Mektubun hikâyesi...
- GİRİŞ06.01.2014 09:10
- GÜNCELLEME06.01.2014 09:10
Diğer 44 gazeteciyle birlikte Dolmabahçe'deki salonda oturmuş dört saatlik toplantı maratonunun bitmesini beklerken, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın sondan bir önceki soruya verdiği cevapla sarsıldım. Sarsıntıyla birlikte aklımdan ilk geçen, girişteki düşünce oldu.
Al sana, gündemin merkezine oturma cezası...
17 Aralık'tan bugüne yazdığım yazılara göz atmış olanlar 'savaşa' dönüşen ihtilâftan ne kadar rahatsızlık duyduğumu fark etmişlerdir. Geçen yıl bu zamanlarda da benzer rahatsızlıklar içerisindeydim, ama bu defaki elle tutulur bir rahatsızlıktı.
Hayatımın hiçbir döneminde "Gece yarısı beni arayan Cumhurbaşkanı bana dedi ki..." veya "Başbakan ile görüştüm, ilk bana açıkladı" tarzı yazılarla okur karşısına çıkmadım... Son 30 yıl içerisinde, hemen her devlet adamıyla, karşılıklı saygı ve güvene dayalı ilişkilerim olduğu, herbiriyle sıkça sayılabilecek aralıklarla görüştüğüm halde...
Kavga rahatsızlığımı dayanılmaz hale dönüştürdüğünde, nasıl bir çıkış yolu düşündüğünü öğrenmek üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le görüştüm önce; ardından da Başbakan Tayyip Erdoğan'la... Kuvveti birbirinden farklı olsa da, her ikisi de, olan-bitenden müthiş rahatsız görünüyordu.
Cumhurbaşkanı Gül konunun özellikle toplumsal boyutuyla ilgiliydi; yaşananların vardığı noktayı zarar verici, varabileceği noktayı ise tehlikeli buluyordu...
Başbakan Erdoğan kızgındı, kendisini ihanete uğramış hissediyor, dost bildiği gazeteler ile televizyon kanallarından gelen oklara isyan ediyordu... Ancak o da kavgasız bir çıkış yolu arar gibiydi...
Önceki rahatsızlığımda ne yaptıysam yine onu yaptım: Kendimi yollara vurdum...
Daha kimseler olacaklara uyanmamışken, ortamın patlamaya hazır hale geldiğini fark edip, geçen yıl bu zamanlarda, yolumu Pensilvanya'ya düşürmüştüm. Bir gün gittim, ertesi gün döndüm. Arada geçen konuşmalarımızı uzun uzadıya aktarmam gereksiz; ancak rahatsızlığım daha da artarak oradan döndüğümü söyleyebilirim.
Aradan çok geçmedi, 17 Şubat depremiyle karşılaştık...
Son ziyaretimde ise, Hocaefendi'yi, gelişmelerden olağanüstü huzursuz halde buldum. Kavga-gürültü ve savaş yerine kardeşlik hukukunun hâkim olmasını istiyor, hassasiyetlerine kulak verilmemesini anlamakta zorlanıyordu. 'Örgüt' sözcüğünün uluorta kullanılmasını başka niyetlere yoruyor, dershanelerin kapatılmak istenmesini yanlış buluyor, kendisine sempati duyan insanların başına dert açılmasından endişe ediyordu.
Cumhurbaşkanı Gül'e duyduğu saygı dolu hisleri saklamıyor, Başbakan Erdoğan için de 'dostça' ifadelerle dolu sözler sarf ediyordu. En fazla bazı gazetelerden ve özellikle sosyal medyada yazılanlardan şikâyetçiydi...
Başbakan gibi... Cumhurbaşkanı gibi...
En önemlisi, siyasi iklimden konuşurken, "Biz bir yıl önce hangi noktadaysak, bugün de aynı yerdeyiz" demesiydi Hocaefendi'nin...
Pazarlık... Şartlar... Bunları akla getirebilecek her sözden uzak durdu görüşmemiz boyunca...
Dayanamayıp, "Konuştuklarımızı yazılı hale getirseniz?" teklifinde ben bulundum.
Pat diye tartışma gündemine düşen 'mektup' işte böyle ortaya çıktı.
Yazının devamını okumak için bu linki kullanabilirsiniz
Fehmi Koru - Star Gazetesi
fkoru@stargazete.com
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol