Yeni Güvenlik Gerçekleri Bağlamında Türkiye’nin Sığınak Politikası
- GİRİŞ11.11.2025 08:34
- GÜNCELLEME11.11.2025 08:34
Sığınak kavramı, tarihsel olarak devletlerin savaş ve bombardıman tehdidine karşı geliştirdiği savunma yapılarının başında gelmiştir. II. Dünya Savaşı döneminde askeri hedeflerin korunması amacıyla ortaya çıkan bu yapılar, uzun yıllar boyunca “savaş zamanı korunakları” olarak algılanmıştır. Ancak Soğuk Savaş sonrası güvenlik ortamının çeşitlenmesiyle birlikte sığınakların işlevi de dönüşüme uğramıştır. Artık modern devletler için sığınaklar, yalnızca askeri saldırılardan korunma aracı değil; aynı zamanda doğal afetler, kimyasal ve biyolojik tehlikeler, enerji kesintileri veya altyapı çöküşleri gibi olağanüstü durumlarda toplumsal yaşamın devamlılığını sağlayan stratejik mekânlar haline gelmiştir.
Bu dönüşüm, güvenlik literatüründe “sivil savunmadan ulusal dirence geçiş” olarak tanımlanan paradigmatik değişimle yakından ilişkilidir. “Direnç” kavramı, devletin krizleri önleme kapasitesinden ziyade, kriz anlarında sistemin işlevselliğini sürdürebilme yeteneğine vurgu yapar. Bu bakımdan, güncellenen Türkiye Sığınak Yönetmeliği de yalnızca savunma altyapısını güçlendirmeyi değil, aynı zamanda toplumun kriz koşullarına hazırlıklı, organize ve dayanıklı hale gelmesini hedeflemektedir.
Türkiye’nin yeni yönetmeliğinde sığınakların metro tünelleri, millet bahçeleri, otoparklar ve spor alanları gibi gündelik yaşamın bir parçası olan mekânlara entegre edilmesi, bu dönüşümün somut bir yansımasıdır. Bu yaklaşım, güvenliğin artık yalnızca “olağanüstü hallerde devreye giren bir önlem” değil; barış zamanı şehir planlamasının ayrılmaz unsuru olarak görüldüğünü göstermektedir.
21.yüzyıl güvenlik ortamı, klasik askerî tehditlerin ötesinde; iklim değişikliği, göç dalgaları, siber saldırılar, enerji krizleri ve kitlesel afetler gibi çok katmanlı tehditlerle tanımlanmaktadır. Bu nedenle güvenlik, artık yalnızca sınırların korunması değil, toplumun sürekliliğinin sağlanması anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin sığınak yönetmeliğini güncellemesi, bu çok boyutlu güvenlik anlayışının doğal bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Devletin koruma kapasitesi artık silahlı kuvvetlerle sınırlı değildir; altyapı, şehir planlaması, afet hazırlığı ve iletişim sürekliliği gibi unsurlar da güvenliğin asli bileşenleri haline gelmiştir. Yönetmelikte sığınaklarda jeneratör, iletişim altyapısı, uydu telefonu, acil Wi-Fi noktası ve batarya destekli aydınlatma sistemlerinin zorunlu hale getirilmesi; modern güvenliğin yalnızca fiziksel değil, bilgi ve iletişim sürekliliği üzerine de inşa edildiğini göstermektedir.
Bu çerçevede, Türkiye’nin sığınak yönetmeliği ulusal güvenliği “askeri” olmaktan çıkarıp “toplumsal ve teknik bir ekosistem” olarak yeniden tanımlamaktadır. Bu da güvenliğin merkezine artık insanı, yaşam alanlarını ve kent dokusunu yerleştiren insan-merkezli güvenlik anlayışının bir yansımasıdır.
Türkiye’nin yeni sığınak politikası, yalnızca güvenlik eksenli bir girişim değil; aynı zamanda şehirleşmenin sürdürülebilirliği ve afet yönetimiyle doğrudan ilişkili bir adım olarak okunmalıdır. Son yıllarda artan nüfus yoğunluğu, plansız kentleşme ve deprem riski, şehirlerin kriz anlarında dayanıklılığını zayıflatan temel unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Bu nedenle, kentlerin alt yapısına entegre edilen sığınaklar, bir yönüyle kent güvenliği altyapısı oluşturmakta; diğer yönüyle de afet sonrası barınma ve koordinasyon kapasitesini artırmaktadır.
Yeni yönetmelikte sığınakların eğitim yapılarında, hastanelerde, bakım evlerinde ve sanayi tesislerinde zorunlu hale getirilmesi; kriz anlarında kritik kamu hizmetlerinin kesintisiz sürdürülebilmesi açısından stratejik bir anlam taşımaktadır. Özellikle metro tünelleri ve millet bahçelerinin sığınak vasfında düzenlenecek olması, “güvenli şehir” kavramını Türkiye’nin planlama pratiğine yerleştiren önemli bir yeniliktir.
Bu yaklaşım, aynı zamanda “iklim güvenliği” kavramıyla da örtüşmektedir. Çünkü kentlerde güvenli yaşam alanı oluşturmak, yalnızca askeri veya afet risklerini değil; aynı zamanda sıcaklık artışı, enerji kesintileri ve hava kalitesi gibi iklim temelli riskleri de dikkate alan bütüncül bir güvenlik anlayışını gerektirir. Türkiye’nin yeni sığınak yönetmeliği, bu anlamda çevresel sürdürülebilirlik ve güvenlik politikalarını ortak bir zeminde buluşturmaktadır.
Stratejik Değerlendirme
Türkiye’nin güncellenen Sığınak Yönetmeliği, ulusal güvenlik politikalarında uzun süredir hissedilen bir eksikliği gidererek sivil savunma kapasitesinin yeniden inşasını hedeflemektedir. Günümüzde güvenlik, artık yalnızca sınır savunması ya da askeri caydırıcılıkla sınırlı değildir; şehirlerin, altyapıların ve toplumun olağanüstü hâllere karşı hazırlık düzeyi de en az bunlar kadar önem taşımaktadır.
Bu bağlamda, yönetmelik Türkiye’nin güvenlik dokusuna altyapısal bir derinlik kazandırmakta; savaş, afet veya teknolojik çöküntü gibi olağanüstü durumlarda devletin işleyişini sürdürebilmesi için yeni bir “koruyucu zemin” oluşturmaktadır. Millet bahçelerinden metro tünellerine kadar uzanan sığınak ağı, yalnızca halkın fiziksel güvenliğini değil, ulusal iradenin sürekliliğini de garanti altına almayı amaçlamaktadır.
Bu çerçevede, yönetmelik aynı zamanda Türkiye’nin stratejik caydırıcılık kapasitesini de güçlendiren bir adımdır. Çünkü güçlü bir sivil savunma altyapısı, olası krizlerde yalnızca koruyucu değil, caydırıcı bir unsur işlevi de görür. Toplumun güvenlik bilincinin yükselmesi, devlete olan güvenin pekişmesi ve kriz anında koordinasyon kabiliyetinin artması; bir ülkenin toplam güvenlik kapasitesinin en görünmeyen ama en belirleyici boyutunu oluşturur.
Yeni Sığınak Yönetmeliği, afet yönetimiyle bütünleşik bir şekilde tasarlanmıştır. Türkiye’nin deprem, sel, yangın ve diğer doğal afetlerle mücadele deneyimi, sığınakların sadece savaş dönemlerinde değil, doğal afetlerde de stratejik birer güvenli alan olarak değerlendirilebileceğini göstermiştir.
