Normalarımızı kontrol edelim

  • GİRİŞ08.09.2009 10:44
  • GÜNCELLEME08.09.2009 10:44

Sohbet ve seminerlerimizde, “Doğrularımızı kontrol etmeliyiz.” dediğim zaman gençlerden, “Doğru ifadesini kullanıyorsunuz. Doğruysa; neyi kontrol edeceğiz?” diye bir itiraz gelmişti.

Aslında gençler haklı… Ancak yaşadığımız evrende doğrunun geometrik tanımına karşılık, bir de fiziksel yaklaşımı vardır. Geometri bilimine göre doğru, iki nokta arasındaki en yakın uzaklıktır. Fakat fizik bilimi de, iki nokta arasında sonsuz nokta vardır şeklinde bir tesbit sunuyor.

O halde bilimin doğru kavramında bile görecelilik söz konusuysa, sosyal alandaki doğru kavramının ihtimalleri neredeyse insanlık adedi kadardır. Çünkü bütün tesbitlerimizde ”Bana göre” diye bir yaklaşım sergiliyoruz. Esasında bu; “Bana göre.” söylemi, benim ailemden başlayıp; hayatımın bütün alanlarındaki edindiğim bilgi, tecrübe ve birikimine göre, normal olarak algıladığım her şeydir. O halde doğru kavramının yerine “Norm” kavramını koyarak düşünürsek; belki o zaman doğruyu bulabiliriz.

İnsan olarak davranışlarımızı normal ve anormal diye ikiye ayırıyoruz. Bu durumda, norm ve anormlarımızı da, cemiyetin ortak ahlâkî değerleri belirliyor. Bu ahlâkî değerleri meydana getiren birinci faktör ise dindir. Zira Hz. Adem'den (asm) bu yana insanların sosyal barış ve huzurunu sağlamaya yönelik ilâhi emir ve yasaklar, cemiyetlerin davranış kalıplarını da belirlemiştir. Zamanla toplumlar din olgusundan uzaklaşsa bile, sözü edilen ilâhi öğretiler, örf, adet ve gelenekleri oluşturmuştur. O sebeple de hukukun, kanunların ve kuralların oluşturulmasında yukarıda saydığımız temel kabuller, cemiyetlerin ortak paydası olarak belirlenmiştir.

Ve keza şeriat kavramı esas itibariyle, hukuku oluşturan kanun ve kurallar manzumesi olan dini öğretilerdir. İslâm dininin şeriatını belirleyen de Kur'an-ı Kerim’dir. Ayrıca Efendimizin (asm) uygulamaları olan sünnet-i seniyeleridir.
Ruhun, fıtrat dediğimiz potansiyelindeki sınırsızlığa karşılık, şeriatın fiil ve davranışlarımıza tayin ettiği bir sınır vardır. Bu sınırlar, bireylerin ve onlardan oluşan cemiyetlerin davranış normlarını ve hatta ahlâk kurallarını belirler. Bu milletin normlarının kaynağı Kur'an'dır. Kur'an'ın fiilî uygulaması olarak, Peygamberimiz efendimizin (asm) sünnetleridir.

Bilmiyorum farkında mıyız? Tanzimat’tan Cumhuriyete kadar zımnen, Cumhuriyetten itibaren alenen yapılan şeriat düşmanlığı, siyasi bir kavram gibi ifadelendirilerek, cemiyeti norm ahlak kavramlarından uzaklaştırmaya yönelik bir hareket olmuştur. Yani şeriat kavramı; bir rejim algılamasıyla, katılımcı demokrasiye, halk idaresine muhalif bir tanımlama olarak zihnimize nakşedildi.

Bu zihinsel algılamayla da; şeriatı Kur'an ve Kur'an'ın; hayatı yaşanabilir bir düzene sahip kılacak, Allah'ın önerdiği ahlâkî normları kapsayan prensipleri olarak uygulamaktan uzaklaşmış olduk. Zaten amaç da buydu... Bu cemiyeti, şeriat adı altında fark ettirmeden Kur'an'a düşman olmaya yönlendirdiler.

Günlük hayatımızın içinde değişen şartlara göre, bu normlar da erozyona uğruyor. “Elle gelen düğün, bayram” mantığıyla, ahlakî olmayan birtakım davranışlar, cemiyet içinde norm haline getiriliyor.

Nitekim geçmişte çok yadırgadığımız ve cemiyette ahlaksızlık olarak tanımlanarak uzak durulan davranışların, günümüzde normalleştirilmesi, şuuraltımızın nasıl düzenlendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Yavaş yavaş!..

