İslamofobinin kodları
- GİRİŞ25.11.2025 08:50
- GÜNCELLEME25.11.2025 08:50
İslamofobi, modern çağın en karmaşık ve çok katmanlı önyargı biçimlerinden biri olarak hem siyasal hem sosyolojik hem de epistemolojik düzeyde ele alınması gereken bir olgudur. Bu kavram, sadece bir "Müslüman nefreti" ya da "dine dayalı ayrımcılık" olarak indirgenemez; zira İslamofobi, Batı’nın üstünlük iddiası üzerine kurulu tarihsel bir ideolojik formasyonun günümüz tezahürüdür. Kavramın içerdiği korku, düşmanlık, dışlama ve tahakküm unsurları, onu sıradan bir hoşgörüsüzlük biçiminden ziyade yapısal bir iktidar aracına dönüştürmektedir.
İslamofobi kavramı ilk olarak 1990’ların ortalarında İngiltere merkezli düşünce kuruluşlarının raporlarında tanımlanmaya çalışılmış, 11 Eylül saldırılarından sonra ise küresel kamuoyunun gündemine oturmuştur. Ancak literatürde hâlâ bu kavramın sınırları konusunda mutabakat sağlanabilmiş değildir. Kimileri için bu olgu, "irrasyonel bir İslam korkusu" iken; bazı yazarlar tarafından "İslam’a veya Müslümanlara yönelik ayrımcı davranışların rasyonelleştirilmiş formu" olarak tanımlanır. Diğer yandan bazı Batılı entelektüeller (özellikle Bernard Lewis gibi figürler), İslamofobi kavramının İslamcı ideolojileri eleştirmeyi engellediğini savunarak bu kavrama karşı mesafeli durmuştur. Bu tartışmalar, kavramın ideolojik yönünü ve Batı entelijansiyasının İslam’a bakışındaki çelişkiyi gözler önüne serer.
İslamofobiyi anlamak için onu modern dönemin üretimi olan oryantalist düşünceyle ilişkilendirmek zorunludur. Edward Said’in çığır açıcı eseri Oryantalizm (1978), Batı'nın Doğu’yu inşa ediş biçimlerinin aslında bir bilgi üretme sürecinden ziyade bir tahakküm kurma stratejisi olduğunu ortaya koymuştur. Said'e göre, Batı, Doğu’yu kendi zıddı olarak konumlandırarak hem kültürel hem politik bir üstünlük inşa etmiştir. Bu süreçte Doğu’nun ve İslam’ın irrasyonel, despotik, kadın düşmanı, şiddet yanlısı ve modernlik karşıtı olarak sunulması, yalnızca geçmişteki kolonyal müdahalelerin değil, bugünkü güvenlik politikalarının da meşruiyet zeminini oluşturur. İslamofobi, bu oryantalist tahayyülün 21. yüzyıldaki dijital, politik ve kültürel formlarda yeniden üretimidir.
TÜRKİYE BAĞLAMINDA İSLAMOFOBİ
Türkiye, hem Müslüman bir ülke kimliği hem de Batı ile derin tarihsel, kültürel ve siyasal etkileşimleri nedeniyle İslamofobi tartışmalarında benzersiz bir konuma sahiptir. Bir yandan, yurtdışındaki Müslüman diasporaların haklarını savunan, İslam’a yönelik nefret suçlarına diplomatik tepki gösteren bir devlet olarak görünürken; diğer yandan, kendi içinde İslami kimliğe yönelik modernleşmeci dışlayıcılık mirasını hâlâ tam olarak aşamamıştır. Dolayısıyla Türkiye bağlamında İslamofobi, sadece dışarıdan maruz kalınan bir ayrımcılık değil, içeride zaman zaman kurumsallaşan bir tahakküm biçimi olarak da varlık gösterir.
Avrupa’daki Türk kökenli Müslüman nüfus, İslamofobik politikaların hem hedefi hem göstergesi hâline gelmiştir. Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerde Müslüman göçmenlere yönelik sistematik dışlayıcılık, yalnızca bireysel nefret suçlarıyla sınırlı değildir; kamusal alandaki sembollerin (başörtüsü, camiler, dinî kıyafetler) yasaklanmasından eğitim müfredatında İslam’ın temsiline kadar geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Türk diasporasına yönelik cami saldırıları ve sosyal dışlanma vakaları, özellikle Avrupa’daki aşırı sağın yükselişiyle birlikte daha da yoğunlaşmıştır.
Almanya'da NSU cinayetlerinin üzerinin uzun yıllar örtülmüş olması, sadece güvenlik bürokrasisinde değil, siyasal sistemin tamamında yapısal bir ayrımcılığın varlığına işaret eder. Bu tür olaylar, Türk devleti tarafından yalnızca diplomatik protestolarla değil, aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) gibi kurumlar aracılığıyla kamu diplomasisi yoluyla da gündeme taşınmaya çalışılmıştır.
Türkiye’de İslamofobi, Batı’daki gibi etnik veya dışlayıcı bir ırkçılık biçiminde değil, daha çok modernleşme ideolojisinin içsel bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Başörtüsü yasağı, imam hatip liselerinin kapatılması, Kur’an kurslarına getirilen sınırlamalar ve irtica kavramı etrafında inşa edilen devlet refleksleri, Türkiye’de seküler elitin zihin dünyasında dinî kimliğe karşı duyulan yapısal güvensizliğin somut yansımalarıdır. 1997’deki 28 Şubat süreci, bu zihniyetin açık bir şekilde devlet politikası hâline geldiği dönüm noktalarından biridir. O dönemde başörtülü öğrencilerin üniversitelerden uzaklaştırılması, kamu görevlilerinin dinî inançları nedeniyle fişlenmesi, İslamofobik tavrın resmî bürokrasiye nasıl sirayet ettiğini göstermesi açısından önemlidir.
Bugün gelinen noktada, Türkiye’de bu türden doğrudan yasaklar büyük ölçüde geride bırakılmış görünse de, seküler kesimlerin önemli bir kısmında hâlâ dinî kimliğe karşı mesafeli ve zaman zaman aşağılayıcı tutumlar mevcuttur. Dindar kesimin medyada genellikle “cahil”, “dogmatik” veya “kadın düşmanı” imgelerle temsil edilmesi, bu yapısal algının devam ettiğini gösterir. Popüler dizilerdeki imam figürleri, YouTube içeriklerinde dinî kişiliklere yönelik alaycı yaklaşımlar ve sosyal medyada başörtülü kadınlara yönelen saldırılar, bu kültürel kodların güncel yansımalarıdır.
Ayrıca, bazı seküler çevrelerde "laiklik savunusu" adı altında dillendirilen din karşıtı söylemler, sadece dini değil, dindar bireyin kamusal hayattaki varlığını da kriminalize etmektedir. Bu durum, Batı’daki İslamofobik söylemlerin Türkiye bağlamındaki karşılığıdır: kamusal alanda dinî kimliğin “rahatsız edici” olarak görülmesi.
GÜVENLİK, KİMLİK VE POLİTİKA: İSLAMOFOBİNİN STRATEJİK İŞLEVLERİ
İslamofobi, modern devletlerin yalnızca sosyolojik düzeydeki önyargılarını değil, aynı zamanda güvenlik siyasetinin paradigmatik dönüşümünü yansıtan bir araç hâline gelmiştir. 11 Eylül sonrası küresel sistemde Müslüman kimliği, giderek daha fazla bir “güvenlik riski” şeklinde kodlanmış; bu kodlama ise medya, istihbarat, dış politika ve göç stratejileri üzerinden kurumsallaştırılmıştır. Bu çerçevede İslamofobi, bir "halkın psikolojisi" olmanın ötesinde, egemenlik kuramının güncellenmiş bir versiyonudur: düşmanın etnik değil dinî olarak yeniden tanımlandığı, güvenlik stratejisinin din üzerinden işletildiği bir çağın belirtisidir.
Özellikle Batı Avrupa’da, aşırı sağın yükselişiyle İslamofobinin seçim kazandıran bir söylem hâline gelmesi, bu nefretin salt irrasyonel bir önyargı olmadığını, aksine stratejik bir yatırım alanı olarak kullanıldığını göstermektedir. Almanya’da AfD (Alternative für Deutschland), Fransa’da RN (Rassemblement National), İsveç’te SD (Sverigedemokraterna) gibi partilerin oy tabanlarını genişletmesinde İslamofobik mobilizasyonun rolü yadsınamaz. Bu partiler, “kültürel güvenlik”, “demografik tehdit” ve “medeni normların savunulması” gibi kavramları kullanarak İslam’ı ve Müslümanları toplumsal bütünlük için bir tehdit olarak inşa etmektedir.
Bu süreç, “güvenlik” kavramının içeriğinde de bir dönüşüm yaratmıştır. Klasik güvenlik anlayışı, devletlerin dış düşmanlara karşı korunmasıyken, günümüzde tehdit unsurları giderek daha fazla içselleşmekte; etnik ve dinî azınlıklar “güvenlik riski” olarak çerçevelenmektedir. Avrupa Birliği sınır ajansları, cami dernekleri, dinî yardım kuruluşları ve göçmen aile yapıları üzerine yapılan gözetim ve denetim pratikleri bu stratejinin kurumsal ayağını oluşturmaktadır. Nitekim Fransa’nın “ayrılıkçılıkla mücadele” yasası kapsamında STK’ları kapatması, imamların eğitimine devlet müdahalesini artırması ve dinî derneklerin mali denetimini sıkılaştırması, İslam’ın kamu düzeni için doğrudan bir tehdit olarak görüldüğünü kanıtlar niteliktedir.
ABD örneğinde ise İslamofobi, daha çok güvenlik bürokrasisi ve dış politika düzeyinde işlevsel hâle gelmiştir. Patriot Act sonrası Müslümanlara yönelik geniş kapsamlı gözetim programları, sivil özgürlükler açısından ciddi gerilimler yaratmıştır. Aynı zamanda “terörle mücadele” söylemiyle meşrulaştırılan askeri operasyonlar, İslam coğrafyasını hedef alan bir “güvenlik haritası”nın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu harita, İslam ülkelerine yönelik rejim değişikliği, istikrarsızlaştırma ve bölgesel müdahalelerle somutlaşmış; Arap Baharı süreci ise Batılı güvenlik politikalarının yalnızca dış düşmanı değil, aynı zamanda iç toplumsal dönüşümü de kontrol etmeye yönelik olduğunun göstergesi olmuştur.
Cihad İslam Yılmaz
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol