Hakikatin çöküşü ve yeni gerçeklik rejimleri: Post-Truth çağında bilgi, siyaset ve güvenlik

  • GİRİŞ21.11.2025 09:09
  • GÜNCELLEME21.11.2025 09:09

Hakikat, düşünce tarihinin en temel ve en tartışmalı kavramlarından biri olagelmiştir. Antik Yunan’dan bu yana filozoflar hakikatin doğası, kaynağı ve ölçütleri üzerine düşünmüş, hakikate ulaşmanın yollarını aramışlardır. Bu arayış, yalnızca felsefi bir problem değil, aynı zamanda siyasal, etik ve epistemolojik bir meselenin merkezinde yer alır. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle postmodern düşüncenin etkisiyle, hakikat kavramı ciddi bir epistemolojik sorgulamaya maruz kalmış ve bugünün “post-truth” olarak adlandırılan çağında, artık bir kriz haline dönüşmüştür.

Modernitenin hakikat anlayışı büyük ölçüde Kartezyen rasyonalizm üzerine inşa edilmiştir. Descartes'in “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesi, bireysel aklın hakikate ulaşmadaki önceliğini tesis ederken, aynı zamanda nesnel bir gerçekliğe erişimin de mümkün olduğu varsayımına dayanıyordu. Bu anlayış, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte geniş bir toplumsal ve siyasal projeye dönüşmüş, bilgiye, akla ve ilerlemeye dayalı bir evrensel hakikat rejimi kurulmaya çalışılmıştır.

Ne var ki bu rasyonalist paradigma, 19. yüzyılın sonlarına doğru ciddi bir eleştiriye maruz kaldı. Friedrich Nietzsche, hakikati tanrısal bir kategori olarak değil, insan iradesinin ve güç arzusunun bir ürünü olarak görür. Ona göre, hakikat dediğimiz şey aslında “unutulmuş metaforlar”dan ibarettir; insanlar tarafından oluşturulmuş ve zamanla doğallaştırılmış temsillerdir. Nietzsche’nin bu radikal perspektifi, hakikatin mutlak değil inşa edilmiş bir olgu olduğunu vurgular ve böylece modernitenin temel dayanaklarını sorguya açar. Onun bu yaklaşımı, ilerleyen yıllarda Michel Foucault’nun bilgi-iktidar ilişkisini temel alan düşüncelerinde yeniden yankı bulacaktır.

Foucault’ya göre, bilgi hiçbir zaman iktidardan bağımsız değildir; bilgi alanı, iktidarın örgütlediği bir sahadır. Bu bağlamda “hakikat” de iktidar tarafından kurulan, sürdürülen ve yeniden üretilen bir rejimin sonucudur. Foucault’nun “hakikat rejimi” kavramı, post-truth çağını anlamak için özel bir önem taşır; çünkü artık hakikat, nesnel bir gerçekliği yansıtmakla değil, belirli güç yapılarına hizmet etmekle anlam kazanmaktadır.

Jean Baudrillard ise bu süreci daha ileri bir boyuta taşır. Ona göre çağdaş dünyada artık hakikat, temsiller aracılığıyla değil, temsillerin temsilleriyle —yani simülakrlarla— yer değiştirir. Bu durum, gerçekliğin yerini hipergerçekliğin aldığı bir çağın kapılarını aralar. Baudrillard’ın ifadesiyle, “gerçek artık bir simülasyonun izi bile değildir; bir şeylerin kaybolmuşluğunun parodisidir.” İşte post-truth çağında gözlemlenen, duyguların ve kanaatlerin olgulara üstün gelmesi, bu simülakrlık düzleminde okunabilir. Gerçeklik artık olanı temsil eden değil, hissedileni çoğaltan bir medyatik düzlemde işlemektedir.

Hakikatin bu tarihsel ve felsefi dönüşümü, bugünkü post-truth ortamının entelektüel zeminini oluşturur. Bu kriz salt bir bilgi krizi değil, aynı zamanda insanın dünyayla, toplumla ve kendisiyle kurduğu ilişki biçiminin krizidir. Gerçekliğin anlamını yitirdiği, bilgiyle bağın zayıfladığı ve duyguların mutlaklaştırıldığı bir çağda, hakikatin ne olduğu kadar, ne işe yaradığı ve kimin için var olduğu da yeniden düşünülmelidir.

Post-Truth’un Toplumsal ve Teknolojik Koşulları

Post-truth çağının anlaşılmasında yalnızca felsefi arka plan yeterli değildir; bu çağın oluşmasında etkili olan toplumsal, kültürel ve teknolojik dönüşümlerin de dikkatle analiz edilmesi gerekir. Zira hakikatle kurulan ilişkinin değişmesi, yalnızca düşünce tarihinin evrimiyle değil, aynı zamanda bilginin üretim, dolaşım ve tüketim biçimlerindeki radikal değişimle de doğrudan bağlantılıdır. Özellikle dijital teknolojilerin yükselişi, sosyal medyanın yaygınlaşması ve bireyin enformasyon ekosistemindeki konumunun dönüşmesi, post-truth’u sadece bir söylem krizi olmaktan çıkarıp yapısal bir meseleye dönüştürmüştür.

21.yüzyılın ikinci yarısında kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, bilgiye erişimi kolaylaştırmakla birlikte, bilginin nicel olarak çoğalmasına ve niteliksel olarak ayrışmasına da neden olmuştur. Ancak asıl kırılma, internetin ve ardından sosyal medya platformlarının hayatın merkezine yerleşmesiyle yaşanmıştır. Artık bireyler yalnızca bilgi tüketicisi değil, aynı zamanda üreticisi konumundadırlar. Bu durum, geleneksel medya kurumlarının “hakikat filtresi” olarak işlev gördüğü yapının çözülmesine ve bilgi otoritesinin dağılmasına yol açmıştır. Bilgi, doğruluğuyla değil, paylaşılabilirliğiyle ve duygusal etkisiyle değer kazanır hale gelmiştir.

Burada karşımıza çıkan temel problem “epistemik kopuş”tur. Gerçeklik algısının parçalanması, bireylerin birbirinden bütünüyle kopuk enformasyon evrenlerinde yaşamalarına neden olur. Algoritmalar, bireyin geçmiş davranışlarına göre içerik sunarak “onay baloncukları” (echo chambers) yaratır. Böylece kullanıcılar yalnızca kendi dünya görüşlerine uygun bilgileri görürken, zıt fikirlerle karşılaşma olasılığı neredeyse sıfırlanır. Bu dijital izolasyon, bilgiye dayalı uzlaşının yerini kanaat temelli kutuplaşmalara bırakmasına neden olur. Artık mesele doğru ya da yanlış değildir; mesele “benim gerçeğim” ile “senin gerçeğin” arasındaki farktır.

Bu bağlamda dikkat çekilmesi gereken bir diğer kavram, “duygusal hakikat”tir. Post-truth çağında hakikat, duygularla uyumluysa kabul edilir; olgularla çelişse bile, hissedilenin gücü daha baskın hale gelir. Donald Trump’ın başkanlık kampanyasında sıkça kullandığı ve Kellyanne Conway tarafından savunulan “alternatif gerçekler” söylemi, bu dönüşümün çarpıcı bir örneğidir. Burada gerçeklik, duygusal rezonans yarattığı sürece geçerlidir. Toplumsal bellekte yer eden korkular, öfke, ötekileştirme arzusu ya da aidiyet duygusu, rasyonel analizlerin önüne geçer. Popülist siyasetçiler bu durumu stratejik olarak kullanarak, gerçeğin değil inancın siyasetine yönelirler.

Sosyal medyanın bu süreçteki rolü salt teknik değil, ideolojiktir. Facebook, Twitter (X), YouTube gibi platformlar, yalnızca içerik sunmakla kalmaz, aynı zamanda bireylerin neyin görünür neyin görünmez olduğuna dair bir algoritmik sansür uygular. Böylece görünürlüğün hakikatin yerini aldığı bir düzende, “gerçek olan” artık en çok dolaşıma giren, en çok yankı bulan içeriktir. Görünürlük ile geçerlilik arasındaki bu bulanık ilişki, hakikati bir içerik pazarlama aracına dönüştürür.

Bu dönüşüm yalnızca bireyleri değil, kurumları da etkiler. Bilgi otoriteleri – akademi, medya, bilim toplulukları – itibarsızlaştırılırken, yerlerini "duygu uzmanları", influencer’lar ve komplo teorisyenleri almaktadır. Bilginin demokratikleşmesi adı altında yaşanan bu süreç, aslında bilginin değersizleşmesine ve gerçeğin öznel deneyimlere indirgenmesine neden olur. Bilginin nicel olarak çoğalması, hakikatin nitel olarak aşınmasına engel olamamıştır. Tam aksine, bilgi bolluğu içerisinde hakikatin sesi çoğu zaman duyulmaz hale gelir.

Siyaset ve Post-Truth: Hakikatin Yitirildiği Alan

Post-truth kavramının en derin etkilerinden biri siyaset alanında gözlemlenir. Siyaset, tarihsel olarak hakikatle her zaman gerilimli bir ilişki içinde olmuştur. Ancak bu ilişki, modern liberal demokrasilerin inşasında belirli ilkelerle dengeye oturtulmaya çalışılmıştır: olgulara dayalı karar alma, şeffaflık, hesap verebilirlik ve rasyonel tartışma kültürü. Bugün post-truth çağında bu dengeler, yerini duygulara, inançlara ve sadakate dayalı bir siyasal iletişim tarzına bırakmış durumdadır. Bu bağlamda siyaset artık hakikatin izini süren değil, hakikatin yerine geçen bir duygular rejimini yönetmektedir.

Bu kırılmayı anlamak için Carl Schmitt’in siyaset anlayışı yol gösterici olabilir. Schmitt’e göre siyasetin özü, dost ile düşman ayrımı yapabilme kudretidir. Post-truth siyaseti, tam da bu ayrımı duygusal ve hakikate kapalı bir biçimde kurarak işler. Gerçeklik, karşı tarafın söylediği her şeyin “yalan” olduğu ön kabulüyle dışlanır. Böylece siyaset, hakikat arayışının değil, sadakat gösterisinin alanı haline gelir. Bu yaklaşım, siyasi rekabeti rasyonel tartışma zemininden çıkarıp varoluşsal bir mücadeleye dönüştürür. Hakikatin değeri, taraflardan birine hizmet edip etmemesine göre belirlenir. Dolayısıyla siyaset, hakikati temel almaktan çok, hakikati biçimlendirme iddiasıyla hareket eder hale gelir.

Bu yeni siyasal iklimde, “gerçek” olmak artık nesnel olgulara değil, kitlelerin duygusal kabullerine dayanır. Bu durumu Hannah Arendt’in “gerçeğin siyasetteki kırılganlığı”na dair analizleriyle birlikte düşünmek önemlidir. Arendt, totaliter rejimlerin temel özelliklerinden birinin, olgusal gerçekliği sistemli bir biçimde bozmak olduğunu ifade eder. Ona göre, gerçeği itibarsızlaştırmak, yalnızca muhalefeti susturmak değil, bireyin dünyayla kurduğu ilişkiyi temelden sarsmak anlamına gelir. Zira hakikat olmadan özgür tartışma; tartışma olmadan ise demokrasi yaşayamaz.

