Gazze’de dünyaya gelen ilim deryâsı İmâm Şâfiî Hazretleri (vefât 20 Ocak 820)

  • GİRİŞ20.01.2024 09:19
  • GÜNCELLEME20.01.2024 09:19

Selahaddin Eyyûbi; Mısır’da Şii Fâtımî Devletine son verdikten sonra büyük İslâm Âlimi İmâm Şâfii Hazretleri’nin bizim de ziyâret etme bahtiyarlığına eriştiğimiz Kâhire’de Kûrâfe Kabristanı’nda bulunan kabirlerini ziyâret ettiğinde Şii’ler tarafından kısmen tahrip edilmiş ve bakımsız bırakılmış içler acısı kabri karşısında oldukça üzülmüş, dönemin en büyük ahşap ustalarından Ubeyd en-Neccâr’a 1178’de çok güzel bir sanduka yaptırmış, o da yetmemiş kabrinin hemen yanında İmâm Şâfii Hazretleri’nin ilimleri okutulsun diye 1179’da bir de medrese inşâ ettirmişti... 

İmâm Şâfii’nin sandukasının üzerine türbeyi, Selahaddin Eyyûbi’nin kardeşi Melik Âdil’in hanımı yaptırmıştır. Türbenin içerisinde bu Sûltân Hanımın kabri de vardır. Ayrıca 15 metre genişliğe sahip türbeye Selahaddin Eyyûbi’nin hanımlarından Şemse Hanım ile oğlu Aziz Osman da defnedilmiştir, ancak kabir yerleri belli değildir. 

İmâm Şâfiî Hazretleri’nin isim ve vefât tarihi yazılmış orijinal mermer taşının bulunduğu türbesi, Memlûk Türk Sûltânlarından Kansu Gavri ve Sûltân Kayıtbay tarafından tamirleri yapılmıştı.

HAYATI

İmâm Muhammed Şâfii Hazretleri, İmâm Âzâm Ebû Hanife Hazretleri’nin vefât ettiği 767 yılında Gazze’de dünyaya teşrif etti. Baba tarafından soyu Hz. Peygamber’in dördüncü kuşaktan dedesi Abdümenâf’a ulaşır. Abdümenâf, Haşim’in babası… Haşim, Abdülmuttalib’in babası…Abdülmuttalib, Abdullah’ın babası... Abdullah Kâinatın Efendisi Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in babasıdır. 

Şâfi nisbeti kendisine, Bedir Savaşında Müslümanlara esir düşüp fidye vererek serbest kaldıktan sonra İslâm’ı kabûl eden dedesinin dedesi Sâib’in oğlu Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizden olan Şâfi‘den kalmıştır. Annesi’nin soyu ise Hazreti Ali Efendimize dayanır.

Babasının adı İdris’tir. İmâm Şâfiî henüz kundakta iken vefât etmişti. Annesi Fâtıma Hâtûn onu önce Gazze’nin 13 km. kuzeyindeki Askalân’a götürdü, sonra iki yaşına gelince Mekke’ye gittiler. Mina’da bulunan  Şi‘bül hayf mevkiinde imkansızlıklar içinde yaşadı. Bu bölge aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in veda haccında çadırını kurduğu ve cemaatle namaz kıldığı yer olduğundan mübârek addediliyordu. (Hâlen öyledir Hayf Mescidi’nin olduğu yer.)

Yedi yaşlarında Kur’ân-ı Kerim’i ezberledi. Yetmedi, on yaşında iken, o zamanın en meşhur âlimi İmâm Malik'in "Muvatta" adlı hadis kitabını çok kısa bir sürede ezberledi. 

Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, İstanbul-Karaköy yer altı camii’nde birde makâmı bulunan Süfyan bin Uyeyne ile Mekke’de müftülük de yapan Müslim bin Halid ez-Zenci gibi muhaddislerden ilim tahsil etti. Sohbetlerini kaçırmadı. Hadis, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Duhâ Sûresinden sonra gelen kısa sûrelerin her birinin sonunda “Allahû Ekber-Bismillahirrahmânirrâhîm” diyerek diğer sûreye başlanması Hâdis-i Şerifini nakleden kıraat Hocası İsmâil b. Kustantîn’den kıraatını tamamladı.  Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

Mekke’deki eğitiminden sonra Tâif ile Mekke arasındaki dağlık bölgede yaşayan Haşimîlerle de akraba olan Ben-î Hüzeyl kabilesine katılıp, onların kültürü içerisinde geleneklerine vâkıf oldu. Bu kabile Arafat sınırları içinde yer alan Vasîḳ vadisinde kurulan Zülmecâz adlı bir panayıra da sahip bulunuyordu. Dolayısıyla panayıra gelen Arap Yarımadasının her kesimindeki tüccar insanlardan kendi kültürleri hakkında bilgi ediniyordu.

Bu arada çok sevdiği atıcılığı ve biniciliği öğrendi. Ayrıca ilgi duyduğu Arap şiiri, edebiyatı ve tarihine yöneldi. Bu ona dil bilgisini geliştirmesini sağladı. Gençliği boyunca Arap kabileleri arasında uzun süre dolaştı nerede ise anlamını bilmediği kelime kalmayacak derecede onların lehçe ve ağızlarını öğrendi. Böylece Kur’an ve Sünnet’e daha iyi yorumlar getirmesini bildi.

Öyle ki; Yûnus b. Abdülâlâ es-Sadefî gibi âlimler İmam Şâfiî’nin; vahiyle gelen âyetlere sanki şahit olmuş, o hâli yaşamış gibi tefsir ve te’vil yaptığını söylemekten çekinmemişlerdir. Arap toplumunu geçmişiyle birlikte tanıması, ensâb ve eyyâmü’l-Arab bilgisine, yâni nesepler ve kabileler arası onlarca yıl yapılan bütün çatışmalar ve kan dâvâlarının hiciv ya da methiyelerle anlatıldığı bütün konulara sahip bulunması onu konunun uzmanlarıyla yarışacak düzeye getirmiştir. 

Hatta; Peygamberimizin, Sahâbelerin, komutanların, melik ve emîrlerin hayatlarını, gazâlarını, Şam, Mısır, Irak fetihlerini ve çeşitli tarihî kıssaları anlatan Es-Sîretü’n-Nebeviyye adlı eseri yazan İbn Hişâm’ın, soylu-asil kadınların soy bilgileri hakkında Muhammed Şâfiî ile yaptığı bir münâzarada tıkanıp kaldığına şahit olunmuştur.

Tahsilinde en önemli devrelerden biri ise 20 yaşlarında iken Mekke’den Medine’ye gelerek İmâm Mâlikî’den ders almaya başladığı devredir. Çünkü Medine'de bulunan Sahabe-i Kiramdan Ebû Amr’ın torunu ve Mâlikî Mezhebinin kurucusu Mâlik bin Enes'in büyüklüğünü biliyor ve kalbinden hep ondan ders alabilmesi için duâ ediyordu. 

Nihayet, Mâlik bin Enes’in yanına gitmek için fazla dayanamamış, Mekke valisine gidip durumu izah etmiş, vali de kendisine, birini Medine valisine birini de Mâlik bin Enes'e vermek üzere iki mektup vererek Medine’ye göndermişti. Muhammed Şâfiî Medine'ye varınca, Medine valisine gidip ona ait olan mektubu verdi. Mektubu okuyan Medine valisi derhal kendisi ile birlikte İmâm Mâlik'in yanına gittiler.

Muhammed Şâfiî heyecan içindeydi. Uzun boylu ve mânevî heybeti ile kendilerini karşılamaya çıkan İmâm Mâlik Hazretlerine hayranlıkla baktı ve ilim öğrenme hevesi daha da depreşti. 

Medine valisi, Mekke valisinin gönderdiği mektubu İmâm’a takdim etti. Mektupta; "Muhammed bin İdris, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. İlim tahsil etme arzusundadır” diye yazılı olan kısmı okuyunca, İmâm Mâlik kendisini tutamaz ve "Sübhanallah! Resûlullâh’ın ilmi böyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, talep olunur" dedi. 

Fakat, ilim talep eden Muhammed Şâfi’ye bütün mâneviyatıyla yönelip alıcı gözüyle bakınca ondaki cevheri farketti. Muhammed Şâfiî‘ye hitâben; “Ey Muhammed, ileride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nûr vermiştir. Onu masiyetle söndürme. Yarın biri ile gel, sana Muvatta'yı okusun” buyurdu. Vedalaştılar.

Ertesi gün geldiğinde Muhammed Şâfiî’nin, “Muvatta benim ezberimde, ezberden okurum” demesi üzerine derse başladılar. Fakat, Muhammed Şâfiî ne zaman, İmâm’ı yorma korkusundan okumaya ara vermek istese, Muhammed Şâfiî‘nin belâgatına hayran kalan İmâm Mâlik, “Ey Muhammed daha oku” diyerek ikâz ederdi.

Böylece günler ayları, aylar yılları kovaladı. İmâm Mâlik vefât ettiği 795 yılına kadar ona bildiği bütün ilimleri öğretti. İlimde çok yüksek dereceler elde eden Muhammed Şâfiî hocasının vefâtı üzerine Mekke’ye döndü. 

Fakat bu kez de Mekke’ye gelen Yemen valisi tarafından Yemen'e götürüp kadılık vazifesi verildi. Yemen’de Cemile Hanımla evlendi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, ilmine devam etmek istediğini söyleyerek izin istedi. 

Aslında uzun zamandır hedefinde, Bağdat’a giderek medhini çok duyduğu İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife’nin İmâmeyn yâni iki imâm olarak adlandırılan İslâm Dünyasınca meşhûr talebeleri İmâm Ebû Yusuf Hazretleri ile İmâm Muhammed Hazretleri’nden ders almak arzusu vardı. 

Zâten; fıkha büyük hizmeti geçmiş âlimler silsilesi için söylenen; “Fıkhı Abdullah bin Mes’ud ekti, Alkâme biçti, İbrâhim en-Nehaî harman yaptı, İmâm-ı Âzâm Ebû Hanîfe öğüttü, Ebû Yusuf hamurunu kardı, İmâm Muhammed pişirdi, diğer insanlar hazır yiyorlar” sözünü bilmeyen yoktu.

Bunun için yola koyuldu. Ancak kendisi Yemen’de iken İmâm Ebû Yusuf Hazretleri 798 yılında dünyasını değiştirmişti. Muhammed Şâfiî, bu yüzden doğruca İmâm Muhammed Hazretleri’nin yanına gitti. Yanına gelen Muhammed Şâfiî’yi himayesine almakla kalmayan İmâm Muhammed, ayrıca annesini de himâyesine alarak nikâh kıydı. 

İmâm Muhammed, artık üvey oğlu olan Muhammed Şâfiî’ye yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle, Irak'ta tedvin edilen fıkıh ilmini ve Irak'ta meşhûr olan rivâyetleri ve dağarcığındaki bütün ilimleri öğretti. İmâm Şâfiî onun hayran kaldığı ilminden ve kitaplarından ne kadar çok istifade ettiğini Ebû Ubeyde’ye şu ifâdelerle anlatmıştır:

"İmâm-ı Muhammed'den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife'nin çocuklarıdır. Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife Hazretleri de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. Allah onlardan ebeden razı olsun…”

İmâm Şâfii, Bağdat’ta ilminin zirvesine geldiği 805 yılında  İmâm-ı Muhammed Hazretleri’de dünyasını değiştirdi. Bu duruma herkes gibi Halife Harun Reşid’te çok üzülmüş, hatta İmâm Muhammed ile birlikte aynı gün vefât eden Arapça Lügat’ın babası olarak bilinen ve Rakka Kadılığndan sonra atandığı Horasan Kadılığına erişemeyen İmâm Kisaî ile İmam-ı Muhammed için “Lügat ile fıkıh gitti” sözleriyle üzüntüsünü belirterek, İslâm Dünyasına tâziye mesajı yayınlamıştı.

İmâm Şâfiî Hazretleri Mekke'ye döndü. Burada kaldığı süre içerisinde özellikle hac mevsiminde çeşitli beldelerden gelen ve kendisinden bir şeyler sorup öğrenmek isteyen ilim adamlarının akınına uğradı. Çünkü artık O, İslâm coğrafyasında tanınan bir âlimdi. 

Sonra tekrar gelen talepler üzerine Bağdat’a gitti. Burada ilim öğrenmek isteyen pek çok kişi oluşturduğu ilim meclisinden istifâde ettiler. Talebeleri arasında sonradan Hanbelî Mezhebinin İmâmı olacak olan Bağdat’ta doğup büyüyen Ahmed bin Hanbel de vardı. 

On binlerce Hadis-i Şerifi-i ezbere bilen Ahmed bin Hanbel’e çok kimse, "Böyle büyük bir âlim iken, Muhammed Şâfiî’nin karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde, "Bizim ezberlediklerimizin mânâlarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyayı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdadır” diye cevap verirdi.

İmâm Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının İmam-ı Şafii'ye çok duâ ettiğini görerek sebebini sorunca: "Oğlum, İmâm Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların şifâsıdır" demişti.

Büyük âlimler onun dizinin dibinde edeb ile otururken, İmâm Şâfiî Hazretleri ise mürşidi Şeybân-ı Râî Hazretlerinin huzurunda edeb ile bekler, otur denilmeden oturmazdı. İmâm Şâfiî Hazretleri, Bağdat’a bu ikinci gidişinde çok kalmadı. Bağdat’ta meydana gelen siyasi ve fikri kargaşalıklara dayanamadı Mısır'a gidip, ömrünün sonuna kadar orada kaldı. Mısır’da iken yeni bir üsûl geliştirdi. İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife ve bizzat ders aldığı İmâm Mâlik'in içtihad yollarını çok iyi öğrenmişti. Bu iki yolu kendisine örnek alarak birleştirdi ve ayrı bir içtihat yolu kurdu. 

Böylece Müslümanların ibadetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiş oldu. Onun kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere, yani gösterdiği bu yola "Şâfiî Mezhebi", Ehl-i Sünnet itikadında olanlardan amellerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara ise o günden sonra "Şâfiî" dendi.

İmâm Şâfiî Hazretleri, İslâm’a hizmet uğrunda tükettiği hayatının son anlarını Kur'ân-ı Kerim okuyarak geçirdi. Öyle ki, her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu. Ramazan Ayı geldiğinde ise hatimini gece ve gündüz olmak üzere ikiye çıkarırdı.

Vefâtının yaklaştığı günlerde biraz halsiz kalınca talebesi Ebû Musa’ya okutup hûşû içinde dinliyordu. Son nefesini, 20 Ocak 820 tarihine denk gelen Recep Ayının 30’unda Cuma günü bu hâl üzerindeyken verdi. Dünyasını değiştirdiğinde 54 yaşına bile girmemişti.

Yavuz Sûltân Selim Hân’ın etrafını dolaşarak, Tomanbay'ın kuvvetlerini dağıttığı Mukattam Dağının eteğindeki Kûrâfe Kabristanına defnedildi. Cenâb-ı Hâk makâmını âli, bizleri de şefaatlerine nâil eylesin inşaallah…

Halit Kanak / Yeni Akit Gazetesi

Yorumlar1

  • Semendire 3 ay önce Şikayet Et
    İnşallah sayın hocam . Ağzınızdan dinlemiş gibi yazmışsınız Hocam ellerine sağlık.
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat