Rusya-Ukrayna-ABD
- GİRİŞ29.10.2025 09:07
- GÜNCELLEME29.10.2025 10:17
ABD-Rusya ilişkileri, son zamanlarda hakkında en çok konuşulan, en çok tartışılan ve en çok soru işareti yaratan dış politika unsurlarından biri hâline geldi. Geçtiğimiz hafta ABD ve Rusya arasında yaşanan gelgitler, yaptırımlar ve karşılıklı suçlamalar bu duruma bir süre daha alışmamız gerektiğini gösteriyor. Olayın elbette önemli bir bölümü ABD dış politikasının son yirmi senedir sergilediği kronik kararsızlık ve çelişkilerle ilgili.
Son otuz yılı aşkın süredir ABD, Rusya ile ilişkilerinin hangi yönde şekilleneceğine bir türlü karar veremedi. Soğuk Savaş sona erdi; zaman zaman Amerikan ve Rus liderleri arasında yakınlaşmalar yaşandı, “demir perde” ortadan kalktı. İkili ilişkilerde eski günler geride kaldı ama yeni bir gelecek inşa edilemedi. ABD başkanları, bu otuz yılın üçte ikisinde Rusya’yı yöneten Putin hakkında ne hissedeceklerine dahi bir türlü karar veremediler. Rusya’nın hayaleti bir iç politika hayaleti olarak iktidarların üzerinde varlığını sürdürürken stratejik anlamda yapılan hesapların çoğu sonuçsuz kaldı. Kamuoyunda ise Rusya imajı bir türlü normalleşemedi. Hollywood, Rus karakterleri “kötü adam” olarak göstermeye devam ederken, bu kötü karakterlerin doğası da sürekli değişti. Kimi zaman Rus mafyası Amerikalılara korku saldı, kimi zaman Rus nükleer kaçakçılar dünyayı tehdit etti, kimi zaman da Rus askeri grupları dünyanın ücra köşelerinde Amerikan çıkarlarına meydan okudu. Sonuçta, son yirmi yıldır her ABD başkanının çözmeye çalıştığı ama bir türlü çözemediği bir “Rusya bilmecesi” ortada kaldı.
George W. Bush, Putin hakkında önce “Gözlerine baktığımda ruhunu görebiliyorum” demiş, ardından ise Putin’in kendisini kandırdığından şikâyet etmişti. Putin için ABD ile ilgili temel sorunlardan biri, Ukrayna’da yaşanan Turuncu Devrim ve bu devrime ABD’nin verdiği destekti. Bush’un demokrasi yayma politikaları Moskova’da büyük bir tehdit olarak algılanmış ve ilişkiler büyük bir türbülansa girmişti. Başkan Obama ise seçim kampanyası sırasında, George W. Bush’un Rusya’yı Rocky IV filmindeki gibi ima etmiş ve göreve gelir gelmez Rusya ile yepyeni bir “yakınlaşma” politikası geliştirmeye çalışmıştı. Ancak bu süreç de çok kısa sürdü. Obama’nın Medvedev ile birlikte sosisli sandviç yerken verdiği samimi görüntülerden kısa bir süre sonra, ilişkiler neredeyse Soğuk Savaş dönemini andıran bir gerilim sürecine girdi. İlişkilerin en kritik fay hatlarından biri yine Ukrayna krizi oldu. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve sonrasında gelen yaptırımlar, zaten Arap Baharı ve Snowden olayları nedeniyle gerilmiş ilişkileri adeta dinamitledi.
Tıpkı Obama gibi Trump da seçim kampanyası sırasında Amerika’yı Rusya’ya karşı fazlasıyla sert davranmakla suçlamıştı. Trump destekçileri için onun hedefi, tıpkı Nixon gibi, “tarihi bir diplomatik an” yakalamaktı. Hedefin Çin olduğu bir ulusal güvenlik stratejisinde Rusya’yı yabancılaştırmak, Trump’a göre, akıllıca bir hamle değildi. Her ne kadar “müesses nizam” siber saldırılardan seçimlere müdahaleye kadar birçok gerekçeyi öne sürerek gerginliği canlı tutmak istese de, Trump Rusya ile bir yakınlaşmayı dış politikasının öncelikleri arasına koymak istemişti. Hatta Putin ile yaptığı ilk ortak basın toplantılarında, Trump kendi istihbarat raporlarına değil Putin’in sözlerine inanmayı tercih etmiş ve Rusya’nın seçimlere müdahale etmediğini savunmuştu. Ancak bir kez daha, bir başkanın daha hevesi kursağında kaldı.
Olayın dramatik yönlerinden biri, meselenin merkezinde yine Ukrayna’nın yer almasıydı. Kongre, Rusya’ya yönelik yeni yaptırım paketleri kabul ederken, Ukrayna da ABD’den savunma silahları talep ediyordu. Tam bu sırada, Trump’ın Ukrayna’nın Rusya destekli gruplara karşı silah istemesine karşılık olarak Zelensky’den Joe Biden’ın oğlu hakkında yürütülen bazı soruşturmalar konusunda yardım talep etmesi işleri iyice karıştırdı. Bu durum yalnızca Ukrayna-Rusya-ABD üçgenindeki dengeleri sarsmakla kalmadı, aynı zamanda iç politikada Trump’ın azledilmesine giden süreci de başlattı.
2021 yılında Biden seçimleri kazandığında, Obama döneminden beri Rusya’ya karşı öfke biriktirmiş bir Demokrat dış politika yapısı vardı. Ancak Başkan Biden bir yandan da ilişkilerin bu hâliyle sürdürülebilir olmadığının farkındaydı. Cenevre’de Putin ile yapılan ilk zirve sırasında Biden’ın hedefi, stratejik istikrarı sağlayacak bir çerçeve oluşturmaktı. Ne var ki bu temenni de kısa sürede boşa çıktı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal süreciyle birlikte ilişkiler, Soğuk Savaş’ı andıran bir vekâlet çatışması dönemine geri döndü. Ukrayna’ya verilen askerî destek ve Rusya’ya uygulanan yaptırımlar, ABD-Rusya ilişkilerini artık kolay kolay geri dönülemeyecek bir sürecin içine soktu.
2024 seçimleri yaklaşırken, Rusya bir kez daha başkan adaylarını birbirinden ayıran en önemli konulardan biri hâline gelmişti. Trump, bir yandan savaşın patlak vermesinden Biden yönetimini sorumlu tutarken, öte yandan Ukrayna’ya verilen askerî desteği sert biçimde eleştiriyordu. Trump’a göre, eğer kendisi başkan olsaydı bu savaş hiç başlamazdı. Dahası, yeniden seçilmesi hâlinde savaşı 24 saat içinde sona erdirebileceğini iddia ediyordu. Trump bu iddialı duruşunda iki unsura güveniyordu: Zelensky’nin ABD’ye mecburiyeti ve Putin’in ancak Trump gibi “güçlü” bir lider tarafından ikna edilebileceği düşüncesi.
Trump’ın çevresinde olup meseleye bu kadar şahsî yaklaşmayanlar içinse durum çok daha karmaşıktı. Rusya-Ukrayna savaşı, bir yandan ABD’nin esasen odaklanması gereken Çin tehdidini arka plana itiyor, öte yandan da stratejik önceliklerde ve tehdit algılarında ciddi bir dikkat dağınıklığına yol açıyordu. Özellikle savunma sektörüne sağlanan askerî ve lojistik destek, ABD açısından yeni sorunları da beraberinde getiriyordu. Ukrayna’ya verilen silahlar tedarik zincirindeki aksaklıklar nedeniyle ABD’nin kendi silah stoklarını hızla eritiyor, bu da olası bir Çin çatışmasında Washington’un elini zayıflatıyordu. “Önce Amerika” ekibi içinse meselenin farklı bir boyutu daha vardı: Avrupa güvenliğini doğrudan ilgilendiren bir mücadelede ABD yeniden kendi iç meselelerini bir kenara bırakıp, en az Avrupalı müttefikleri kadar bölgenin güvenliği için harcama yapmaya başlamıştı. Bu durum, Soğuk Savaş döneminde edinilen bazı “ küreelci alışkanlıkların” devamı olarak görülüyordu. İşte bu sebeplerle hem Trump hem çevresi, bu savaşı bitirmeye ve ABD’yi bir kez daha benzer bir Avrupa merkezli maceraya sokmamaya kararlıydı.
Yukarıda bahsi geçen iddialı pozisyonlar, bu süreçte tüm etkisiyle devam etti. Trump, hem geçiş döneminde hem de iktidarının ilk aylarında savaşı bitirmek için müzakere süreçlerini başlattı. Ancak kısa bir süre sonra bu savaşı bitirmenin 24 saatten çok daha uzun bir zaman alacağını fark etti. Bugün itibarıyla iktidarının 250. gününü geride bırakmış olan Trump için bu konu, artık doğrudan başkanlık performansını etkileyen bir mesele hâline geldi. Trump’ın birkaç farklı diplomatik girişimi büyük hayal kırıklıkları ve diplomatik “yol kazalarıyla” sonuçlandı. Zelensky ile Beyaz Saray’da yaşananlar, tarihe geçecek bir kriz olarak hatırlanırken; Putin’i bir türlü barışa ikna edememenin de ciddi siyasi ve ekonomik maliyetleri ortaya çıkmaya başladı. Alaska’da yapılan görüşmenin oldukça sert geçtiğine dair haberler medyaya sızarken, Trump Budapeşte’de yapılması planlanan zirvenin iptal edildiğini duyurarak meselenin zorluğuyla bir kez daha yüzleşmek zorunda kaldı.

Bu durum, Trump için farklı açılardan ciddi bir sorun hâline gelmeye başladı. Birincisi, verdiği söze rağmen savaşı bitirememiş olmasının yarattığı baskıydı. Biden’ı sürekli “zayıf lider” olarak niteleyen Trump açısından, Putin’i anlaşmaya ikna edememiş olmak aynı etkiyi yaratıyor ve güçlü lider imajı için ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Özellikle de Demokratlar, Trump’ı “Putin’in oyuncağı” olarak gördüklerini sık sık dile getirirken, bu algı giderek güçleniyordu. İkinci olarak, yüksek beklenti yaratan Alaska Zirvesi ve “Budapeşte Planı” gibi girişimlerin sonuçsuz kalması, diplomatik açıdan bir acemilik görüntüsü ortaya koydu. Trump’ın başmüzakerecisi Witkoff’un Alaska görüşmesi öncesi oluşturduğu iyimser hava ve Trump’ın Budapeşte Planı’na ilişkin umut dolu açıklamaları, bu toplantılardan hiçbir sonuç çıkmamasıyla derin bir hayal kırıklığına dönüştü. Bu tablo, Trump adıyla özdeşleşmiş “öngörülemezlik” imajının artık “güvensizlik”le pekişmesine yol açtı. Ayrıca, temelde bu savaşa odaklanmış “Önce Amerika” tabanının beklentilerinin de karşılanamaması, iç politikada yeni bir gerginlik alanı yarattı. Dahası, kendisini “sekiz farklı krizi çözüp barış getiren başkan” olarak tanımlayan Trump’ın en temel krizi çözememiş olması, bu anlatıyı da zayıflatıyor. Bu durum, onun uzun süredir hedeflediği ve layık görülmeyi arzuladığı Nobel Barış Ödülü beklentisini de giderek uzak bir ihtimal hâline getiriyor.

Bunun yanında, Rusya krizinin çözülememesinin sadece Trump’ı ilgilendirmeyen jeopolitik sonuçları da oluyor ABD için. Rusya’nın yaptırımlar, sözlü tehditler ve diplomasi yoluyla bir anlaşmaya ikna edilememesi, benzer talep ve emelleri olan farklı ülkeler için de bir “yeşil ışık” anlamına geliyor. Özellikle Çin, Tayvan konusundaki tavrını siyasi ve askeri açıdan giderek daha netleştirirken, Amerika’nın Ukrayna gibi kendi müttefiklerine yakın bir bölgedeki savaşı sonlandırıp Rusya’yı askeri müdahale konusundan caydıramaması ve anlaşmaya zorlayamaması Çin tarafından ABD’nin bir zaafı olarak tartışılmaya başlanmış durumda. Dahası, savaşın uzaması Çin ile Rusya arasında oluşan stratejik ilişkiyi daha da derinleştirirken, Rusya’yı giderek Çin’e daha fazla bağımlı hale getiriyor.
Bunun yanında, savaşın bir türlü sona erdirilememesi Amerika’nın Avrupa’daki müttefikleri arasında, Biden döneminde oluşan Ukrayna temelli transatlantik ittifakın Trump ile birlikte yerini transatlantik bir fay hattına bırakmasına neden olmuş durumda. Amerika’nın uzun vadeli dış politikası açısından bu durum, dış politikasındaki tutarsızlıkları açığa çıkarması bakımından ciddi bir sorun yaratıyor. Savaşın uzaması aynı zamanda ABD’yi mevcut ve ortaya çıkmakta olan yeni tehditler karşısında da hazırlıksız bırakıyor. Dış politika yapılanması olarak Rusya krizine odaklanmış bir ülkenin, karşısına çıkabilecek bambaşka tehditleri göz ardı etmesi oldukça muhtemel. Elbette, savaşın uzamasının küresel düzen açısından ortaya çıkardığı istikrarsızlık ile başta enerji ve gıda olmak üzere birçok sektörde tedarik zincirlerine verdiği zararın sonuçları da azımsanmayacak ölçüde önemli.
Her ne kadar birçokları Ukrayna krizinin çözümü konusunu sadece Trump’ın Nobel alıp alamamasına bağlamış olsa da ortada ABD için ondan çok daha karmaşık bir durum var. Bir yandan Rusya politikası oturtamayan bir yandan da Rusya’nın çıkardığı çözemeyen bir Amerika’nın kendini bekleyen başka tehditlere karşı nasıl bir çözüm bulabileceği Amerika’nın kredibiltesi açısından ciddi soru işaretlerinin ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Doç. Dr. Kılıç Buğra Kanat / Haber7
Yorumlar1