Hazır Ol Cenge Eğer İstersen Sulhu Salah
- GİRİŞ26.12.2025 09:05
- GÜNCELLEME26.12.2025 09:05
“Hazır ol cenge eğer istersen sulhu salah.” Bu kadim düstur, yalnızca bir savaş çağrısı değil; devlet aklının, tarihî hafızanın ve askerî önsezinin özüdür. Osmanlı Cihan Devleti'nin asırlar boyunca içselleştirdiği bu ilke, barışın ancak güçle korunabileceğini, sulhun teminatının caydırıcılık olduğunu bize hatırlatır. Bugün Türkiye, tıpkı tarih boyunca olduğu gibi, yalnızca coğrafî değil; jeopolitik olarak da dünyanın en kırılgan hatlarından birinin tam merkezinde yer almaktadır.
Kuzeyimizde Ukrayna-Rusya savaşı, güneyimizde İsrail-Filistin hattında tırmanan çatışmalar ve İran üzerinden yayılan bölgesel gerilim, doğrudan veya dolaylı biçimde Türkiye’nin güvenlik algısını dönüştürmektedir. Suriye ve Irak’taki yapısal kırılganlıklar, Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti, Ege’de artan askeri hareketlilik gibi faktörler, Türkiye’yi adeta “bir ateş çemberinin ortasında” bırakmıştır. Bu tablo sadece klasik güvenlik tehditlerini değil, aynı zamanda hibrit ve asimetrik tehditlerin de çeşitlenerek arttığını göstermektedir.
Bu şartlar altında ulusal güvenlik sadece kara sınırlarının korunmasıyla değil, hava sahasının her düzeyde kontrol altına alınmasıyla mümkündür. Zira modern savaş, artık gökten gelir; bir ülkenin semaları ne kadar açıksa, kalbi de o kadar savunmasızdır. Dolayısıyla Türkiye’nin tarihsel hafızası ile güncel güvenlik gerçekliği birleştiğinde, güçlü bir hava savunma mimarisi inşa etmenin bir tercih değil, tarihsel ve stratejik bir zorunluluk olduğu açıktır.
Hava Savunmasının Stratejik Anlamı
Modern savaş artık yalnızca cephede kazanılmaz; kazanılan ya da kaybedilen savaşlar, çoğu zaman gökyüzünde başlar. Hava üstünlüğünü elde eden taraf, savaşın tüm seyrini belirleyebilirken; hava savunması yetersiz olan bir ülke, en gelişmiş kara ve deniz unsurlarına sahip olsa dahi, savunmasız ve kırılgandır. Bu nedenle hava savunması, klasik askerî mimarinin tamamlayıcı değil, kurucu bir unsurudur.
Türkiye gibi çok boyutlu tehditlerle çevrili bir ülke için hava sahasının güvenliği; egemenliğin, beka refleksinin ve caydırıcılığın bir göstergesidir. Bugün savaş sahasında kullanılan seyir füzeleri, balistik sistemler, insansız hava araçları ve hatta sürü drone teknolojileri; geleneksel hava savunma yöntemlerini aşındırmış, çok katmanlı ve entegre bir savunma yapısını zorunlu kılmıştır. Öyle ki, artık sadece düşman uçaklarını değil; farklı irtifa ve hızda gelen çeşitli tehdit vektörlerini eşzamanlı tespit ve imha edebilecek bir savunma aklı gereklidir.
Bir ülkenin hava savunması ne kadar yerli, entegre ve süreklilik arz eden bir yapıya sahipse; o ülkenin stratejik kararları da o denli bağımsız olur. Türkiye’nin son yıllarda hava savunma sistemlerine yaptığı yatırımlar, sadece askeri değil; aynı zamanda diplomatik ve jeopolitik bir bilinçten beslenmektedir.
Bugün eğer bir devlet, hava sahasını mutlak güvence altına alamamışsa; ne topraklarını tam olarak koruyabilir, ne sınır ötesi tehditlere karşı caydırıcı olabilir, ne de uluslararası pazarlık masalarında güvenle oturabilir. Zira hava savunması, artık yalnızca savaşta değil; barışta da güvenlik stratejilerinin asli bir parçası hâline gelmiştir.
S-400 Tartışmaları ve Jeostratejik Gerçekler
Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemi tedariki etrafında şekillenen tartışmalar, yalnızca bir silah alım meselesi değildir. Bu karar; egemenlik, stratejik özerklik ve güvenlik önceliklerinin bir yansımasıdır. Tartışmanın yüzeyinde teknik detaylar görünse de, derininde yatan gerçek; Türkiye'nin Batı ittifakı içinde maruz kaldığı güvensizlik, geçmişteki deneyimler ve geleceğe dair tehdit öngörüsüdür.
Hatırlanmalıdır ki, Türkiye'nin hava savunma ihtiyacı yeni değildir. 1991 Körfez Savaşı sırasında güney sınırlarımız füze tehdidi altındayken, NATO’dan gelen destek sınırlı ve geçici nitelikte olmuştur. 2013 yılında Suriye’den gelen tehdit üzerine ülkemize konuşlandırılan Patriot sistemlerinin ise, müttefik ülkeler tarafından belirli şartlara bağlanması, bu alandaki dışa bağımlılığın ne denli riskli olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Oysa bir savunma sistemi, "izinli" değil; "hazır ve kararlı" olmalıdır.
S-400 sistemi teknik açıdan değerlendirildiğinde; yüksek irtifa, geniş radar kapsama alanı ve çoklu hedef angajmanı gibi yetenekleriyle kendi sınıfında öne çıkan bir sistemdir. Ancak S-400 tercihini yalnızca teknik verilerle açıklamak, konunun derinliğini eksik yansıtır. Asıl mesele, Türkiye'nin bu tercihle Batı merkezli güvenlik mimarisine "şartsız bağlılık" anlayışını sorgulaması ve kendi ulusal çıkarlarını merkeze alan bir güvenlik doktrinine yönelmesidir.
S-400 karşıtlığının bir kısmı, “NATO ile uyumsuzluk” veya “ABD ile ilişkileri zedeler” gibi argümanlara yaslanmaktadır. Oysa bu tür değerlendirmeler, Türkiye'nin maruz kaldığı bölgesel tehditleri yeterince ciddiye almayan, ittifak içi eşitlik ilkesini göz ardı eden yüzeysel okumalardır. S-400 ve benzeri sistemler, Türkiye'nin yalnızca savaş durumunda değil; barış zamanında da caydırıcılığını pekiştiren, stratejik yalnızlığa karşı inşa edilmiş bir güvenlik perdesidir.
Bugün hâlâ bu sistemlerin "gereksiz" olduğunu savunanlar, yalnızca teknik değil; tarihî, stratejik ve coğrafî gerçeklikten de uzak durmaktadır.
Yerli Hava Savunma Sistemleri ve Stratejik Vizyon
Egemenliğin gerçek temeli, sadece sınırların korunması değil; bu korumanın hangi araçlarla ve ne ölçüde dışa bağımlı kalınarak yapıldığıdır. Türkiye’nin son yıllarda savunma sanayiine yaptığı yatırımlar, sadece birer teknoloji atılımı değil; aynı zamanda bir zihniyet devrimidir. Bu bağlamda hava savunma alanındaki yerli sistemler, bir tercihin değil, bir mecburiyetin ürünüdür.
Hisar-A, Hisar-O ve Hisar-U (SİPER) projeleri; düşük, orta ve yüksek irtifa tehditlerine karşı yerli çözümler üretme hedefinin somut tezahürleridir. Bu sistemler, yalnızca teknoloji transferine değil, millî mühendisliğe dayanan, süreklilik arz eden bir savunma ekosistemi inşa etme iradesini temsil eder. Türkiye artık sadece tüketen değil, üreten; sadece satın alan değil, tasarlayan bir aktöre dönüşmektedir. Bu dönüşümün önemi, savaşın kaderini belirleyecek hava savunma kapasitesinde kendini daha da belirgin biçimde göstermektedir.
Üstelik bu sistemlerin önemi yalnızca askerî başarılarla sınırlı değildir. Yerli savunma sistemleri, karar alma süreçlerimizin dış müdahalelerden arındırılmasını sağlar. Bir savunma sistemine erişim için başka ülkelerin siyasi onayına muhtaç olunmadığında, ulusal güvenlik stratejileri de daha sağlam bir zeminde inşa edilebilir. Bu noktada, yerli hava savunma sistemleri sadece birer araç değil; stratejik özerklik hedefinin yapı taşlarıdır.
Savunma sanayiinde atılan her yerli adım, Türkiye’yi sadece bugünün değil, yarının dünyasına da hazırlamaktadır. Gelişen tehdit algısı ve hızla değişen harp teknolojileri karşısında esnek, bağımsız ve yerli çözümler üretebilme kabiliyeti; klasik caydırıcılık anlayışının ötesine geçerek, "akıllı savunma" konseptine dönüşmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin attığı yerli adımlar, hem teknolojik birikimi hem de stratejik kararlılığı aynı potada eritme çabasının ürünüdür.
Yorumlar2