Sudan krizi üzerinden yeni sömürge dinamikleri
- GİRİŞ04.11.2025 08:49
- GÜNCELLEME04.11.2025 08:49
Dünya, bir kez daha, acının ve zulmün karşısında suskun. Gazze’de çocuklar enkaz altında nefessiz kalırken, Doğu Türkistan’da kimlikler sistematik biçimde siliniyor; şimdi ise Sudan, insanlığın bir başka utanç sayfasına dönüşüyor. Yüzyılın başından bu yana, küresel sistemin adalet vaadiyle inşa edilen kurumları, bu sessiz yıkımlar karşısında giderek daha fazla anlamını yitiriyor. Sudan’da yaşananlar yalnızca bir iç savaş değil; devletin çöküşü, dış müdahalenin acımasızlığı ve insanın insana ettiği zulmün kurumsallaşmış hâlidir.
Sudan, uzun yıllardır siyasi istikrarsızlığın, etnik ayrışmaların ve kaynak rekabetinin kavşağında bir ülke olarak varlık mücadelesi veriyor. Ancak 2023’te patlak veren yeni çatışma dalgası, artık klasik bir iç savaşın ötesine geçmiştir. Bu defa, devlet ile paramiliter güçler arasındaki mücadele, bölgesel ve küresel çıkar ağlarının kesişim noktasına dönüşmüştür. Hızlı Destek Kuvvetleri adlı paramiliter yapının, özellikle Birleşik Arap Emirlikleri’nden aldığı askeri ve finansal destekle ülke çapında güç kazanması, çatışmanın şiddetini ve kapsamını benzersiz ölçüde derinleştirmiştir. Bu destek, yalnızca savaşın süresini uzatmakla kalmamış, aynı zamanda sivillerin hedef alındığı sistematik bir yıkım politikasını da beraberinde getirmiştir.
Bugün Sudan’da şehirler haritadan silinmekte, milyonlarca insan evsiz kalmakta, açlık ve hastalık savaşın en sessiz silahlarına dönüşmektedir. Darfur’da, özellikle Masalit halkına yönelik saldırılar, uluslararası hukukta “soykırım” tanımıyla örtüşen bir vahşet düzeyine ulaşmıştır. Bu süreçte uluslararası toplumun tepkisi ise gecikmiş, cılız ve etkisiz olmuştur. Birleşmiş Milletler’in çağrıları, Afrika Birliği’nin diplomatik çabaları ve Batı dünyasının kınama açıklamaları, sahada akan kanı durdurmaya yetmemektedir.
Bu sessizlik, yalnızca siyasi bir pasiflik değil, ahlaki bir iflastır. Çünkü modern dünyanın en güçlü kurumları, “insan hakları” kavramını bir değer olmaktan çıkarıp, çıkar ilişkilerinin diline tercüme etmiştir. Sudan’da yaşananlar, aslında insanlığın vicdan haritasında açılan büyük bir boşluğu işaret etmektedir. Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Yemen’de ve şimdi Darfur’da yaşananların ortak noktası, zulmün küresel sistem içinde sıradanlaşması, mazlumun sesinin ise artık yankı bulmamasıdır.
TARİHSEL VE POLİTİK ARKA PLAN
Sudan’ın bugünkü çöküşü, bir sabah ansızın patlak vermiş bir iç savaşın sonucu değildir. Aksine, bu çöküş, yüz yılı aşkın bir süredir biriken sömürgeci müdahalelerin, zayıf devlet inşası çabalarının ve kimlik temelli ayrışmaların tortusudur. Modern Sudan devleti, 19. yüzyılın sonlarında İngiliz–Mısır ortak yönetimi altında kurulduğundan bu yana, hep dış güçlerin çizdiği sınırlar içinde var olmaya zorlanmıştır. Bu sınırlar, ne etnik ne kültürel ne de tarihsel gerçekliğe karşılık geliyordu; tam tersine, böl ve yönet mantığıyla inşa edilen bu yapı, ilerleyen yıllarda iç çatışmaların zeminini hazırlamıştır.
Bağımsızlığın ilan edildiği 1956 yılı, Sudan halkı için özgürlükten çok, yeni bir belirsizliğin başlangıcı oldu. Sömürge döneminden miras kalan idari yapılanma, kuzeyin lehine, güneyin ve batının aleyhine işleyen bir merkezîyetçilik üretti. Bu durum, ulusal bir kimliğin ortak paydada inşa edilmesini imkânsız kıldı. Devlet, bir ulusun değil, bir grubun çıkarlarını temsil eden bir mekanizmaya dönüştü.
Bu dönüşüm, Sudan’ın çöküşünü hızlandıran en tehlikeli kırılmaydı. Devlet, artık tek merkezli bir otorite olmaktan çıkmış, kendi içinden çıkan silahlı gruplarla iktidarı paylaşan bir hibrit yapıya dönüşmüştü. HDK, bir yandan hükümetin güvenlik kolu gibi davranıyor, öte yandan kendi ekonomik ağlarını (özellikle altın ticareti üzerinden) kurarak bağımsız bir güç odağı haline geliyordu. Bu yapı, klasik devlet teorisinin öngördüğü egemenlik kavramını fiilen anlamsızlaştırdı: Devletin şiddet tekelini milislerle paylaşması, onu kendi varlık sebebinden uzaklaştırdı.
2019’da Beşir’in devrilmesiyle başlayan geçiş süreci, kırılganlık getirdi. Sivil ve askerî kanatlar arasındaki güç mücadelesi, Sudan’ın demokratik geleceğini belirleyecek bir sınavdı. Ancak bu süreçte HDK’nin, özellikle lideri Muhammed Hamdan Dagalo’nun (Hemedti) artan nüfuzu, sivil idarenin önünü kesti. Hemedti, Beşir döneminden kalan milis ağını kullanarak devlet içinde devlet olma kapasitesine ulaştı. Bu noktada dış aktörlerin devreye girmesi kaçınılmazdı: Körfez ülkeleri, Mısır, Rusya ve Batı’nın farklı kanalları, Sudan’daki güç dengesine kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmeye başladı.
Sudan’ın trajedisi, bu noktada artık yalnızca iç dinamiklerle açıklanamaz hale geldi. Sömürgeci mirasın bıraktığı kırılgan devlet yapısı, 21. yüzyılın jeopolitik rekabetinde bir laboratuvara dönüştü.
Bugün gelinen noktada, Sudan’da yaşanan çatışma bir rejim değişikliği mücadelesi değil, bizzat devlet olgusunun varlık savaşıdır. Tarihsel olarak merkez ile çevre arasındaki uçurum, artık silahlarla konuşan bir kimlik savaşına dönüşmüştür. Sömürgeci sınırların mirası, devletin inşa edemediği adalet ve eşitlik duygusuyla birleşince, Sudan’ın coğrafyası bir kez daha acının haritasına dönüşmüştür.
BAE VE DIŞ AKTÖRLERİN ROLÜ: YENİ BİR SÖMÜRGE FORMU MU?
Sudan’daki iç savaşın şiddeti, yalnızca yerel güç mücadeleleriyle açıklanamayacak kadar karmaşık bir yapıya sahiptir. Savaşın derinleşmesinde ve uzun süreli bir yıkım sarmalına dönüşmesinde, bölgesel ve küresel aktörlerin müdahaleleri belirleyici olmuştur. Özellikle Birleşik Arap Emirlikleri’nin HDK üzerindeki etkisi, Sudan trajedisinin en kritik ve tartışmalı boyutlarından biridir. Bu müdahale, Afrika’nın kalbinde yürütülen yeni tür bir sömürgecilik biçiminin habercisi gibidir: doğrudan işgal yerine, milisler ve ekonomik ağlar üzerinden sürdürülen “vekâlet sömürgeciliği”.
BAE’nin Sudan’daki rolü, ilk bakışta insani yardımlar, diplomatik arabuluculuk ve ekonomik işbirliği söylemleriyle maskelenmiştir. Ancak son iki yılda sahadan gelen raporlar, bu görünür yüzün arkasında çok daha karanlık bir stratejinin bulunduğunu göstermektedir. Çin menşeli silahların BAE üzerinden HDK’ye ulaştırıldığı, bu silahların çatışmalarda sivillere karşı kullanıldığı ve böylece savaşın tırmandırıldığı görülmektedir. Uydu görüntüleri, Sudan’ın batısında HDK kontrolündeki bölgelerde kurulan hava köprülerini; bölgedeki analistler ise bu silah sevkiyatının yalnızca askeri değil, ekonomik bir ağın parçası olduğunu ortaya koymuştur. BAE’nin Darfur bölgesinde altın ticareti üzerinden HDK ile kurduğu finansal bağ, savaş ekonomisinin en güçlü damarlarından biri haline gelmiştir.
Bu durum, klasik bir dış destek olgusundan öte, devlet inşasını içeriden dönüştüren bir etki yaratmıştır. BAE’nin Sudan’daki stratejisi, askeri yardımın ötesine geçerek, HDK’yi uluslararası arenada meşrulaştırma ve onu geleceğin iktidar alternatifi olarak konumlandırma çabasına dönüşmüştür. Böylece Sudan, dış destekli bir paramiliter yapılanmanın elinde hem siyasi hem ekonomik olarak parçalanmıştır. HDK’nin gücü artık yalnızca sahadaki silahlarla değil, uluslararası bağlantılarla, altın ihracat hatlarıyla ve dış finans akışlarıyla belirlenmektedir. Bu yeni yapıda egemenlik, toprağın değil sermayenin ve silahın kontrolünü elinde bulunduranların tekelindedir.
Uluslararası hukuk açısından bu durum, devlet-dışı aktörlerin desteklenmesinde sorumluluk zincirine dair ciddi sorular doğurmaktadır. 1948 Soykırım Sözleşmesi ve Cenevre Sözleşmeleri, bir devletin başka bir devletteki insanlık suçlarına dolaylı biçimde katkıda bulunmasını açık biçimde yasaklamaktadır. Sudan’ın 2025’te Uluslararası Adalet Divanı’na yaptığı başvuru, tam da bu hukuki sorumluluk meselesine odaklanmıştır: Hartum yönetimi, BAE’yi Darfur’daki Masalit halkına yönelik saldırıları desteklemekle, dolayısıyla soykırım fiiline iştirak etmekle suçlamaktadır. BAE ise bu suçlamaları reddetmiş, HDK’ye silah ya da finansman sağlamadığını, Sudan’da yalnızca “insani yardım” faaliyetlerinde bulunduğunu açıklamıştır. Ne var ki, uluslararası toplumun bu iddialar karşısındaki tutumu, yine beklenen sessizliği üretmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nde alınan hiçbir karar, fiilen sahadaki durumu değiştirememiştir.
Bu sessizlik, aslında küresel sistemin yeni bir gerçekliğe teslim olduğunu göstermektedir: Artık savaşlar ulusal çıkarlar adına değil, çıkar ağlarının yönetimi adına yürütülmektedir. BAE, Körfez bölgesindeki ekonomik dinamizmini Afrika’ya genişletme stratejisi kapsamında Sudan’ı bir “jeoekonomik köprü” olarak görmektedir. Kızıldeniz kıyılarında limanlar, maden bölgelerinde yatırım ağları, altın ticaretinde kurulan kontrol hatları, Sudan’ı bir kaynak ülkesinden çok bir sömürü hinterlandına dönüştürmüştür. Bu yeni düzen, toprağın değil, insanın değerini tüketen bir sömürge biçimidir.
BAE’nin bu stratejisi, yalnızca Sudan’la sınırlı değildir. Libya, Yemen ve Etiyopya gibi çatışma alanlarında izlenen politikalar, benzer bir modelin izlerini taşır: sahada doğrudan varlık göstermek yerine, yerel milisler aracılığıyla etki kurmak; siyasi dengeleri finanse ederek uzun vadeli nüfuz alanları yaratmak. Sudan örneğinde bu strateji, paramiliter yapıları devletin önüne geçiren bir düzene evrilmiştir. Bu düzen, kısa vadede BAE’ye stratejik kazançlar sağlasa da uzun vadede bölgesel istikrarsızlığı kalıcılaştırma riskini taşımaktadır.
Bu bağlamda Sudan’daki savaş, artık sadece iki yerel aktörün mücadelesi değil; yeni sömürgecilik biçimlerinin, vekâlet savaşlarının ve ekonomik nüfuz politikalarının bir bileşimidir. Devletlerin değil, sermaye ağlarının ve milislerin şekillendirdiği bir çağın içindeyiz. Sudan, bu çağın trajik laboratuvarıdır.
Geleneksel bakış açısından bakıldığında bu tablo, bir devletin meşruiyetini ve onurunu kaybetmesinin, dış güçlerin elinde nasıl bir araç haline geldiğini göstermektedir. Tarih, her sömürge döneminde aynı dersi tekrar eder: Devlet zayıfladığında, yabancı himaye “yardım” adı altında geri döner. Sudan’da yaşanan, bu döngünün 21. yüzyıldaki yeni versiyonudur. Silahın, altının ve stratejik sessizliğin iç içe geçtiği bu denklem, Afrika’nın kalbinde adaleti değil, yeniden tasarlanmış bir bağımlılığı üretmektedir.
Yorumlar1