Bu kapsamda, yönetmelikteki “mevcut sığınakların AFAD koordinasyonunda kayıt altına alınması” hükmü, ulusal afet yönetimi sistemine yeni bir operasyonel katman kazandırmaktadır. Bu uygulama sayesinde AFAD, olası afet senaryolarında ülke genelinde barınma, tahliye ve koordinasyon planlarını dinamik biçimde yönetebilecektir. Böylece sığınaklar, klasik anlamda birer korunma yapısından çıkarak, afet sonrası kriz merkezleri ve toplanma noktaları olarak da kullanılabilecektir.
Ayrıca, sığınakların enerji, haberleşme ve sağlık altyapısıyla donatılması, afet sonrası ilk 72 saatin en kritik dönemi için hayati bir süreklilik alanı yaratmaktadır. Bu yönüyle yönetmelik, Türkiye’nin “afet dirençli şehirler” politikasına altyapı düzeyinde önemli bir destek sağlamaktadır.
Yönetmeliğin bir diğer stratejik boyutu, toplumun güvenlik algısında ve krizlere karşı psikolojik hazırlığında yaratacağı dönüşümdür. Türkiye’de sığınak kavramı, uzun yıllar boyunca yalnızca “savaş” olgusu ile özdeşleşmiştir. Ancak yeni düzenlemeyle birlikte sığınaklar, barış zamanında da şehirlerin doğal bir bileşeni olarak planlanmakta ve bu durum topluma sürekli hazırlık bilinci kazandırmaktadır.
Toplumsal güvenlik kültürü açısından bu son derece önemli bir gelişmedir. Çünkü güvenlik yalnızca fiziksel koruma değil, aynı zamanda psikolojik dayanıklılık meselesidir. Vatandaşın, devletin olası krizlerde gerekli altyapıyı hazırladığına inanması; korku, panik ve çaresizlik duygularını azaltır. Böylelikle, toplumun kriz anlarındaki davranış biçimleri daha kontrollü, daha organize ve dayanışmacı hale gelir.
Bu açıdan bakıldığında, yeni sığınak yönetmeliği sadece betonarme yapıları değil, aynı zamanda güven duygusunu inşa etmektedir. Bu da güvenlik politikalarının en kalıcı, en soyut ama en etkili boyutudur. Devletin koruma kapasitesinin görünür hale gelmesi, vatandaş-devlet ilişkisini güçlendiren bir psikolojik güven kontratı işlevi görür.
Sığınak yönetmeliğinin getirdiği yenilikler, Türkiye’nin teknoloji odaklı güvenlik altyapısı oluşturma iradesinin de göstergesidir. Uydu telefonu, acil Wi-Fi noktası, batarya destekli LED sistemleri gibi unsurlar; modern kriz yönetiminin dijital bileşenlerini temsil etmektedir. Bu sayede sığınaklar, yalnızca pasif koruma alanları değil, aktif bilgi merkezleri haline gelmektedir.
Öte yandan, yönetmeliğin millet bahçeleri, metro tünelleri ve otoparklarla bütünleşik biçimde planlanması; “ekolojik güvenlik” anlayışını da güçlendirmektedir. Yeşil alanlarla yeraltı koruma alanlarının bir araya getirilmesi, sürdürülebilir güvenlik mimarisi olarak nitelendirilebilecek yeni bir yaklaşımı temsil eder. Bu model, çevreyle uyumlu altyapı üretimini teşvik ettiği gibi, doğal afetlerle mücadelede de çevresel direnci artıran bir işlev görmektedir.
Kurumsal düzeyde ise 44 farklı kurumun katılımıyla yürütülen hazırlık süreci, Türkiye’de güvenlik politikalarının çok aktörlü ve koordineli bir biçimde yürütülmeye başlandığını göstermektedir. Bu durum, merkezi otorite ile yerel yönetimler arasındaki iş birliğini güçlendirerek, güvenliği salt “devlet işi” olmaktan çıkarıp toplumsal bir ortak sorumluluk alanına dönüştürmektedir.
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol