Dünya’da çatışmalar neden artıyor?

  • GİRİŞ03.10.2025 08:46
  • GÜNCELLEME03.10.2025 08:46

Günümüzde tırmanan birçok çatışma, yüzeyde stratejik çıkarlar veya askeri gerilimler üzerinden açıklansa da, esasen tarihsel hafızaların, etnik kimliklerin ve ulusal mitolojilerin yeniden siyaset alanına taşınmasının ürünüdür. Ulus-devletlerin kolektif kimliklerini şekillendiren tarihsel anlatılar, yalnızca geçmişe dair bir okuma biçimi değil; aynı zamanda bugünkü politikaların meşruiyet zeminidir. Bu nedenle çatışmaların çoğu, "bugün" yaşanıyor gibi görünse de, aslında "geçmişin yeniden sahnelenmesi"dir. Geçmişte bastırılmış ya da dondurulmuş etnik, dini ve tarihsel sorunların bugün yeniden alevlenmesi tesadüfi değildir; bilakis, küresel düzeydeki güç boşluğu ve zayıflayan normatif yapı, bu tür meselelerin yeniden siyasallaşmasını mümkün kılmaktadır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra şekillenen tek kutuplu dünya düzeni, yaklaşık otuz yıl boyunca Batı merkezli liberal normların hâkimiyetinde yürütüldü. ABD liderliğindeki bu yapı, müdahaleci güvenlik politikaları, neoliberal ekonomik modeller ve uluslararası kurumlar aracılığıyla küresel istikrarı tesis etmeye çalıştı. 2008 küresel ekonomik kriziyle birlikte ABD’nin normatif ve ekonomik liderliği tartışmaya açıldı; Çin’in yükselişi, Rusya’nın jeopolitik meydan okumaları ve bölgesel aktörlerin kendi güvenlik mimarilerini inşa etme çabaları bu sistemin kırılganlığını gözler önüne serdi.

Bugün içinde yaşadığımız küresel sistem, artık tek kutuplu değil; ama çok kutuplu da değil. Ortaya çıkan yapı bir “post-blok kaotik denge”dir: belirgin bir liderin yokluğunda, güç merkezleri birbirinden kopuk biçimde pozisyon almakta; klasik ittifak sistemleri çözülmekte; uluslararası hukuk normları keyfi biçimde ihlal edilmektedir. Bu kırılgan ortamda ortaya çıkan çatışmalar yalnızca güç rekabetinin sonucu değil, aynı zamanda normların ve kuralların bulanıklaştığı bir sistemde "kim daha fazla fiili zemin kazanırsa o haklıdır" anlayışının tezahürüdür.

ABD artık küresel sistemin tek belirleyicisi değildir. Afganistan’dan çekiliş sürecinde yaşanan koordinasyonsuzluk ve Ukrayna Savaşı’ndaki sınırlı angajman, Washington’un eski müdahale kapasitesini ciddi biçimde sorgulatmıştır. Bu durum, Çin gibi yükselen aktörlere stratejik alan açmış; “küresel liderlik” artık Batı değerlerine değil, bölgesel pragmatizme ve askeri caydırıcılığa dayalı yeni güç tanımlarına bırakılmıştır.

Çin’in “Kuşak ve Yol” girişimi, yalnızca ekonomik bir kalkınma projesi değil; aynı zamanda bir küresel düzen teklifidir. Pekin, Batı’nın kural temelli düzenine alternatif olarak, yatırım ve altyapı diplomasisiyle şekillenen, çıkar temelli çok merkezli bir sistem inşa etmeye çalışmaktadır. Bu durum yalnızca Asya-Pasifik'te değil, Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş bir etki alanında görülmektedir. Çin’in bu yayılmacı stratejisi, Tayvan üzerindeki baskısıyla askeri düzleme de taşınmakta; ekonomik genişlemenin stratejik derinliği doğrudan güvenlik alanına yansımaktadır.

Öte yandan Rusya, Gürcistan’dan Suriye’ye, Karabağ’dan Ukrayna’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada Batı karşıtı hamlelerle kendi etki alanını yeniden kurma çabasındadır. Moskova, özellikle Ukrayna işgaliyle yalnızca bölgesel üstünlük kurmayı değil, aynı zamanda NATO’nun genişlemesini durdurmayı, Batı’nın mutlak güvenlik paradigmasını parçalamayı hedeflemiştir. Bu tavır, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan “sınıra saygı” normunun tamamen çöküşünü simgelemektedir.

Avrupa Birliği gibi çok taraflı kurumlar ise bu yeni sistemde anlamlı bir caydırıcılık geliştiremeyen, iç ayrışmalarla boğuşan yapılar haline gelmiştir. Brexit sonrası ivme kaybeden AB, Doğu Avrupa krizlerinde etkisiz kalmış; Fransa ve Almanya arasındaki liderlik rekabeti, birlik içinde ortak bir dış politika oluşturulamamasına neden olmuştur.

Bir başka çarpıcı gelişme ise ittifak sistemlerinin esnekleşmesidir. Soğuk Savaş döneminde ideolojik saflar net iken, bugün ülkeler çıkar bazlı geçici bloklar kurmakta; bir yandan Batı ile ekonomik ilişkilerini sürdürürken, diğer yandan Çin veya Rusya ile güvenlik işbirlikleri geliştirebilmektedir. Türkiye’nin hem NATO üyesi olup hem Rusya’dan S-400 alması, Hindistan’ın ABD ile savunma anlaşmaları yaparken Rusya ile enerji işbirliğini sürdürmesi bu “post-blok denge”nin tipik örnekleridir.

Bu sistemde artık kurallar değil, kapasite belirleyicidir. Diplomasiden çok güç dili konuşulmakta; ahlaki argümanlardan çok çıkar maksimizasyonu öne çıkmaktadır. Dolayısıyla mevcut çatışma ortamı yalnızca birer bölgesel kriz değil, aynı zamanda sistemsel bir dönüşümün yüzeydeki belirtileridir. Düzenin yerine neyin geleceği henüz belli değildir; fakat eski dünyanın kurallarıyla bugünün krizlerinin çözülemeyeceği artık kesindir.

Somut Vakalar Üzerinden Değerlendirme

Dünya siyasetinde belirsizliklerin ve çatışmaların bu denli yaygınlaştığı bir dönemde, kuramsal çerçeveler kadar sahadaki somut vakaların da dikkatle incelenmesi gerekmektedir. Zira her çatışma, kendi yerel bağlamına özgü dinamikler taşısa da, aslında aynı küresel sarsıntının farklı cephelerdeki yansımalarıdır. Ukrayna ile Rusya arasında 2022’de başlayan savaş, klasik güç politikalarının çağdaş formda yeniden sahneye konduğu bir örnek olmanın ötesinde, tek kutuplu dünya düzeninin artık sürdürülemez olduğunun da ilanı olmuştur. Rusya, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini bir varoluşsal tehdit olarak yorumlamış, Batı ise Ukrayna üzerinden kendi normatif düzenini savunma refleksiyle pozisyon almıştır. Bu savaş, yalnızca iki ülke arasında değil, aslında Batı ile Avrasya ekseni arasında süregiden sistemik bir mücadelenin sıcak versiyonudur. Hibrit taktiklerin, enerji güvenliğinin ve dezenformasyonun bu denli iç içe geçtiği bir savaşın çağın karakterini nasıl dönüştürdüğü açıkça görülmektedir.

Aynı dönemde Doğu Asya’da derinleşen Çin–Tayvan gerilimi, egemenlik, teknoloji ve büyük güç rekabetinin çakıştığı bir diğer örnektir. Tayvan’ın yalnızca coğrafi bir ada değil, dünya yarı iletken üretiminin kalbi olması, bu krizi sadece bölgesel değil, küresel bir kriz alanına dönüştürmüştür. Çin’in milliyetçi söylemlerle beslediği “yeniden birleşme” stratejisi, ABD’nin Tayvan üzerinden yürüttüğü çevreleme politikasıyla doğrudan çatışmaktadır. Bu noktada Tayvan Boğazı, büyük güçler arasında teknoloji çağının yeni cephe hattına dönüşmüştür.

Orta Doğu’da ise İran ve İsrail hattında yükselen gerilim, vekâlet savaşları, istihbarat operasyonları ve ideolojik rekabet üzerinden yürümektedir. Bu çatışma hattı, nükleer silahlanma tehdidinden mezhepsel kutuplaşmaya, bölgesel jeopolitikten büyük güç rekabetine kadar birçok düzlemi aynı anda içinde barındırmaktadır. Öte yandan İsrail–Filistin meselesi, çağımızın çözülmemiş en eski ve en travmatik krizlerinden biri olarak, şiddetin sürekliliği ve hafızanın taşıyıcılığı üzerinden yeniden ve yeniden sahne almaktadır. Kimlikler, tarihsel iddialar ve dinî semboller üzerine inşa edilmiş bu çatışma, uluslararası hukukun ve insani normların nasıl erozyona uğradığını da açıkça göstermektedir. 7 Ekim 2023 sonrası yaşananlar, çatışmanın boyut değiştirdiğini, artık sadece siyasi değil, varoluşsal bir mücadeleye dönüştüğünü ortaya koymuştur.

Hindistan ile Pakistan arasında süregiden kriz ise, Keşmir merkezli bir toprak anlaşmazlığının ötesinde, nükleer gölge altında sürdürülen ideolojik bir rekabetin tezahürüdür. Bir tarafta yükselen Hindu milliyetçiliği, diğer yanda istikrarsızlıkla mücadele eden bir Pakistan; her ikisi de iç politik baskılarını dışarıya yönlendirerek krizi sürekli diri tutmaktadır. Sınır çatışmaları, su kaynakları üzerindeki gerilimler, karşılıklı suçlamalar, bu krizi sıcak ama kontrollü bir hatta tutmakta, fakat her an istikrarsızlığa açık bırakmaktadır. Benzer şekilde Avrupa’nın güneydoğusunda, Sırbistan ile Kosova arasındaki etnik temelli gerilim, Balkanlar’daki "dondurulmuş krizlerin" her an yeniden ısınabileceğini göstermektedir. Kosova’nın bağımsızlığını tanımayı reddeden Sırbistan, Batı tarafından dayatılan çözüm modellerine direnmekte; bu durum Avrupa Birliği’nin kriz yönetme kapasitesini de sorgulatmaktadır.

Son olarak, Tayland ile Kamboçya arasında yaşanan sınır çatışması, coğrafi olarak küçük ama stratejik anlamda büyük bir uyarı işareti olmuştur. Görünüşte kültürel miras ve sınır çizgileri üzerinden gelişen kriz, bölgesel milliyetçiliğin, iç siyasi baskıların ve ulusal kimlik politikalarının nasıl patlayıcı hale gelebildiğini göstermiştir. Tayland’ın askeri varlık göstermesi, çatışmanın sembolik boyutlardan hızla sıcak çatışmaya evrilebileceğini ortaya koymuştur.

Tüm bu vakalar, bir bütün olarak incelendiğinde; günümüz dünyasında çatışmaların ortak bazı kodlara sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Tarihsel hafızaların canlı tutulduğu, kimlik siyasetinin dış politikaya taşındığı, ekonomik kırılganlıkların güvenlik tehdidine dönüştüğü ve uluslararası toplumun müdahale kapasitesinin zayıfladığı bir çağda yaşıyoruz. Bu çatışmaların hiçbiri yalnızca kendi başına açıklanamaz; hepsi, sistemsel düzeyde yaşanan daha büyük bir düzen krizinin parçası, birer semptomdur. Dünya, artık yalnızca güçler dengesinin değil, anlam dünyalarının da çatıştığı çok boyutlu bir mücadele alanına dönüşmüştür.

 

Yorumlar1

  • AĞACAN 6 saat önce Şikayet Et
    Kaleminize sağılık sayın Hocam. 20.yüzyıl dengesi bitti lakin 21. yüzyıl dengesi kurulamadı. İnşallah Tarih Yeniden Tekerrür Edecek.
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat