Başlıksız yazı…
- GİRİŞ31.12.2021 09:07
- GÜNCELLEME01.01.2022 11:53
Takvim yaprakları tükendi, sene bitti, defter kapandı. Bu vesileyle geride bıraktığımız yıl vefat edenlere Allah’tan rahmet, yaşayanlara sağlıklı uzun ömürler dilerim.
İnsanız ve arıyoruz…
Hayat aramayla geçiyor. Bazen rastlıyoruz. Sanıyoruz ki aradığımızı bulduk. Değil tabi, devinim sürüyor çünkü…Çünkü aşınıyoruz, hırpalanıyoruz, kendi halinde bir yorgunluğa dönüşüyoruz. Ve tekrar yola koyuluyoruz.
Ne olacak sonumuz, ne oluyor yani, bu gidişle nereye varacağız, hiçbir fikrim yok.
Bu hengame içerisinde anafora kapılmış gidiyoruz. Bize anlatılan sonun, bizim için de mutlak tecelli edecek kader olduğunu bir çaresizlikten mi, yoksa hatırı sayılır emeklerle vardığımız dervişlikten ve ermişlikten mi anlıyoruz?
Hiç bilemiyorum hiç…
Düne dair bildiklerim yarını aydınlatmıyor.
Filozofa sormuşlar, insan asırlardır ölüp duruyor, buna rağmen hala ölüm konusunda neden acemilik yaşıyor, neden ürküyor, bu konuda ne buyurursunuz, demişler.
Filozof da; çünkü herkes kendi yerine ölüyor, acıyı izleyerek meczup olmazsınız, demiş.
Eee haklı tabi, başkasının ölümünü izleyerek kendi ölümüne hazırlanamaz insan. Herkes kendi yerine ölecek.
“Büyük endişe” küçük insanın değil, kendini büyük zanneden küçük insanın zindanıymış gibi geliyor bana. Allah’a ve tabiata karışmak en iyisi. Ait olmadan aidiyetin huzuruna sığınmak…Sanırım en iyisi.
Merak benim için korkuyu tüketmenin bir yolu. Güve bile açlıktan değil, meraktan yer, diye düşünürüm. O da bir yere varmak için yapar bunu.
Eski, çok eski vakitlerde krallar akıbetlerini merak eder, bunu öğrenmek için akla gelen ya da gelmeyen her yolu denerlermiş.
Böyle yakın zamanlar değil, dört, hatta beş bin yıl öncesi, belki daha da eski.
Ne olacak benim halim, ülkemin başında kalabilecek miyim, yoksa büyük bir savaşla, afatla yıkılıp gidecek miyim? Bunu düşünürlermiş.
O vakitler şöyle bir uygulama varmış…
Kralların bu büyük merakını gidermek için kahinler yüzlerce, hatta binlerce kuzu kestirirlermiş. Sonra bu kuzuların ciğerlerine bakarlarmış. Ciğerin rengi nasıl, bir yerinde bir ur, bir hastalık, ya da başka bir şey var mı, diye. Sonra kuzunun ciğerine göre krala izahatta bulunurlarmış. Yapıp yapmaması gereken işler konusunda kralı uyarırlarmış.
Öyle zannediyorum ki, asırlar öncesinden kalan bu kehanet yöntemi bugün dilimize yerleşen “ben onun ciğerini bilirim” sözüne de kaynaklık ediyor.
Hani birisi hakkında konuşurken, onu tanırım, ne düşündüğünü, ne düşüneceğini bilirim, manasında bir şey söylerken genellikle bir ciğer mevzusu açılır ya... Bunun sebebi bu olsa gerek.
İyi de…
Neden ciğer, neden yürek değil, neden mide değil, neden başka bir organ değil?
Çünkü bütün hastalıklar önce ciğerde belirti gösterir, ne varsa ciğerden anlaşılır da ondan.
Ayrıca kralların bu kehanet yöntemine başvurmalarının bir sebebi daha olmalı.
Dışarıdan bakıldığında sapasağlam görünen devletin içi çürümüş mü, kokuşmuş mu, gidişat ne yöndedir, diye bir merakı gidermenin yolu da o çağa göre ciğer metaforuyla çok uyumlu geldi bana. Kuzu sağlıklı görünüyor da, ciğer ne durumda ciğer.
Neyse…
Arıyoruz, hepimiz hakikatin ve o sırlı sonun ne olduğunu merak ediyoruz, arıyoruz.
Kaybolmadan aramaya devam ediyoruz.
Yorumlar1