Gazze Müzakereleri
- GİRİŞ09.10.2025 09:51
- GÜNCELLEME11.10.2025 10:13
Katar’da Hamas müzakere heyetine yönelik gerçekleştirilen İsrail saldırısı, yalnızca bir güvenlik olayı değil; uluslararası diplomasi normlarının, devlet egemenliğinin ve istihbarat diplomasisinin kesişim noktasında duran kritik bir kırılma olarak değerlendirilmelidir. Müzakerelerin sürdüğü bir dönemde, doğrudan bir müzakere heyetinin hedef alınması uluslararası hukuk açısından kabul edilemez ihlaller barındırmaktadır. Nitekim dünya savaşlarının en sert koşullarında bile diplomatik temsilcilerin dokunulmazlığına riayet edilmiş; diplomasi, düşmanlık koşullarında dahi korunmuş bir zemin olarak varlığını sürdürmüştür. Katar’ın egemenliğinin bu denli açıktan ihlali, yalnızca bölgesel ilişkileri değil, küresel diplomasi mekanizmalarının güvenilirliğini de sorgulatmaktadır.
Bu olayın bir başka çarpıcı yönü, Türk istihbaratının zamanında verdiği erken uyarı sayesinde müzakere heyetinin zarar görmeden kurtulmuş olmasıdır. Bu durum, hem istihbarat diplomasisinin çatışma çözümündeki artan önemini göstermekte hem de bölgede Türkiye’nin konumunu farklı bir düzleme taşımaktadır. İsrail açısından ise bu operasyonun sonuçsuz kalması büyük bir stratejik başarısızlık anlamına gelmiş; Mossad’ın neredeyse efsaneleştirilen operasyonel kapasitesi ciddi biçimde sorgulanır hale gelmiştir. Tel Aviv yönetiminin nihayetinde Katar’a özür dilemek durumunda kalması, yalnızca bir diplomatik geri adım değil, aynı zamanda bir imaj kaybıdır.
Bugün geldiğimiz noktada müzakereler yeniden başlamış olsa da iki önemli fark göze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, Türkiye’nin kurumsal düzeyde davet edilmesi ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın doğrudan sürece katılımıdır. Bu durum, Türkiye’nin yalnızca gözlemci ya da bölgesel aktör kimliğinden çıkıp, çatışma çözümünde fiilen rol üstlenen bir güç olarak sahaya dönmesini ifade etmektedir. İkinci fark ise, Trump yönetiminin 21 maddelik planıdır. Söz konusu plan, taraflara çözüm perspektifi sunuyor görünmekle birlikte, manda zihniyetini yeniden üreten, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını dolaylı biçimde kısıtlayan unsurlar taşımaktadır.
Manda Zihniyeti, Dış Müdahale ve Siyasi Meşruiyet Tartışması
Ortadoğu’daki çatışmaların çözümüne dair öneriler, çoğu zaman dış güçlerin belirlediği planlar üzerinden gündeme gelmektedir. Bu durum, özellikle Filistin meselesinde, sömürge ve manda dönemlerinden miras kalan zihniyetin günümüzde de hâlâ canlı olduğunu göstermektedir. İsrail–Hamas müzakereleri sürecine dış aktörlerin müdahil olması, “barış” söylemi altında Filistinlilerin siyasi öznesini gölgelemekte; kendi kaderini tayin hakkı, uluslararası belgelerle güvence altına alınmış olmasına rağmen pratikte sürekli ertelenmektedir.
Dolaşıma sokulan 21 maddelik plan, bunun en güncel örneğini oluşturmaktadır. Planın ana çerçevesi, taraflara bir yol haritası sunuyor gibi görünse de, esasen Filistin’in siyasi egemenliğini sınırlayan ve İsrail’in güvenlik kaygılarını merkeze alan bir anlayışı yansıtmaktadır. Bu yaklaşım, tarafların eşit aktörler olarak tanınmasını engellediği gibi, Filistin halkını kendi geleceğini tayin etme iradesinden mahrum bırakmaktadır. Böylece “çözüm” adı altında aslında bir tür modern manda sistemi inşa edilmekte; Filistin’in özneliği uluslararası vesayet mekanizmalarıyla ikame edilmektedir.
Benzer biçimde, “çözüm” arayışlarında sahaya sürülen yabancı aktörler (örneğin Tony Blair’in bir dönem Filistin yönetimine dair görev üstlenmesi) manda zihniyetinin günümüzdeki tezahürleri olarak okunmalıdır. Bir halkın yönetimine, iradesine veya siyasi yapılanmasına dışarıdan “sömürge valisi” tayin edilmesi, meşruiyeti ortadan kaldıran, bağımsızlık ve özgürlük ilkeleriyle taban tabana zıt bir uygulamadır. Nitekim bu tür girişimler, uluslararası toplumda barış arayışı olarak sunulsa da, Filistin halkı nezdinde bir “vesayet dayatması” olarak algılanmakta; çatışmanın çözümüne katkı sunmak bir yana, meşruiyet krizini daha da derinleştirmektedir.
Burada temel mesele, meşruiyet kavramıdır. Siyasal meşruiyetin kaynağı, dışarıdan atanan aktörler ya da dış güçlerin planları değil, halkın kendi iradesidir. Uluslararası hukukta “self-determinasyon” ilkesi, yani halkların kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca bir norm değil, aynı zamanda uluslararası barışın kalıcı olmasının ön koşuludur. Filistin örneğinde bu hakkın sistematik biçimde görmezden gelinmesi, bölgedeki her türlü barış girişimini kırılgan hale getirmektedir.
Küresel Sumud Filosunun Başarısı ve Gazze’ye Erişimde Yeni Bir Eşik
Filistin’e insani yardım ulaştırma misyonuyla yola çıkan Küresel Sumud Filosunun başarısı, yalnızca fiziksel bir ablukayı delmekle kalmadı; aynı zamanda küresel vicdanın hâlâ ayakta olduğunu da gösterdi. Bu filo, hükümetlerin ya da devletlerin doğrudan desteğine ihtiyaç duymadan organize edilen, tamamen sivil ve gönüllü aktörlerden oluşan bir inisiyatifi temsil ediyor. Aktivistler, uluslararası sularda barışçıl bir şekilde hareket ederek hem Filistin halkına doğrudan yardım ulaştırdı hem de dünyanın gözlerini abluka koşullarına çevirdi. Bu başarı, uluslararası toplumda sivillerin kolektif eylemiyle bile ciddi etki yaratılabileceğini kanıtlamaktadır.
İsrail’in uyguladığı ablukayı delme girişimi sırasında filo ciddi bir baskıyla karşılaştı. Aktivistler, uluslararası sularda uluslararası hukuku hiçe sayan müdahalelerle alıkonuldu; gemiler gasp edildi ve operasyonel hareket alanları kısıtlandı. Buna rağmen filo, organizasyon ve kararlılık sayesinde abluka hattında bir gedik açmayı başardı. Bu durum, sivil direniş ve uluslararası hukukun gücünün sembolik ve pratik bir zaferini temsil ediyor. Uluslararası hukuk çerçevesinde sivillerin ve insani yardımın korunması ilkesi, Sumud Filosu’nun eylemleriyle fiilen görünür hâle geldi.
Küresel Sumud Filosunun başarısı, sadece insani yardımın ulaştırılmasını sağlamakla kalmadı; aynı zamanda Filistin’e erişimin devletler ve hükümetler üzerinden bağımlı kalmadan da mümkün olduğunu gösterdi. Bu, ablukayı kıran sembolik bir başarı olmasının ötesinde, stratejik bir dönüm noktasıdır. Gazze’nin yeniden erişilebilir hâle gelmesi, uluslararası kamuoyunun gözünde ablukanın kırılabileceği ve sivillerin inisiyatif alarak somut değişiklik yaratabileceği mesajını pekiştirdi.
Dahası, Sumud Filosu dünya çapında milyonlarca vicdan sahibi insanın birleştiğini gösterdi. İnsanlar nefeslerini tutup, başarıya ortak olma umuduyla tek yürek oldu. Bu kolektif bilinç, yalnızca insani yardım değil, aynı zamanda barış, adalet ve meşruiyet arayışının da bir ifadesidir. Böylece sivil toplumun uluslararası ölçekteki etkinliği, devletlerin ve büyük güçlerin müdahalelerine karşı bile belirleyici olabileceğini gözler önüne serdi.
Ve 7 Ekim…
Bugün 7 Ekim’in üzerinden tam iki yıl geçti. İki koca yıl; kelimeler kifayetsiz, zamanın ağırlığı omuzlarımızda. Sessizlik, artık mazur görülemez bir ihanetin örtüsü olamaz. 65 bin sivil şehit, büyük çoğunluğu kadınlar ve çocuklar. her bir rakamın bir hayat, bir hikâye, bir aile olduğu gerçeğini gizlemeye yetmiyor. Evler, okullar, hastaneler, ibadethaneler… şehirler yıkıldı; günlük hayatın dokusu paramparça edildi. Abluka o denli ölümcül bir hal aldı ki; yalnızca saldırılar değil, açlık ve temel insanî hizmetlerin yokluğu da can aldı.
Daha ne kadar susacağız? Hangi bahanenin arkasına saklanacağız? Tarih, unutmayacak; hafıza, hesap soracaktır. Bu acı, sadece rakamların ötesinde bir ahlaki zorunluluk orta koyuyor: zulme boyun eğmemek, sessizliği kırmak, adaletin peşini bırakmamak. “Artık yeter” demekten başka bir seçenek yok. Bu söz yalnızca bir itiraz değil; aynı zamanda onurlu bir talep: derhal ve kalıcı bir ateşkes, insani yardımın engelsiz ulaştırılması, hesap verilebilirlik mekanizmalarının işletilmesi ve hiçbir dış aktörün Filistin halkının siyasi öznesini gasp etmesine izin verilmemesi.
Unutmayalım ki acıyı bitirecek güç, çoğu kez sahadaki silahların ötesinde, vicdanın ve örgütlü dayanışmanın gücündedir. İki yılın yasını tutarken, aynı zamanda geleceğe dair bir vaat vermeliyiz: bu coğrafyada onurlu, adil ve kalıcı bir barış için mücadeleyi sürdüreceğiz; bölgenin halklarının kendi kaderini tayin etme hakkını savunacağız. Hafızaya ve geçmişe saygı duyan bir sorumluluk bilinciyle hareket ederek, zulmün ve sistematik şiddetin son bulması için hem söz söylemeli hem de somut eylemler talep etmeliyiz. Bu, sadece Filistin için değil, insanlığın kendisi için vazgeçilmez bir duruştur.
 
								 
	 
	
Yorumlar4