Arendt’in uyarısını bugünün dijital popülizmiyle birlikte düşündüğümüzde, hakikatin siyasette nasıl etkisizleştirildiğini daha iyi görebiliriz. Liderler, olguları eğip bükerek değil, onları bütünüyle görmezden gelerek konuşurlar. Toplumlar ise, bu söylemin içinde hakikatle değil, kimlikle, aidiyetle, öfkeyle hizalanırlar. Böylece “yalana inanma” süreci bilinçli bir cehaletle değil, duygusal bağlılıkla açıklanır. Bu, yalnızca bir dezenformasyon problemi değil, bir ontolojik güven krizidir.

Post-truth siyasetinde yalan söylemek stratejik bir araç değil, siyasi bir eylem biçimidir. Donald Trump’ın “seçim yalanları”, Brezilya’da Jair Bolsonaro’nun pandemi karşıtı söylemleri ya da Brexit sürecinde gerçeği çarpıtan iddialar, yalnızca hatalı bilgi değil, gerçekliğe karşı duyarsızlıkla şekillenen bir siyasetin ürünleridir. Bu örnekler, artık siyasetin bilgi üzerinden değil, duygu üzerinden meşruiyet kazandığını ortaya koyar. Kitlelerin ilgisi rasyonel tutarlılığa değil, hitabetin şiddetine ve kimliklere yapılan duygusal çağrılara odaklanır.

Bu dönüşüm, sadece hakikatin değersizleşmesine değil, aynı zamanda demokratik yapının çürümesine yol açar. Gerçeğin araçsallaştırıldığı bir politik düzlemde, vatandaşlar yalnızca bilgilendirilmez; aynı zamanda manipüle edilir. Bu, demokrasinin kamusal akıl yürütme idealine doğrudan bir tehdittir. Bilgiye dayalı siyasal karar alma mekanizmalarının yerine, duygulara hitap eden bir kitle yönlendirme düzeni geçmiştir. Sonuçta hakikati savunmak, bir bilgi meselesinden çok, bir etik ve siyasal sorumluluk haline gelir.

Post-Truth’un Güvenlik ve İstihbarat Alanına Yansımaları

Post-truth yalnızca bir siyasal söylem ya da kültürel atmosfer değil; aynı zamanda ulusal güvenlik, istihbarat faaliyetleri ve stratejik iletişim alanlarını da derinden etkileyen bir yapısal dönüşüm sürecidir. Hakikatin istikrarsızlaştığı bir çağda, güvenliğin konusu da yalnızca fiziki tehditlerden değil, epistemik tehditlerden beslenir. Artık savaşlar sadece topraklar üzerinde değil, zihinlerde, algoritmalarda ve enformasyon akışlarında verilmektedir. Bu bağlamda post-truth, modern güvenlik anlayışını kökten değiştiren bir paradigma olarak karşımıza çıkar.

Geleneksel güvenlik anlayışlarında tehdit; somut, ölçülebilir ve nesnel olarak tanımlanabilir bir fenomendi. Ancak post-truth çağında bu netlik bulanıklaşır. Tehditler artık yalnızca tanklarla ya da füzelerle değil, bilgiyle, daha doğrusu bilgi kisvesi altındaki manipülasyonla şekillenir. Bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri, hibrit savaş stratejilerinde görülebilir. Özellikle Rusya’nın 2014 Kırım müdahalesi sonrası uyguladığı bilgi savaşı taktikleri, askeri harekâttan çok bir algı mühendisliği başarısı olarak değerlendirilmiştir. Yalan, spekülasyon ve bilgi doygunluğu iç içe geçerek gerçeği görünmez kılmış; böylece eylemler, tepki verilemez hale getirilmiştir.

Bu noktada “epistemik güvenlik” kavramı öne çıkar. Epistemik güvenlik, bir toplumun güvenilir bilgiye erişebilme ve kararlarını sağlam bilgiye dayandırabilme kapasitesini ifade eder. Post-truth çağında bu kapasite sistematik olarak aşındırılmaktadır. Dezenformasyon, yalnızca bilgi yanlışlığı değil; aynı zamanda kamuoyunun gerçeğe olan güvenini yıpratma stratejisidir. Toplumlar hakikate güvenmediğinde, hiçbir güvenlik politikası, ne kadar sofistike olursa olsun, tam anlamıyla etkili olamaz. Çünkü tehdit algısının kendisi artık manipüle edilebilirdir. Gerçekliğin şekillendirildiği yerde, tehdidin tanımı da araçsallaştırılır.

İstihbarat kurumları açısından bu yeni düzlem, geleneksel doğrulama ve analiz yöntemlerini yetersiz kılmaktadır. Açık kaynak istihbaratının (OSINT) yükselişi, bilgi bolluğu çağında büyük bir fırsat sunarken, aynı zamanda sahte bilginin doğrulardan ayırt edilmesini de zorlaştırmaktadır. Bir diğer sorun ise “deepfake” gibi teknolojilerin ürettiği simüle gerçekliklerdir. Artık bir videonun ya da ses kaydının gerçek olup olmadığını anlamak teknik olarak mümkün olsa da, bu süreç çoğu zaman siyasi karar almanın hızıyla uyuşmaz. Dolayısıyla hakikatin tespiti zamanla yarışırken, yalanın yayılma hızı her zamankinden daha yüksek bir tehdit haline gelir.

Stratejik iletişim bağlamında da durum farklı değildir. Devletlerin güvenlik politikaları, yalnızca tehditleri bastırmakla değil, aynı zamanda kamuoyunu ikna etmekle de ilgilidir. Bu bağlamda bilgi, artık bir savunma unsuru değil, bir saldırı aracıdır. Gerçeğin kontrolü, bir güç kapasitesi olarak görülmektedir. Bu da istihbaratın temel amacını –nesnel bilgiye ulaşmak ve karar vericileri doğru yönlendirmek– ideolojik bir çerçeveye sıkıştırır. Gerçeklik, stratejik çıkarların ardında konumlandırıldığında, hakikat ile propaganda arasındaki sınır bulanıklaşır. Bu, özellikle demokratik toplumlarda kamu güveninin aşınmasına neden olan ciddi bir risktir.

Son olarak, bu yeni güvenlik mimarisinde bireyin de pasif bir hedef olmaktan çıkıp aktif bir aktöre dönüştüğünü görmek gerekir. Birey, bilgi üretir, yayar, yorumlar ve çoğu zaman da manipülasyonun taşıyıcısı haline gelir. Bu, güvenliği yalnızca devletlerin ya da kurumların sağladığı bir yapı olmaktan çıkarıp, toplumsal bir farkındalık ve direnç meselesi haline getirir. Post-truth çağında güvenlik, sadece dış tehdide karşı değil; içsel epistemik dayanıklılığın inşasıyla da ilgilidir.

Çıkış Yolları: Yeni Bir Hakikat Rejimi Mümkün mü?

Post-truth çağının sunduğu meydan okuma, yalnızca hakikatin kaybı değil; aynı zamanda hakikate olan inancın zayıflamasıdır. Bu inanç zayıfladığında, yalnızca bilgi değil, birlikte yaşama iradesi, siyasal rıza ve toplumsal sözleşme de çözülme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu nedenle çıkış yolu aramak, sadece akademik ya da entelektüel bir merak değil; ahlaki, siyasal ve kültürel bir sorumluluktur. Sorulması gereken soru şudur: Gerçeğin değersizleştiği bir çağda, hakikati yeniden nasıl tesis edebiliriz?

İlk adım, hakikatin epistemik değil, aynı zamanda etik bir mesele olduğunu kabul etmektir. Hakikat yalnızca "doğru bilgi" değildir; aynı zamanda ortak yaşama arzumuzun temelini oluşturan bir güvencedir. Bu bağlamda hakikati savunmak, bilgiyle olduğu kadar cesaretle de ilgilidir. Hannah Arendt’in deyimiyle, hakikati savunmak bazen "yalnız kalmak" pahasına da olsa, dünya ile aramızdaki ilişkiyi onarmanın bir biçimidir. Bu, özellikle entelektüeller, akademisyenler, gazeteciler ve kanaat önderleri için tarihsel bir sorumluluktur.

Eğitim sistemleri bu mücadelede kilit bir role sahiptir. Hakikat sonrası çağ, yalnızca daha fazla bilgi gerektirmez; daha iyi düşünme, daha iyi sorgulama, daha güçlü muhakeme becerileri gerektirir. Eleştirel düşünme, medya okuryazarlığı ve epistemolojik farkındalık gibi alanlar, müfredatların merkezine yerleştirilmelidir. Genç kuşakların, yalnızca bilgiye ulaşabilen değil; aynı zamanda bilgiyle ahlaki bir ilişki kurabilen bireyler olarak yetiştirilmesi, post-truth’un yayılmasını sınırlayabilir. Zira hakikat, sadece bilen zihinlerde değil, sorumluluk hisseden yüreklerde de yaşar.

Teknoloji devlerinin –özellikle algoritmalar aracılığıyla görünürlüğü belirleyen sosyal medya şirketlerinin– şeffaflık ve etik sorumluluk taşıması bir diğer zorunluluktur. Veri odaklı kapitalizm, dikkat ekonomisi ve içerik optimizasyonu gibi mekanizmalar, hakikati metalaştırmakta; görünürlüğü, geçerliliğin yerine koymaktadır. Bu nedenle hem ulusal hem uluslararası düzeyde düzenleyici çerçevelerin oluşturulması, dezenformasyonla mücadelede önemli bir araç olabilir. Ancak bu mücadele sansürle değil, şeffaflık ve kamusal denetimle yürütülmelidir.

Aynı şekilde medya kurumlarının da post-truth karşısında pasif birer tanık değil, aktif birer hakikat savunucusu olması gerekir. Haberciliğin hız yerine doğruluğu öncelemesi, kamu yararını gözeten etik kodların güçlendirilmesi ve medya çalışanlarının bu alanda sürekli eğitilmesi elzemdir. Toplumun, güvenilir bilgi kaynaklarına duyduğu ihtiyacın, yalnızca teknolojiyle değil, güvenle inşa edileceği unutulmamalıdır.

Son olarak, bireylerin kişisel sorumluluğu bu mücadelenin merkezindedir. Hakikat, yukarıdan aşağıya değil; tabandan yukarıya inşa edilir. Bu inşa süreci, bireyin sadece doğru bilgiye ulaşmasıyla değil, aynı zamanda kendi inançlarını sorgulama cesareti göstermesiyle mümkündür. Post-truth, yalnızca bir dezenformasyon sorunu değil; aynı zamanda bireyin hakikatten kaçma arzusunun bir yansımasıdır. Bu nedenle hakikatin yeniden inşası, bireyin içsel ahlaki devrimini de gerektirir.

Post-truth çağ, bize hakikatin ne kadar kırılgan ve aynı zamanda ne kadar vazgeçilmez olduğunu hatırlatmaktadır. Gerçeklikten kopmak, kısa vadede konforlu olabilir; ancak uzun vadede toplumsal çözülmeyi, demokratik çürümeyi ve etik boşluğu beraberinde getirir. Bu yüzden post-truth ile mücadele, bir entelektüel çaba olmanın ötesinde, insanlık onurunu koruma arayışıdır. Hakikatin yeniden anlam bulduğu bir kamusal alan yaratmak mümkün; ancak bu, her kuşağın taşıması gereken ağır bir sorumlulukla mümkündür.

Ve belki de en çok bugün, geçmişin bilgeliğine, geleneğin direncine ve hakikatin sessiz gücüne her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

 

Yorumlar1

  • E. OKumuş 1 saat önce Şikayet Et
    Güzel ve anlamlı bir yazı. Yazara teşekkür ederim. Yazının konusu çok hayati.
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat