Ana dilimiz, kavmimiz

  • GİRİŞ30.11.2014 07:37
  • GÜNCELLEME01.12.2014 09:23

İlk gençlik yıllarımda, resmi ideolojiyle alakasız görünen bir ideolojik akımın peşi sıra giderken, anti-emperyalistliğini gerekçe gösterip bana okullarda öğretilen dil anlayışını savundum. “Dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma” gailesiyle yeni Türkçe kullanabilmek için azami özen gösterdim. Bakmayın azami özen gösterdim dememe, söz dağarcığım da zaten büyük ölçüde bildiğim yeni Türkçe kelimeler kadardı. Özen dediğim, “eski” olduğunu, Osmanlı döneminde kullanıldığını düşündüğüm kelimeleri, hafızama, bilgi arşivime kaydetmeyip, öğrenmemeye çalışmaktan ibaretti. 

25 yaşımdan sonra, Cemil Meriç üstadın ve birçok bilge insanımızın haykırıp durduğu hakikat, benim de kafama dank etti: Yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma adı altında, tarihi-dini hafızamızla, köklerimizle bağlarımız koparılmıştı. Temelsiz, köksüz, ortada cascavlak kalakalmıştık. 
Machiavelli’nin “Bir dile o milletin dili diye, ancak başka lisanlardan kendisininkine aktardığı kelimeleri işleyişine yerleştirip onlara iç düzenini sarstırmayacak kadar güçlü, hatta onları kendi sarsan, başkasından aldığını kendisinin gözükecekleri şekilde içine çeken bir dil ise denir” sözünü aklettiğimde, resmi tarihin yalanlarını artık biliyordum. Osmanlıca'nın, yaşadığımız medeniyet dairesinde Türkçe'nin bir biçimi olduğunu öğrenmem zor olmadı. Ama birçokları gibi ben de geç kalmıştım. Biraz da telafi etme telaşıyla Türk tarihine yoğunlaştım. Kendi etnik topluluğumun özelliklerini araştırdıkça Türk olmaya da Türkçe'ye de kendime sunulan bir lütuf gibi bakmaya başladım. Fark ettim ki, dünyaya gözlerimi açtığımdan beri Türk olmanın da Türkçe'nin de içindeydim. Türk olmak ve Türkçe, içinde nefes alıp verdiğim deryaydı. Anamı babamı sevdiğim gibi sevdim bu deryayı. Bu denizin balığıydım, dünyaya Türkçe bakmak, hayatı Türkçe yaşamak, taşımak kaderimdi.

Devamı için tıklayın >>>

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat