Seküler radikalleşme

  • GİRİŞ18.11.2025 08:51
  • GÜNCELLEME18.11.2025 08:51

Sekülerlik ve laiklik, modern siyasal düşüncenin temel kavramlarından biri olmakla birlikte, her coğrafyada farklı tarihsel deneyimlerden beslenmiş, bu nedenle de farklı anlam katmanlarıyla şekillenmiştir. Batı Avrupa'da sekülerlik, dinî kurumların siyasi otorite üzerindeki etkisini sınırlamak ve bireylerin vicdan özgürlüğünü güvence altına almak amacıyla gelişmiştir. Fransız tipi katı laiklik, özellikle Katolik Kilisesi'nin siyasal gücünü kırma hedefiyle şekillenmiş; Anglo-Sakson modelde ise devlet, dini dışlamayan fakat tarafsız kalan bir hakem rolü üstlenmiştir. Her iki yaklaşımda da ortak nokta, dinin kamusal alan üzerindeki belirleyiciliğinin sınırlandırılmasıdır. Ancak bu sınırlandırma, inancı veya inançlı bireyleri aşağılamak anlamına gelmez; bilakis farklı inançların bir arada yaşayabileceği çoğulcu bir düzenin inşası hedeflenmiştir.

Türkiye’de sekülerliğin tarihi, yüzeyde bir ilerleme ve modernleşme hikâyesi olarak okunmaya elverişlidir. Ancak bu hikâyenin derinlerinde, halkla mesafeli bir seçkinler zümresinin, devlet aygıtını kullanarak toplum mühendisliğine giriştiği daha karmaşık ve sancılı bir süreç gizlidir. Sekülerlik bu topraklarda, Batı’daki gibi kilise ile devlet arasındaki tarihsel mücadeleden değil, imparatorluktan ulus devlete geçişin sancıları içinde, çoğu kez halkın iradesine rağmen uygulanan bir ideolojik dayatma olarak tecrübe edilmiştir. Bu da laikliğin, zamanla toplumun önemli bir kesimi tarafından bir özgürlük ilkesi değil, bir bastırma aygıtı olarak algılanmasına yol açmıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, laiklik projesi daha radikal biçimde uygulanmaya başlandı. Halifeliğin kaldırılması (1924), Tekke ve Zaviyelerin kapatılması (1925), Kılık-Kıyafet Kanunu (1925), Türk Medeni Kanunu'nun kabulü (1926) ve ezanın Türkçeleştirilmesi (1932) gibi adımlar, toplumun geleneksel dini hayatını hızla geri plana itmeyi amaçlıyordu. Bu reformlar modernleşme idealiyle uyumluydu; ancak halkın inanç dünyasına gösterilen sınırlı empati, sekülerliğin halk nazarında dışsal ve dayatmacı bir kimlik kazanmasına yol açtı.

Tek Parti dönemi boyunca laiklik, neredeyse bir “resmî ideoloji” hâline geldi. Devlet, yalnızca dini değil, aynı zamanda halkın kadim kültürel kodlarını da kontrol etme ve dönüştürme arzusundaydı. Özellikle köylü kesimin dinî pratikleri, cehalet ve gerilikle özdeşleştirilerek, seküler elitin “medenileştirme misyonu” adı altında hedef haline getirildi. Bu yıllarda laiklik, toplumun geniş kesimleriyle barışık bir zemin kurmak yerine, yukarıdan aşağıya homojenleştirici bir ideolojik baskıya dönüştü.

1950 sonrası çok partili hayat, dini kimliğin yeniden kamusal görünürlük kazanmasına imkân tanıdı. Ancak bu süreç, seküler elit çevrelerde “Cumhuriyetin kazanımlarının geri alınması” endişesine neden oldu. Bu endişe, özellikle 28 Şubat süreci ile zirveye ulaştı. Bu dönemde başörtülü öğrenciler üniversitelerden atıldı, dindar kamu çalışanları sistem dışına itildi ve dini kimlik açık bir tehdit unsuru gibi gösterildi. Sekülerlik burada artık sadece bir anayasal ilke değil, doğrudan bir siyasi baskı aracına dönüşmüş, halkın inanç temelli talepleri “irtica tehdidi” söylemiyle bastırılmıştır.

2000’li yıllarda ise, seküler radikalizm yeni bir form kazandı. Bu kez devlet değil, sivil seküler elit çevreler sekülerliği bir “yaşam tarzı üstünlüğü” söylemine dönüştürdü. Başörtüsünü sadece bir inanç değil, bir ideolojik tehdit olarak gören, muhafazakâr bireylerin kültürel alandaki varlığını hazmedemeyen, seküler olmayan her fikri ve estetiği “taşralı, ilkel, gerici” ya da “çağ dışı” olarak etiketleyen bir seküler radikal tutum yerleşti. Bu radikalleşme artık sadece devlet eliyle değil, kültürel hegemonya yoluyla uygulanır hâle geldi.

Bu tarihsel arka plan, Türkiye’de sekülerliğin zaman içinde nasıl sertleştiğini, toplumla arasındaki mesafenin nasıl açıldığını ve bu mesafenin nasıl bir kimlik çatışmasına dönüştüğünü açık biçimde ortaya koymaktadır. Sekülerliğin kamusal özgürlük alanı inşa etmekten ziyade, kimlik dayatan bir yapıya evrilmesi, toplumsal barışı tehdit eden ideolojik kutuplaşmanın en derin sebeplerinden biridir. Bu dönüşüm, yalnızca geçmişin bir mirası değil; günümüzde de siyasal ve kültürel çatışmaların zeminini hazırlayan dinamik bir süreçtir.

SEKÜLER RADİKALİZMİN YÜKSELİŞİ

Günümüz Türkiye’sinde seküler radikalizm, artık sadece devletin ideolojik refleksleriyle değil; medya, akademi, sanat dünyası ve dijital alanlarda etkin olan seküler çevrelerin kültürel söylemleriyle derinleşen bir toplumsal vakıaya dönüşmüştür. Bu yeni radikalizm biçimi, klasik anlamdaki sekülerliğin sınırlarını aşarak, kendine has bir kültürel tahakküm kurma eğilimi göstermektedir. Laikliği bir yaşam hakkı değil, bir yaşam tarzı zorunluluğu hâline getiren bu yaklaşım, birlikte yaşama kültürünü zehirleyen bir dışlayıcılık üretmektedir.

Bugün seküler radikalizmin yükselişini özellikle üç ana alanda gözlemlemek mümkündür: medya dili, akademik çevreler ve sosyal medya söylemi.

Günlük basında, televizyon yorumlarında ve özellikle dijital haber platformlarında, muhafazakâr kimlikler açık ya da örtük bir biçimde hedef hâline getirilmektedir. Başörtüsü gibi dini semboller, sadece bireysel tercih değil, “siyasal niyet” olarak okunmakta; dindar bireyler “tehlike”, “gericilik” ya da “karanlık geçmişin temsilcisi” olarak kodlanmaktadır. Örneğin bazı haber başlıklarında başörtülü bir sanatçının ya da sporcunun başarısı “şaşırtıcı”, “çelişkili” ya da “istikrarsız” gibi nitelemelerle verilmektedir. Bu dil, seküler olmayan bireyleri sürekli olarak kültürel olarak “eksik” veya “uyumsuz” ilan etmekte ve böylelikle bir tür sosyokültürel dışlama mekanizması inşa etmektedir.

Akademik dünyada da seküler radikalizm, görünmez ama etkili bir bariyer oluşturmaktadır. Dindar akademisyenler çoğu zaman doğrudan değil, söylemsel olarak dışlanmakta; onların akademik üretimleri, “yandaşlık”, “bilimsellikten sapma” veya “ideolojik eğilim” gerekçeleriyle değersizleştirilmektedir. Oysa akademi, farklı dünya görüşlerinin bilimsel zeminde tartışıldığı bir özgürlük alanı olmalıdır. Ancak seküler radikalizmin hâkim olduğu üniversitelerde, dini referansı olan bir yaklaşım baştan şüpheyle karşılanmakta; bu durum entelektüel çeşitliliği ve akademik derinliği tehdit etmektedir.

Sosyal medya, seküler radikalizmin en görünür ve keskin biçimlerinden birine sahne olmaktadır. Dini değerleri savunan bir gencin sanatsal faaliyeti “propaganda”, aile yapısına vurgu yapan bir beyan “ortaçağ özlemi” olarak etiketlenmektedir. Seküler radikalizm burada, eleştiriden çok, dijital linç biçiminde tezahür etmektedir. Öyle ki, yalnızca inancını açıkça ifade eden bireyler değil, dini değerlere saygı gösteren seküler bireyler dahi bu saldırgan söylemlerden nasibini almaktadır.

Bu atmosferde sekülerlik, artık ortak yaşamın nötr zemini değil; bir tarafın kendini mutlak hakikat olarak dayattığı ideolojik bir silaha dönüşmektedir. Oysa laikliğin meşruiyeti, tüm kimliklere eşit mesafede durabilmesiyle mümkündür. Seküler radikalizm ise bu dengeyi bozarak, hem demokratik zemini zayıflatmakta hem de millî birlik açısından tehlikeli bir toplumsal kutuplaşmayı derinleştirmektedir.

Bu güncel tablonun en çarpıcı yanı, çoğulculuk ve hoşgörü gibi modern değerlerin, kendi içinden doğan bir ideolojik sapmayla otoriterlik üretmesidir. Seküler radikaller, özgürlüğü savunduklarını iddia ederken, aslında farklı yaşam tarzlarına hayat hakkı tanımayan yeni bir tahakküm ilişkisi kurmaktadır. Bu durum, sadece dindar bireyleri değil, sessiz çoğunluğu da psikolojik olarak kuşatmakta; insanlar, inançlarını, değerlerini ve kimliklerini kamusal alanda açıkça ifade etmekten çekinir hâle gelmektedir.

MİLLÎ BİRLİK AÇISINDAN SEKÜLER RADİKALLEŞMENİN TEHLİKELERİ

Türkiye'nin en kıymetli ve tarihsel olarak en çok tehdit altında kalan değeri, hiç şüphesiz millî birliktir. Farklı inançlara, etnik kökenlere, sosyoekonomik katmanlara ve kültürel kodlara sahip bireylerin asgari müştereklerde buluşabilmesi; bir arada yaşama iradesinin korunması, tarih boyunca bu coğrafyada var kalmanın temel şartı olmuştur. Ancak bu birlikte yaşama iradesi, yalnızca fiziki bir sınırlar bütünlüğünden değil, aynı zamanda gönül coğrafyasının ortak değerlerinden, yani kültürel adaletten, karşılıklı saygıdan ve temsilde adaletten beslenir.

Seküler radikalleşme, işte tam bu noktada toplumsal bütünlüğü tehdit eden, görünürde entelektüel ama özünde dışlayıcı bir fay hattına dönüşmektedir. Bu zihniyetin temel sorunu; yalnızca farklıya tahammülsüzlük değil, farklı olanı sistematik olarak aşağılayan, ötekileştiren ve kamusal alandan dışlayan bir davranış biçimi geliştirmesidir. Böyle bir tavır, millî kimliği oluşturan çok sesliliğe değil, tek tipleştirici bir “makbul vatandaş” tanımına yaslanır. Bu ise toplumsal güveni dinamitleyen, kırılgan kimlikleri çatışmaya sürükleyen bir süreçtir.

Tarihten biliyoruz ki; devletin veya herhangi bir elit grubun toplumu kültürel olarak tek bir modele indirgeme çabası, uzun vadede direnç üretir. Baskılanan her kimlik, bastırıldığı oranda daha sert ve savunmacı hâle gelir.

Öte yandan seküler radikalleşme, yalnızca muhafazakâr bireyleri değil; çoğulculuktan yana olan seküler bireyleri de baskı altına almaktadır. Sessiz çoğunluk, iki uç arasındaki gerilimde sıkışmakta; kamusal alan giderek ideolojik kamplar hâlinde parçalanmaktadır. Böyle bir atmosferde toplumsal dayanışma, yerini güvensizliğe; kültürel zenginlik ise karşılıklı tahakküm savaşlarına bırakmaktadır.

Bu kırılmanın millî güvenlik açısından da göz ardı edilemeyecek etkileri vardır. Toplumun geniş kesimleri sistemin dışında veya sistemin ötekisi olarak hissettiğinde, devletle vatandaş arasındaki bağ zayıflar. Özellikle küresel ölçekte dezenformasyon kampanyalarının, kimlik siyasetinin ve kültürel provokasyonların arttığı bir dönemde, bu tür iç fay hatları dış müdahalelere açık hâle gelir. Tarih, dış baskıların iç parçalanmalarla birleştiğinde nasıl yıkıcı sonuçlara yol açtığını fazlasıyla göstermiştir.

Bu tablo, laikliğin kendisini de zayıflatan paradoksal bir sonuç doğurur. Sekülerlik ilkesi, farklı yaşam tarzlarının güvende olmasını sağlamak için vardır. Ancak sekülerlik, bir grubun kimliğini bastırmak için kullanıldığında; kendine olan toplumsal inancı da kaybeder. Bu da Türkiye’de hem laikliğin hem de demokrasinin meşruiyet zemininin aşınması anlamına gelir.

Türkiye'nin tarihinde karşılaştığı pek çok tehditte milletin en büyük gücü, ortak değerlerde buluşabilme kabiliyetidir. Bu nedenle millî birlik açısından gerçek tehlike; farklılıklar değil, farklılıkları yok sayan zihniyetlerdir. Seküler radikalizm, bu anlamda yalnızca bir ideolojik sapma değil, birlik ruhunu örseleyen sistematik bir bölünme pratiğidir.

Yorumlar3

  • CHP zihniyeti 6 saat önce Şikayet Et
    Herkesi robot yapmaya çalışmakta onlar ne istiyor nasıl istiyorlar ise neyi uygun görüyorlarsa diğer varoş dedikleri aşağıladıkları kesim robot olacak onlar için çalışacak onları besleyecek ki onlarda mutlu bir hayat sürsünler CHP liler ve diğerleri olarak görüyorlar diğerleri sdece çalışacak emek sarfedeck onları rahat ettirecek onlara KUL olacak özetle KAST sistemi
    Cevapla
  • AĞACAN 13 saat önce Şikayet Et
    Gerçek tehlike; farklılıklar değil, farklılıkları yok sayan zihniyetlerdir. Amaçları, Birlik ruhunu örseleyen sistematik bir bölünme pratiğidir. Ancak bu KADİM MİLLET HER TÜRLÜ OYUNU BOZACAK KUDRETE VE DEVLET AKLINA SAHİPTİR Sayın hocam. kaleminize sağılık.
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • ertan 13 saat önce Şikayet Et
    tebrik ederim. çok güzel analiz etmişsiniz. esasen kendini medeni telakki eden radikal seküler bireylerin, gerçekte ne kadar bağnaz, tahammülsüz ve çağ dışı yaklaşım sergilediklerini ve tırnak içinde vatandaş deyiminden ne kadar uzaklaştıkları da aşikar oluyor.
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat