Umrandan dirilişe
- GİRİŞ28.10.2025 09:11
- GÜNCELLEME28.10.2025 09:57
Medeniyet, iç cevherde uyanan mânânın surete akıp eşyada tecellî etmesiyle nefes alır; mânâ zayıfladıkça taş susar, kelime soluklaşır, zaman sükût içinde ağırlaşır. Hilmi Ziya Ülken’in işaret ettiği kültür, milletin kalbinden devşirilen yaratıcı kudretin menbaı; medeniyet, o kudretin toplum katında aldığı intizam ve kıvamdır. Cevher kaynaktan kopunca şekil donar, tezyîn yer tutar; suret mânâya raptolmadığında gösteri çoğalır, tefekkür sefilleşir. Varlığın hakîkatiyle bağ kurmayan nazar, eşyayı çoğaltır, ruhu daraltır; niyetle beslenmeyen kelime kabuk hâline gelir. Hakikî terakkî, iç terbiyenin dış nizamda sükûnet bulmasıyla zuhur eder; vicdanın murakabesi bulunmayınca hüküm çoğalır, adâlet incinir. İnsanın elindeki âlet kalpteki irfanla muvazene kurduğunda bereket görünür; irfan sönümlendiğinde âlet kudret kazanır, eser özün üzerine ağırlaşır. Diriliş, bu eşiğin ötesinde belirir; sesini yitirmiş olan kelâm yeniden nefeslenir, kalp kendi mîzanına kavuşur, yapı yükselirken şahsiyet kemâle yürür, suret kıvamını ruhun sükûnetinden alır.
Bir milletin kaderi, hazinelerde biriken servetin ihtişamında aranmaz; hafızada saklı şuur ve sadakatin derinliğinde tecellî bulur. Hafıza çözülmeye yüz tuttuğunda lisan gurbet çeker, ezgiler yetimleşir, âdet taşlaşır, kelimeler eski anlamlarının yorgun gölgesine sığınır. Cemil Meriç’in umran adını verdiği o kadîm kelime, hatırlayışın ve iç muvazenenin remzidir; insanın toprakla, sema ile, komşu ile, vicdanla kurduğu sâkin ahenk bu kelimenin sinesinde yaşar. Şerif Mardin’in süreklilik üzerine kurduğu dikkat, işte bu tabakada anlam kazanır; merkez biçimi tahkim etmeye yönelir, çevre özün sesini muhafaza eder. Diyalog kesildiğinde biçim debdebeye savrulur, öz sükûta bürünür; şehir beden kazanır, ikâmet ruhunu kaybeder. Kök sesi duyulmadığında müessese büyür, mefhum sönükleşir; imar genişler, mânâ daralır. Umran, kültürün kuyusundan çekilen berrak bir su gibi topluma yayılır; kuyunun ipi koptuğunda çeşme kurur, toprak susar. Ülken’in kültür anlayışıyla Meriç’in umran kavrayışı birleştiğinde şu hakikat berraklaşır. Kökle dal arasındaki mîzan kurulmadıkça terakkî istikamet bulmaz, müktesebat tevarüs edilmedikçe yenilik izzet kazanmaz, suretin letâfeti özün derinliğinden beslenir.
Sezai Karakoç’un diriliş çağrısı, imanla nefeslenen bir medeniyet tahayyülünü ufka yerleştirir. İman, kuru bir tasdik hâlinde seyretmez; varlıkla kurulan derin bir akit hâlinde vücût kazanır. Bu akit diri kaldıkça sanat vecdini bulur, ahlâk omurga hâline gelir, düşünce istikametini tayin eder. Nurettin Topçu’nun isyan ahlâkı, bu intibahın iradî hamlesi olarak görünür; insan, hakîkatin hatırı için nefsin rehavetine karşı ayağa kalkar, taklidi bırakır, şahsiyetini yoğurur. Maarif, dirilişin mektebi olarak malûmat sevkine indirgenmiş bir talim anlayışından uzak durur; zekâyı murakabeyle, tecessüsü mesuliyetle, bilgiyi irfanla terkip eden bir terbiye iklimi kurar. Kalp mîzan tutunca hukuk letâfet kazanır; kalp paslandığında kural kabarır, adâlet zedelenir. Diriliş propaganda gürültüsünde boy vermez; sükûtla sözün, ibadetle emeğin, itidal ile cesaretin bir kıvamda buluştuğu menzilde filizlenir. Karakoç’un mefkûresiyle Topçu’nun ahlâkı birleştiğinde medeniyet mimarîsinin harcı vicdan olur; taşın sesi kalbin sükûnundan doğar, sesin berraklığı surete zarâfet kazandırır.
İsmail Kara, fikirle ruh arasındaki kopuşu çağın en derin yaralarından biri olarak müşahede eder. Modern zihin düşünceyi şeklin katılığına hapsolmuş bir çerçeveye sıkıştırır, mefhumla hâl arasındaki münasebet gevşer, idrak tefekkürden uzaklaşır. Düşünce ruhun temasına kavuştuğunda irfanın eşiğine varır; irfan, bilginin kalpte yerleşip şahsiyet kazandığı iç mülkiyettir. Bu mülkiyet zayıfladığında insan başkasının kelimelerinde sığınak arar, mânâ yabancı istiarelerin gölgesinde titrer. Maarif yeniden şahsiyet kuruculuğuna yöneldiğinde lisan nefes alır, meâl berraklaşır, müktesebat haysiyetle donanır. Kara’nın ihtarı, kelâm ile amel arasına mesafe girdiğinde düşüncenin metinlerde hapsolacağını hatırlatır; fikir hâle dönüşmeyince lügat şişkinleşir, idrak sönükleşir. Bu sebeple metin, mektep ile meydan arasında sahih bir seyrüsefer ister; yazı hayatla birleştiğinde, hayat kelâma dönüştüğünde hüviyet kazanır, aksi hâlde irtibat zayıflar. Fikir kalbin mertebesine değdiğinde letâfet doğar; kalp fikrin idrakine yöneldiğinde temkin sabit olur.
Edward Said, dış bakışın ilim kisvesi altında iktidar üretme kudretini ifşa eder; temsil cümleleri, tasvir iddiası taşırken tahakküm kurar, nazar hâkimiyete dönüşür. Yabancı aynada kendi sûretini arayan zihin, yüzündeki çizgiyi silikleştirir; kelimesini kaybeden cemiyet, kaderini başkasının kaleminden okumaya mecbur kalır. Diriliş bu yüzden önce aynanın içeride cilâlanmasını ister; nazar berraklaştığında sûret izzet kazanır, söz mesuliyet yüklenir. Ülken’in kültür mefhumu, Said’in temsil tenkidiyle birleşince şu mîzan belirir. Mefhumlar kendi yatağında akınca bilgi haysiyet, sanat vakar, siyaset basiret kazanır. Mardin’in merkez-çevre tahayyülü, bu yerli bakışla buluştuğunda diyalog yeniden vücud bulur; merkez biçimi dayatmak yerine özün lisanını işitir, çevre kendi sesini yükseltmektense anlamın mecrasını genişletir. Böylece umran, iç diriliğin cemiyet ölçeğinde tekâmüle erişmiş hâli olarak görünür; iktidar söylemi irfanın sükûnetine çekilir, kelâm gürültüsünden sıyrılarak hikmete yönelir.
Bugünün parıltısı göz oyalar, iç kâinat solgun görünür, meydanlar kalabalıklaşır, mabedler susar, atölyeler dolar, mektepler yorgun nefes alır. Teknik hudut açar; hudut tefekkürle mânâya kavuştuğunda fetih rahmete dönüşür, tefekkürden mahrum kaldığında israfa savrulur. Ülken’in kültür vurgusu, Meriç’in umran kavrayışı, Mardin’in süreklilik fikri, Karakoç’un diriliş tezi, Topçu’nun ahlâk milliyetçiliği, Kara’nın düşünce-ruh irtibatı ve Said’in temsil tenkidi aynı kıbleye yönelir. Medeniyet, ruhun unutulmuş formudur; form hafızayla doydukça kıvam bulur, köküne döndükçe hikmetle nefeslenir. Umrandan dirilişe uzanan yol, maddenin yorgunluğundan uzaklaşıp mânânın derinliğine iner; süratin telaşına kapılmadan temkinin sükûnetinde yol alır. Hatırlayış başladığında kelimeler canlanır, taş konuşur, zaman ikâmet eder. İnsan kendi sesini işittiğinde şehir de sesine kavuşur; şehir sedasını bulduğunda toplum mîzanına yerleşir. Umran, kaybolmuş bir servetin küllerinde aranmaz; derinlerde saklı bir pınarın diri nefesiyle yaşar. Pınar hatırlanmayı bekler. Hatırlayan kalp o suyu yüzeye taşır, su serinlik verir, cemiyet o serinlikte sebat ve vakar kazanır, mânâ yeniden vücûda gelir.
Doç. Dr. Kemal Şamlıoğlu
Millî Eğitim Eski Bakan Yardımcısı
Yorumlar6
-
Mehmet
15 saat önce
Şikayet Et
hoca maşallah osmanlıca arapça kelimeleri soslayarak tumturaklı bir yazı yazmış ama hiç bir şey söylemiyor
Beğen
Cevapla
-
Kurdi
8 saat önce
Şikayet Et
Batı hayranlarının İslama dairliği arap ırkçılığıyla özdeşleştirme cehaletine alışığız.inan biz bu sığlıklarından hiç şikayetçi değiliz:))
Beğen
-
Kerimoglu
15 saat önce
Şikayet Et
çok enfes bir yazı tebrikler
Beğen
Cevapla
-
malcomx
16 saat önce
Şikayet Et
mana dolu anlayana..
Beğen
Cevapla
-
Mustafa
16 saat önce
Şikayet Et
Kaleminize yüreğinize sağlık hocam.
Beğen
Cevapla
-
Hasan Varelci
17 saat önce
Şikayet Et
"Ülken’in kültür vurgusu, Umrandan Medeniyete uzanan kavrayış, Mardin’in süreklilik fikri, Karakoç’un diriliş tezi, Topçu’nun ahlâk milliyetçiliği, düşünce-ruh irtibatı ve Said’in tenkidi" köküne döndükçe medeniyet yolculuğunda milli hafıza canlanacaktır.
Beğen
Cevapla
Toplam 3 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle