Şu dilencilik mesleği ve meselesi

  • GİRİŞ22.05.2015 09:55
  • GÜNCELLEME24.05.2015 09:36

 “Çöplükte yiyecek arayan Suriyeli kadın” vakasından sonra yazmasam olmazdı. Yaşadıklarım merhamet, şefkat hisleri ile aldatılmışlık ve kandırılmışlık hislerini iç içe geçiyor.

Birkaç ilimizin kırsalında ikamet eden, dilenciliği yöre mesleği olarak, profesyonelce icra edenlerin varlığını biliyoruz meselâ.

Hele bir ailenin şehirlerarası çalıştığına şahit olmuşluğum vardır. İstanbul’da dilencilik yapan bir ailenin fertlerine, Maraş'ın muhtelif yerlerinde (Ulu Cami'nin önünde, kabristan ziyaretlerinin en yoğun olduğu Ramazan Bayramı’nın ilk günü Şeyh Adil Kabristanı’nda) tesadüf ettiğimdeki şaşkınlığım muhayyilemde hâlâ tazeliğini korur. Zira iki çocuk ve anne babadan oluşan aynı aileyi, ikindinin sessizliğinde, epeyce ıssız bir yerde park ettikleri, bordo renkli döküntü Toros arabalarının gölgesinde “hasılatı” sayarken görmüştüm.

Günlük hayatımda, konuşlandıkları yerleri çoğu zaman sabit, yüz ifadeleri ve vücut dilleri ile zihnimde yer etmiş en az 10 tane dilenci biliyorum.

Onlar “profesyoneller”.

Bu işi gerçekten profesyonelce ve meslek olarak yapıyorlar. Bazılarının aylık gelirlerinin benim mütevazı kazancımdan 6-7 kat fazla olduğunu da biliyorum. Evden işe gidişlerimde geçtiğim ana caddeye konuşlanmış “müşfik anne” görünümünde birisi var meselâ; Mesai çıkış saatlerinin kalabalığında evinin yolunu tutanlar, acıklı bir tonda “Oğluuuum!” ya da “Kızıııım!” sesini duyunca gayri ihtiyari ona dönerler. Karşılaştıkları; kaldırımın kenarında tekerlekli sandalyede oturan “boynu bükük, nur yüzlü bir anne” sahnesidir. Bir hafta değil iki ay değil neredeyse bir yıldır onu orada gördüğümden, doğrudan gözlerinin içine bakıyorum artık. Ama heyhat; o gözler ve yüz ifadesi o kadar ustalaşmış ki Oskar ödüllü aktrislere taş çıkartıyor. Olayı çözdüğümü anlamış olacak ki, tenezzül etmez ve umursamaz bir yüz ifadesiyle artık gözlerini “Hıh!” dercesine kaçırıyor benden. Onu tekerlekli sandalyesini sürerek mekânına bırakan genç çocuğun giyim kalitesine ve tarzını incelerken yanlarından geçiyordum da bir keresinde “hayırlı işler” dedim gayrı ihtiyari. “Hayırlı işler!”...

Bir de, boya sandığı bir vicdansız tarafından kırılarak, paramparça edilmiş ve etrafa saçılmış ayakkabı boyacısı çocuk enstalasyonu var ki akıllara zarar. (Böyle bir sahneyi görünce fail olarak zabıta gelir hemen aklınıza değil mi? Bende öyle olmuştu çünkü). Dramatik sahne beni o kadar etkiledi ki, çocuğun yanından geçip on adım gittikten sonra gözlerimin yaşardığını hissettim ve tam geri dönecekken az önümde üniversite öğrencisi olduklarını tahmin ettiğim iki genç kız cüzdanlarını çıkarmış paralarını birleştiriyorlardı. Kendilerine on lira ayırıp cüzdanlarındaki bütün parayı çocuğun avucuna bıraktılar. Dört beş metre geriden yaşananları seyretmeye başladım. On-on beş dakikada ciddi hasılatın kaldırıldığı sahnede, (çocukluğunda bir müddet boyacılık yapmış biri olarak) bazı detayların tutarsızlığı dikkatimi çekmeye başlamıştı; Çocuğun eline göstermelik boya sürülmüştü ve tırnaklarının arası tertemizdi, kırılan boya şişelerinin içindeki boya etrafa/zemine saçılmamış ve kaskatı duruyordu, fırça yepyeniydi, boya sandığı muntazam kırılmıştı…

Sonunu merak ettiniz değil mi?

Bu tutarsızlıkları sorduğum bacak kadar çocuktan usturuplu bir küfür yedim iyi mi? Zabıtayı aramak üzere cep telefonumu çıkardığımda ise soteden çıkıp gelen orta yaşlı bir adamla etrafı toparlayıp az ilerde parkeden otomobillerine binerek vınn!

Şu yaşadıklarımı da yazsam fena bir roman olmaz hani:

Çöplükte sofra kuran çocuklu ve perişan aile sahnesi,

Kucağında bebekle (plastik) dilenen çarşaflı kadın (çocuğa dokunduğumda ürkmüştüm),

Sokak lambası altında hem mendil satıp hem de dersine çalışan çocuk enstalasyonu,

 Önüne üç mendil koyup güya dilenmeyen fakat onuruyla çalışan çocuk sahnesi,

Suriyeli pozu takınıp da Arapça konuşamayan yerli çocuk (- Min eyne ente, -Ne dedin abi?),

Çocuk, çocuk, çocuk…

Konu uzuyor ama yaşadığım şu diyalogları da aktarmalıyım size;

Diyalog 1:

  • Açım ekmek parası abi.
  • Dur ayrılma sakın. Arabayı park edip geliyorum. Hah, gel içeriye. Merdivenlerden aşağıya in, orası bizim yemekhanemiz. Tabldotu doldur karnını doyur.
  • Yok abi, evde kardeşlerim aç. Onlarsız yiyemem.
  • Evin uzak mı?
  • Yakın sayılır.
  • Git evden tencere getir o zaman.

Gidiş o gidiş…

Diyalog 2: (Tam bizim Sinanağa Fırınının önündeyim)

  • Abi bi ekmek parası
  • Peki, gel benimle.
  • Üç ekmek biri bana ikisi de şu arkadaşa. Bak birader, burada “askıda ekmek” uygulaması var. Şu tahtada yazılan,  ekmek alacak parası olmayanların hakkı. İhtiyacın olduğunda buradan alabilirsin.
  • Abi sen yanlış anladın ben “ekmek parası” istedim.
  • Tövbe tövbe…

Geçirdiği kaza sonrası dramatik biçimde, insanın “merhamet ve şefkat” duygularını harekete geçirecek derecede engelli kalan onurlu bir hemşerimin, İstanbul’da dilendirilmek üzere kendisine teklif edilen astronomik parayı nasıl reddettiğini, teklif sahibini O’nun elinden nasıl zor aldıklarını anlatanlardan biliyorum.

Hazırladığı enstalasyonla beni etkileyen bir dilenci gördüğümde doğrudan gözlerinin içine bakıyorum artık. Ve bunu bir kaç gün üst üste deniyorum.  O gözler, en sonunda pes edip bana durumu anlatıyor zaten. Genellikle yatsıdan sonra Fatih’teki Hafız Ahmet Paşa Camii çıkışında, iki avucunu, çeşmeden elleriyle su içer gibi birleştirip namazdan çıkacak cemaati bekleyen siyahi bir genç var mesela. Onun gözlerine bakamıyorum. Çünkü onda da aynı “profesyonelleşmiş” hali görmekten çekiniyorum.

Bir de “Allah rızası” denilince kendinden geçen muhterem/muhteşem insanlar tanıyorum. Onlardan biriyle birlikte yürürken, bu işi meslek olarak yaptığını kesin olarak bildiğim bir “meslek erbabına” para verecekti de engel olmak istedim. Kenara çekip bildiklerimi anlattım O’na. Sıkıntılı bir yüz ifadesi ile beni dinledikten sonra tek cümle söyledi bana “Ama…” dedi “Allah rızası için istiyor be İhsan". Ardından gitti ve dilencinin avucuna bıraktı parayı.

O anda, söz bitti bende.

Sadece "Yâ Rabbi, bu nasıl bir aşkınlık mertebesi ve teslimiyet hâlidir!" cümlesi mermi gibi geçti içimden.

Gündelik hayatının rutininde hayatına devam ederken, aniden karşısına çıkan dramatik bir sahne karşısında insanın “şok yaşaması” çok tabiidir. “Profesyoneller” tam da bu insani duygunun üzerinden “meslek”lerini icra ediyorlar.

Onlar sosyal refleks yönetimi ustalarıdır. Legal hale getirilme imkânı olsa idi bu merhamet tüccarlarının “Dilenciler Odasıyöneticileri en zengin meslek erbabının temsilcileri olurlardı.

İhsan Oktay Anar'ın “Puslu Kıtalar Atlası” romanında dilenciliğin Osmanlı Devleti dönemlerinde bile mafyavari biçimde kurumsallaşmış bir sektör olduğu anlatılır (Ben romanı okumadım ama İlban Ertem'in 5 yıllık emekle dönüştürdüğü harika çizgi romanından biliyorum).

Bu kronikleşmiş mesele toplumun psikolojisini bozan, bazen de merhamet hissini ayakta tutan ama çoğu kez bu duyguyu sosyal planda yaygın olarak törpüleyen kangrenleşmiş bir problem olarak her gün hayatımızın merkezine yakın bir noktada duruyor.

Anlatacak o kadar çok birikmiş anım var ki, anlatmayı sürdürsem konu dağılır gider. Eminim bu yazıyı okuyan herkesin benzer yaşanmışlıkları vardır.

O yüzden işin yaşanmışlık ya da hikâye kısmını bırakıp sadede gelelim şimdi.

İktisadi yönü bulunan (yani para/rant/çıkar ile bağlantılı) kamuoyuna yansımış, topluma mal olmuş hiç bir mesele, tek ya da genel bir bakışla görülemez ve sağlıklı olarak anlaşılamaz. Zira çok katmanlıdır ve her katmanı analize muhtaçtır. Dilencilik dediğimiz husus da buna dâhildir.

Yüzyıllardan beri kangren olmuş, refah göstergesini gölgeleyen, çoğu zaman da siyasetçilere ve bürokratlara bel altından vurmak için manipülasyon maksatlı kullanılan bir enstrümana dönüşmüş, ajansların ya da gazetelerin fırsatçı bölge muhabirlerinin arada bir “joker haber” olarak kullandığı bu mesele çözülemez mi?

O kadar kolay çözülür ki! (Elbette akşamdan sabaha değil).

Ama bu sosyal meseleyi hal yoluna koymak için;

  1. Meseleyi çözmeyi şiar edinmiş, çözüm yönetimini tek elden yürütecek esaslı bir siyasi irade desteğine,
  2. Bürokratik kurumsal desteğe (Dilenme fiilinin özellikle Cami önlerinde yapıldığı düşünülürse öncelikle Diyanet İşleri Başkanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü vb.)
  3. Konuyu çalışan akademisyenlerin görüşlerine (sosyolog, ilahiyatçı, psikolog, eğitimci, iktisatçı vb.)
  4. Sistematik ve bilimsel saha çalışmalarından sonra güncellenecek ve yaptırım içerecek yasal dayanaklara,
  5. Sosyal ya da asosyal medya desteğine,
  6. Ve son olarak, arazide STK desteğiyle tedbirleri uygulamaya koyacak sivil katkıya ihtiyaç var.

Gaziantep’te yaşanan “çöplükte yiyecek arayan Suriyeli kadın” vakasından sonra çözüme en hazır olanların da 6. Maddedekilerin olduğunu söylemeden bitirmeyelim.

Vesselam.

KISA MESAJ HATTI:

Düz mantık düz adamların işidir.

İhsan Toy- Haber 7

ihsantoy@tasam.org

http://twitter.com/caricare1773

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat