İstanbul'u bekleyen iki tür deprem var.

  • GİRİŞ31.10.2011 07:01
  • GÜNCELLEME31.10.2011 07:01

Bu çığlıga kulak verelim

İstanbul’u bekleyen iki tür deprem var. Birincisi jeofizik uzmanlarının öngörüsüne dayanan muhtemel deprem. İkincisi ise gözlerimizin önünde günbegün insan eliyle süregelen yıkım! İstanbul’un kaybolan siluetinden bahsediyorum.

Gittikçe tarihi dokusundan uzaklaşan, gökdelenler arasında sıkışmış nefes alamayan bir şehrin feryadını acaba duyan kaç kişi var?

Yeter ki başımı sokacak bir evim olsun diyerek oturduğu evin kolonuna, kirişine, depreme dayanıklı olup olmadığına hiç dikkat etmeyen insanların yaşadıkları elim akıbeti ne yazık ki gördük.

 Aynı psikolojiyi inşa adına İstanbul’da yaşanan yıkımda da görmek mümkün. Kentin silueti vatandaşın umurunda falan değil. Yeter ki kiradan kurtulsun, bir yerlerde  dikili bir taşı olsun yeter.

Toplu konut ve site tarzı yapılaşma mimari anlamdaki köksüzlüğü bir yana orada oturan insanları    cemiyet denilen bütünden koparıp yalıtmaktadır da.

Kentlerin dört bir yanına dikilen dev alışveriş merkezleri bir şeyleri büyüttükçe büyütürken bir şeyleri de alabildiğine küçültüp yok ediyor.

İnsanımız ve insanlığımız da bu dev binaların gölgesinde kalıyor artık.

Kentleri bayındır gösteren bu yalan karşısında maşeri şuuru acaba ne harekete geçirebilir diye düşünüp dururken geçtiğimiz günlerde yazar Belkıs İbrahimhakkıoğlu ilk çığlığı attı. İstanbul’un siluetinin yok edilmesini durdurmak için başlatılan ilk sivil tepkiydi bu aynı zamanda.

Tarihi yarımadayı yok eden gökdelen rezaletine dur demek için bütün İstanbullular duyarlı olmaya  çağrılıyordu. Bu şehre olduğu kadar medeniyete medeniyet değerlerine sahip çıkma çağrısıydı.

İstanbullular yapay ve alışıldık gündemlerden sıyrılarak biraz olsun yere çivilenmiş bakışlarını yukarıya kaldırarak gökyüzünü kapatan vahim manzarayı görebildiler mi bilmiyorum.

Belkıs İbrahimhakkıoğlu medeniyete dair gerçek bir depremin ilk işaretlerini vermek için yalınayak kendini sokağa atan bir uyarıcı gibiydi. Hepimizi yaşadığımız kentin semasına bakmaya davet ediyor ve neyi kaybettiğimizi şu satırlarla anlatmaya çalışıyordu:

İnşaat sektörü, medeniyetle şehir, insanla mekân arasındaki manevî ilişkiyi gözetmeksizin, betonlaşmış ruhsuz şehirler kurma yolunda hızla ilerliyor. Dev inşaat firmalarının reklâm filmlerine dikkat edin; pıtrak gibi yerden fırlayan beton bloklar şehrin bütününü kaplıyor. Kimliksiz kişiliksiz şehirler plânlanıyor. Bu ruhsuz şehirlerin insanlığa gelişme adına sundukları ise dev iş merkezleri ve eğlence dünyasına sıkıştırılmış hayatlardır. Şimdi gökdelenler vesilesiyle medeniyetimizin mührü olan anıt mimarimiz karartılıyor. Üç beş sorumsuz ve şuursuz insanın küçük çıkarları için koskoca bir milletin geleceğiyle oynanıyor.”

Bir şehrin sakinleri o şehir  üzerinde en çok söz sahibi olma hakkına da sahiptirler. Yaşadıkları mekanın değişim ve dönüşümünde kültürel dokunun azami ölçüde korunması noktasında bilinç geliştirmek ve mukavemetli olmak durumundadırlar.

“Kentsel dönüşüm” denilen şey bir şehrin tarihinin berhava edilmesi anlamına geliyorsa eğer bu bir talandan faklı değildir.

Kağıthane’de yayınlanan “Bu Ülke” gazetesi son sayısını bu konuya ayırmış. Gazete kentsel dönüşümün gökdelenler ve dev alışveriş merkezleriyle eskiyi tanınmaz hale getireceği endişesinden hareket ederek yetkilileri duyarlı olmaya davet ediyor. ‘KAĞITAVM’YE HOŞGELDİNİZ’ manşetiyle kentsel dönüşümle Kağıthane’de olabilecekleri şimdiden okuyabilen ‘Bu Ülke’ gazetesi sosyal yapı üzerinde oluşabilecek kırılmalara dikkat çekiyor. Gönül ister ki yaşadığı muhitin sakini olan herkes bu konuda sakin kalmasın, yerine sahip çıktığı kadar göğüne de sahip çıksın.

Unutulmamalıdır ki şehir hafızamızı temsil eder ve kendine yapılanı asla unutmaz. Şehre kim hâkimse o kimliğini kazandırır. Şayet bugün şehirlerimizde turist gibi yaşıyor ve beton duvarları arasında üşüyerek dolaşıyorsak, ya bu şehir bizi...

Hüseyin Akın - Haber 7
akinakinhuseyin@hotmail.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat