Men dakka dukka!
- GİRİŞ20.04.2012 09:17
- GÜNCELLEME20.04.2012 09:17
Biz sıranın kime geldiği merakı, onlar sıranın kendilerine gelip gelmediği telaşı ile izliyorlar gelişmeleri.
Dönemin asker-sivil bürokratları, memurları, öğrencileri, işadamları… herkes konuşuyor şimdi ve o günlerde yaşadıklarını aktarıp, tarihe not düşüyorlar. Tarihe düşülen bu notlar, o dönemin güçlü isimlerinin alınlarına kapkara birer leke olarak yapışıp kalabilecek şeyler.
Her ne isterlerse yapabilecekleri kanaatine kapılanlar, bir gün hesap verebilecekleri ihtimalini akıllarına bile getirmeden, canları nasıl istiyorsa öyle davranmışlar anlaşılan. Öyle ya, ‘bin yıl süreceği’ iddia edilen bir sürecin mensubu idi onlar.
E. Org. Çevik Bir: “Ben masumum, o dönemde Hükümet, MKGK ve zamanın Başbakanının emrettiklerini yaptım.” Diyordu ya. Gözaltı, arama ve tutuklamalar başlayınca anlatılanlara bakılırsa, olup bitenler daha çok Çevik Bir ve onun gibi düşünenlerin keyiflerine göre yapılmışa benziyor.
28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla ordudan ihraç edilen Binbaşı İbrahim Töre anlatıyor:
“Birlik komutanıma "Gerçek sebep ne?" diye sordum. O da tüm samimiyetiyle "Namaz kılman, inancın, ailen, eşinin başörtülü olması. Gerçekler bu" dedi. (…)Bursa'da diş doktoru olan asker bir arkadaşımın eşi başını açtı diye orduevinde tören düzenlenmişti. Kutlama yapılmıştı. Aynı şeyi tüm eşi başı örtülü olan askerlerden bekliyorlardı.(…)
Korg. M. Ç. ekibiyle evime kadar geldi. Eşime "İbrahim istikbal vaat eden bir subay. Geleceği senin elinde. Başını açarsan her şey farklı olacak" dedi. Yakın arkadaşım R. F.'nin de eşi kapalıydı. O dönem Tugay Komutanı olan (daha sonra Jandarma Genel Komutanı da oldu) R. B. onu odasına kadar çağırarak, eşini başını açması için ikna etmesi yönünde uyarmıştı. 28 Şubat'ta bizlere mahalle baskısının âlâsı uygulandı. Bu uyarılar geleneksel bir hâl almaya başladı. (…) Eşim büyük bir travma yaşadı. Sadece o değil, çocuklarım da uzunca bir süre yaşanılanların etkisinden kurtulamadı. Eşimin ne kadar gözyaşı döktüğünü ben biliyorum. (…)
Dedem Kâmil Töre, İstiklal Savaşı Gazisi'ydi. 18 yaşında askere alındı. 1. Dünya Savaşı'nda Ruslarla Kop Dağı'nda savaştı. Sakarya Meydan Muharebesi'nde yaralandı. İzmir'den düşmanı püskürtene kadar vatanı için çarpıştı. Ben de dedemin yolundan giderek asker olmaya karar verdim. (…) Ama gelin görün ki İstiklal Savaşı Gazisi'nin torunu "namaz kılıyor, ibadet ediyor" diye ordudan atıldı.” (Yeni Şafak, 19.04.2012)
Bu, dedesinin yolundan giderek asker olmaya karar veren birisinin başına gelenlere bir örnek. Mahalle baskısı denilen şeyin aslında ne olduğuna da...
O dönemde İstanbul Eyüp İmam Hatip Lisesi’nde öğretmen olan Ali Erkan Kavaklı’nın anlattıkları:
“Eyüp İmam Hatip Lisesi polisler tarafından kuşatılmıştı. Başörtülü öğrenciler içeri alınmıyordu. (…) Eyüp ilçe emniyet müdürü A. Y., ilçe milli eğitim müdürü A. K. ve polis ordusu… (…) Okulun önüne gelen il emniyet müdür yardımcısı, emir Genelkurmay’dan, sizi oraya bağlayayım, genelkurmayı ikna edin, yasak kalkar, demesin mi? (…)
Kız öğrencilerim Ravza ve Zeynep dayak yedi. Yüzüne krampon ayakkabı ile vurulan Zeynep, gittiği Haseki Sağlık Ocağın’da rapor bile alamadı. 15 yaşındaki Zeynep, protesto yürüyüşünden sonra evine giderken köşede yakalanıp karakola götürüldü, cani gibi sorgulandı. Lise bir öğrencisi Mücahit polisten meydan dayağı yedi. (…) İstanbul valisi Erol Çakır, başörtülü öğrencilerin okula alınmaması için emir vermişti. Komiser Alaaddin böyle diyordu çıkarıldığımız Eyüp Sulh Ceza Mahkemesinde.
İstanbul milli eğitim müdürü Ömer Balıbey, (…) okula geldi ve öğretmenleri topladı. (…) “Arkadaşlar, milli güvenlik dersi hocalarının tuttukları tutanaklara istinaden imam hatip liselerinde başörtülü derse girildiği tespit edilmiştir. Başörtüyle derse girmek yasaktır. (…) Öğrencileri nasıl ikna edebiliriz?” Öğretmenler, Ömer Balıbey’e ümit vermeyince zorba milli eğitim müdürü, eğitim yazarı olarak bana nasıl ikna edebileceğimizi sordu. “(…) Kılık kıyafet eğitime kalite getirmez. Almanya’da 6 yıl kaldım. Orada kılık kıyafet yönetmeliği yok. İsteyen istediğini giyer ve okula gelir. Orada olmayan bir şey yüzünden biz burada öğrencinin eğitim hayatını engelliyoruz…” (…) Balıbey, görevime son verdi.” (Yeni Akit, 19.04.2012)
Bunlar, yapılanların binde biri bile değil. Bu ve benzeri hususlarda emir verenler ve bu emirleri -hem de kanunsuz olduğunu bile bile uygulayanlar-, kapılarının ne zaman çalınacağını bekliyor olmalılar…
Kapısının ne zaman çalınacağını bilmeden beklemek, zor bir şey şüphesiz. Ancak vaktiyle milyonları aynı şekilde bekletenlerin, bir gün bunun olacağını biliyor ve ona göre hareket ediyor olmaları gerekmez miydi?
Ne demişler? Men Dakka dukka!
Yorumlar2