Festival senin neyine?
- GİRİŞ17.08.2025 09:07
- GÜNCELLEME19.08.2025 09:34
Geçtiğimiz Perşembe akşamı, televizyon programıma geç kaldım. Her zaman tedbirliyimdir, yola erken koyulurum. Ama İstanbul bu, işlerin nasıl gideceği belli olmaz. Siz ne kadar tedbirli olursanız olun, “dünya başkentimizin” oyunlarından birine gelebilirsiniz.
Yenikapı'da "İstanbul Festivali" diye bir organizasyon varmış. Belli ki şöhretli birileri sahne alacak. Yüzlerce otomobil, festival alanına girmek için sıra bekliyor. Kuyruk, altı şeritli yolun beş şeridini işgal etmiş. Tüm Yenikapı trafiği felç olmuş, Avrasya Tüneli ve Aksaray çevresindeki bütün yollar tıkanmış halde. İnsanlar isyan edip kornalara basıyor, sinirden birbirleri ile kavgaya tutuşuyorlar. Bu arada ortalıkta ne bir polis ekibi ne de trafik zabıtası görünüyor.
Sonuçta trafiğin hiç de yoğun olmaması gereken bir saatte, akşam saat 19:00 - 20:30 arasında toplam 600 metre yolu zar zor gidebildik.
Bunca yıllık televizyonculuk hayatımda bir kez daha böyle geç kalmışlığım var, o da çok benzer bir senaryo ile gerçekleşmişti. Bu sefer yolu tıkayan konser değil, maçtı. Galatasaray stadyumuna bağlanan yan yola girmeye çalışan araçlar, dört şeritli TEM otoyolunu tamamen tıkamıştı. Orada da polis, protokol için yan yolu açık tutmakla meşguldü, uluslararası otoyolun tıkanmış olması kimselerin umurunda değildi.
İstanbul’un trafik sorunu zaten var. Özellikle son beş yıllık performansımız sayesinde, dünyanın en kötü trafiğine sahip ilk şehirleri arasına girmeyi başardık. Her gün trafik sıkışıklığı ile yaşamaya da alıştık. Artık trafik tıkanınca değil akınca şaşırıyoruz.
Ancak yukarıda anlattığım örnekler, klasik trafik hikayeleri değil. Trafiğin “makul bir düzeyde tıkalı” - bu da ne demekse artık!- olması gereken saatlerde yaşanan “facialardan”, kördüğüm haline gelen yollardan söz ediyoruz. Sebebi, bazı özel organizasyonlar… Festival, maç vesaire….
Modern bir kent için eğlence organizasyonları da önemlidir şüphesiz, buna kimse itiraz etmez. Ancak ulaşım, yani kent sakinlerinin bir noktadan başka bir noktaya seyahat edebilmesi, eğlenceden daha önemlidir. Tıpkı temiz suyun, temiz havanın, güvenliğin, sağlık hizmetlerinin, itfaiyenin, toplu taşımanın, yeşil alanların önemli olduğu gibi. Evet, eğlence önemlidir ama, bu saydıklarımın hepsi eğlenceden daha önemlidir, hatta hayatidir.
Ankara’nın ve İzmir’in de İstanbul’dan bir farkı yok. Laf sırası gelince hepimiz yaşadığımız şehri Barcelona ile Berlin ile kıyaslıyoruz, oralardaki gibi kültür ve eğlence hayatımız olsun istiyoruz. Ancak o şehirlerin temel alt yapı sorunlarını çoktan çözdüklerini, ondan sonra eğlenceye sıra geldiğini hiç düşünmüyoruz.
Sen daha insanlarının iş çıkışında evine ulaşmasını sağlayamıyorsun…
Sen daha toplu taşıma sistemini doğru düzgün çalıştıramıyorsun….
Sen daha kaldırımlarını, yollarını onaramıyorsun….
Sen daha şehir magandalarının terörünü çözemiyorsun….
Sen daha mekanlarda sigara yasaklarını uygulayamıyorsun…
Sen daha evlerin musluklarından temiz su akıtmayı başaramıyorsun….
Sen daha marketlerdeki fahiş fiyatları, vurgunculuğu kontrol edemiyorsun….
Sen daha çöpleri düzgün toplayamıyorsun…
Sen daha arıtma tesislerini çalıştıramıyorsun…
Sen daha doğru düzgün otopark hizmeti üretemiyorsun, yaya yollarına park eden araçları engelleyemiyorsun…
Sen daha motosiklet terörünü, skuter terörünü bitiremiyorsun…
Senin neyine festival? Senin neyine çalgı çengi, eğlence, kültür?
TABAKLARI TOPLAYINCA SOHBET BİTİYOR
Bir lokanta işletmecisi anlatıyor: “Masadaki tabakları toplayınca insanlar sohbet etmeyi kesip hesabı istiyorlar. Müşterilerimizi tatmin etmek için koyu sohbet varken tabakları almıyoruz. Sohbet hafifleyince tabakları alıp çay kahve ikramı soruyoruz”
O kadar doğru bir tespit ki adamı alkışlayasım geldi.
Yemekler yenmiş, iki çift laf edilecek, garsonlar kalk gidelim havası çalar gibi “boşlara dalıyorlar”. Yahu arkadaş, ben rahatsız olsam sana zaten “al şunları” derim. Tabaklar hızla toplanıyor, ardından otuz iki düş sırıtarak “tatlı ne alırsınız?” sorusu geliyor.
Böyle durumlarda o kadar uyuz oluyorum ki sırf gıcıklık olsun diye Türkiye’de bulunması pek mümkün olmayan tatlıları soruyorum: “Mereng var mı” veya “Sbrisolona varsa alabilir miyim” veya “üzümlü granita yapıyor musunuz?”….
O otuz iki diş kurnaz sırıtışın yerini bomboş bakışlar alıyor… Tam “Yok efendim, ama isterseniz…” diye elindekileri saymaya başlayacakken “Mereng yoksa bir şey almayayım” diyerek kestirip atıyorum.
Rahat bıraksalar biz de edebimizle ayva tatlısı, sütlaç, kadayıf yiyip kalkacağız. Üç kuruşluk ek sipariş için yapılan masa tacizi, insanı ister istemez böyle sevimsiz yöntemler kullanmaya itiyor. Ama her halükarda güzelim sohbetlere tüy dikilmiş oluyor.
Lokantalarımızdaki garsonların, müşterilerin konforuna ve mahremiyetine pek önem vermediği açık. Kaliteli hizmetin bir parçasının da bu olduğunu bilmiyorlar bile. Klasik bir laf olacak ama, doğrusu iş gelip yine eğitime dayanıyor. Garsonluk deyip geçiyoruz, her iş gibi bunun da çok ince detayları olduğunu, özel bir uzmanlık gerektirdiğini atlıyoruz.
Gaffar Yakınca / Haber7
Yorumlar23