı, yalnızca demografik değil, aynı zamanda güvenlik ve istihbarat düzeyinde derin bir yapılanmayı da beraberinde getirmektedir. Söz konusu olan yalnızca “yerleşmek” değil; izlemek, kontrol etmek, ön almak ve gerektiğinde müdahale etmektir. Bu, klasik diplomatik ittifakların çok ötesinde, bir istihbarî karakol mimarisiyle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
İsrail’in yıllardır bölgede kurduğu sinyal istihbaratı (SIGINT) altyapısı, Doğu Akdeniz’deki enerji sahaları, İran bağlantılı hareketlilik, Lübnan ve Suriye ekseninden gelen sinyaller ile doğrudan ilişkilidir. Güney Kıbrıs, konumu itibarıyla bu dinlemelerin en uygun merkezlerinden biridir. Özellikle Troodos Dağları çevresine ve Larnaka-Baf hattına kurulan yüksek frekans istasyonları, sadece teknik değil, aynı zamanda jeopolitik birer göstergedir. Her biri, İsrail’in bölgeye dair uzun vadeli niyetini işaret eder.
Larnaka Limanı’na demirleyen 120 yat, çoğu zaman gözden kaçan başka bir gerçeğe işaret etmektedir: Askerî olmayan araçlarla yürütülen askeri hazırlıklar. İsrail, son yıllarda özel güvenlik şirketleri üzerinden yürüttüğü hibrit operasyonlara Güney Kıbrıs’ı da eklemiştir. Limanlara yanaşan teknelerin bir kısmının, ileri gözetleme ekipmanları taşıdığı ve adada bazı “turistik tesislerin” aslında istihbarat noktaları olarak işlev gördüğü yönünde bölgesel kaynaklarca dillendirilen ciddi iddialar vardır.
İsrail’in Güney Kıbrıs hava sahasından günde 500 ek sefer ile yararlanmaya başlaması, yalnızca yolcu taşımacılığı değil, havadan gözetim, elektronik harp testleri ve radar gölgesi oluşturma gibi taktiksel hedeflere de işaret etmektedir. Bu denli yoğun bir hava trafiği, istihbarat operasyonları için ideal bir zemin oluşturur. Hava Trafik Kontrolü personelinin yaşadığı “aşırı yoğunluk” yalnızca teknik bir sorun değil, sivil-askerî alanların iç içe geçmesinin doğal sonucudur.
Burada altı çizilmesi gereken asıl husus şudur: İsrail Güney Kıbrıs’ta yalnızca barınmıyor, konuşlanıyor. Bu konuşlanma; gözlem, dinleme, müdahale ve gerektiğinde projeksiyon kapasitesi barındıran çok katmanlı bir güvenlik mimarisine dayanmaktadır. İsrail’in bu yönde attığı adımlar, geleneksel devlet reflekslerinden değil, yeni nesil hibrit güvenlik doktrinlerinden doğmaktadır.
Bu anlamda Güney Kıbrıs, artık yalnızca bir AB toprağı değil, İsrail güvenlik aklının denizaşırı uzantısı konumuna evrilmektedir. Her ileri karakol gibi burası da, esas merkeze yönelik tehditleri önceleyecek, çevresini şekillendirecek ve gerektiğinde kriz üretip yönetecek kapasiteye sahiptir.
O halde sorulması gereken şudur: Güney Kıbrıs, kendi egemenliği içinde mi hareket ediyor, yoksa bir başka devletin ileri gözetleme istasyonu hâline mi gelmiştir?
Rum Yönetiminin Tavrı: Teslimiyet mi, İttifak mı?
Bir devletin egemenliği, sadece bayrakla ya da diplomatik tanınmayla sınırlı değildir. Egemenlik, en çok da karar alabilme ve o kararı uygulayabilme kudretinde yatar. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), son dönemde İsrail’in adadaki etkisini artırmasına karşı izlediği politikalarla, egemen bir devletten çok, bağımlı bir bölgesel yönetim görüntüsü çizmektedir. Bu durum, “bir müttefikle işbirliği” düzleminden çıkarak, “sessiz bir teslimiyet” hâline dönüşmektedir.
Rum Yönetimi, görünürde İsrail ile stratejik ortaklık kurmakta; ekonomik, güvenlik ve savunma alanlarında işbirlikleri geliştirmektedir. Ancak bu ilişkilerdeki güç asimetrisi dikkate alındığında, ortada gerçek anlamda bir eşitlikten değil, giderek derinleşen bir bağımlılıktan söz etmek gerekir. İsrail’in Güney Kıbrıs’ta nüfus, mülk, lojistik ve istihbarat alanlarında genişlemesi karşısında Rum yönetiminin bu sürece alan açması; ya büyük bir stratejik körlükle ya da bilinçli bir pazarlıkla izah edilebilir.
Birincisi, eğer bu gelişmeler GKRY’nin iradesi dışında gelişiyor ve devlet bu durum karşısında etkisiz kalıyorsa, bu açık bir egemenlik zaafıdır. Bu durumda Güney Kıbrıs’ın, AB üyesi olmasına rağmen kendi toprakları üzerindeki kontrolü tartışmalı hâle gelir. İkincisi ise, bu durumun Rum hükümetinin bilgisi ve onayı dâhilinde yürütüldüğüdür ki bu daha derin bir sorgulamayı hak eder: İsrail’in bölgesel koruyuculuğu karşılığında egemenlik haklarının bir kısmı devredilmiş midir?
Rum siyasetinde son yıllarda İsrail yanlısı çizginin belirginleşmesi, bu soruya evet cevabını düşündürmektedir. Enerji projeleri, savunma anlaşmaları, güvenlik tatbikatları ve diplomatik koordinasyon mekanizmaları, bu iki aktör arasında artık bir entegrasyon düzeyine ulaşmıştır. Fakat bu “ittifak”ın meyveleri eşit dağılmamaktadır. İsrail askeri ve istihbarî varlığını sahaya indirirken, Rum kesimi yalnızca diplomatik kazanımlar elde etmekle yetinmektedir.
Bu denklemde asıl kaybeden, GKRY’nin kendi jeopolitik kimliğidir. Kıbrıs’ın güneyi, Akdeniz’in çok aktörlü denkleminde artık özgün bir özne değil, İsrail güvenlik aklının bölgesel uzantısı hâline gelmektedir. Ada’daki fiilî egemenliğin hangi güç tarafından kullanıldığı sorusu, artık yalnızca bir akademik tartışma değil, sahadaki yeni gerçekliktir.
Cihad İslam Yılmaz
Yorumlar3