Çünkü ilk eğitimimizin başladığı aileden itibaren, sokak, okul, iş ve sosyal hayatımızda edindiğimiz davranış normlarıyla şekillenen şuuraltımız; günlük hayatımızın reflekslerinin şablonlarını oluşturur. Bizim günlük hayatımızdaki muamelelerimizi teşkil eden alışkanlıklarımızdır. Halbuki sözünü ettiğim alışkanlıklar neticesinde ortaya koyduğumuz davranışlarımızı, Kur'an ve sünnetler süzgecinden geçirdiğimizde, ne kadar anormal olduğunu fark edebiliyoruz. O yüzden toplumun empoze ettiği ve davranış normlarımızı oluşturan alışkanlıklarla sergilenen bir davranış tenkit edildiğinde, “Aaaa, bu normal bir davranış değil mi!” sorusuyla karşılaşmak, düştüğümüz yanlışların, taaccüp ifadesi değil mi?

Buradan hareketle, normlarımızı kontrol etmemiz gerektiği kanaatindeyim. Bu kontrollerin mihengi de Kur'an ve sünnet-i seniye olmalıdır.

Ahlâk anlayışımızın gerçekten normal mi, anormal mi olduğunu, ancak Kur'an’a ve sünnet-i seniyeye göre kontroller sayesinde anlamamız mümkündür. Ama kontrollerimizin mihengi olan Kur'an ve sünnet-i seniyenin, hayatın dışına nasıl itildiğinin örnekleriyle doludur yakın tarihimiz.

Mesela; Otuzbir Mart Vak'ası olarak yakın tarihimizden bize aktarılan olay, bir irtica tanımlamasıyla, özellikle gericilik yaftasıyla insanlar üzerinde bir kompleks oluşturdu. Bu vak'ada, “Şeriat isterük!” söylemiyle özdeşleştirilen insanlar, çağın gerisinde kalmışlık sıfatıyla, yani gericilik vasfıyla sunularak adeta; “Şeriat isteyenler” cahil, gerici, halk düşmanı ve rejim düşmanı olarak, gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içindeki kendini bilmezler güruhu olarak tarif edildi.
Oysa aynı vak'ada tutuklanarak Divan-ı Harpte yargılanan Bediüzzaman; Şeriatın, Kur'an ve Sünnet manasındaki yorumuyla, sergilenen bu oyunu bakın nasıl bozuyor? Bediüzzaman'a soruyorlar:

- Sen de şeriat istemişsin?

- Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım! Zira, Şeriat saadet sebebi, adaletin tam da kendisi ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin istediği gibi değil.

- İttihad-ı Muhammediye'ye dahil misin?

- Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vechile... O ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimlerdir; bana gösteriniz.

...
Sonra da; toplumun davranış normlarındaki değişime işaret ederek şöyle diyor:

“Ey paşalar ve zâbitler! Hapsedilmemi gerekli kılan cinayetlerin özeti şudur ki:

İftihar ettiğim güzelliklerim olan meziyetlerim, şimdi günah sayılıyor. Bu durumda nasıl itiraz edeceğimi bilemiyorum; hayret içindeyim.

Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet cinayet, dayatmayla isnad edilse, cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam, iki şehit sevabı kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle; hürriyet iddiası laftan ibaret olan gaddar bir hükumetin en rahat yerleri de hapishane olsa gerektir. Mazlum olarak ölmek, zulmederek yaşamaktan daha hayırlıdır.

Bunu da derim ki:
Siyaseti dinsizliğe alet yapan bazı adamlar, kabahatlerini örtmek için, başkasını irtica ile ve dini siyasete alet etmekle itham ederler. Şimdiki hafiyeler, Abdülhamid zamanındaki hafiyelerden beterdirler. Bunların sadakatine, doğruluğuna nasıl güvenilir? Adalet o hafiyelerin sözlerine nasıl bina edilir? Hem de cerbeze ve laf ebeliğiyle adalet uygularken; insan zulme düşüyor.

Zira insan kusursuz olamaz. Fakat hayatının değişik zamanlarında, toplumun davranış normlarından olup, hata, kusur ve suç sayılmayan, fakat zamanla değişen şartlarla bugün suç olarak tanımlanan ve yaşanan hayatın değişik dönemlerinde dağınık bulunan kusurları, cerbeze ile toplayıp, adeta cımbızla seçip; sanki belli bir zamanda ve belli bir kişiden çıkmış söz veya davranışlarmış gibi var sayarak, şiddetle cezalandırmaya müstahak görür. Halbuki bu tarz, şiddetli bir zulümdür.

....
Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûlemrimiz, yani devlet yöneticilerimiz düşünsün.” diyerek cevap verirken Bediüzzaman, Kur'an'ın sadece yüzde birinin siyaseti ve devlet yönetimini kapsadığı, buna karşılık, yüzde doksan dokuz meselesinin bireyin ve cemiyetin hukukuna yönelik kuralları içerdiğine dikkat çekiyor.

Tabii yukarıda naklettiğimiz konu İttihad Terakkî'nin döneminde cereyan etmiş bir konu olmasına karşılık, yine o dönem zihniyeti Cumhuriyet döneminde de, İstiklâl Mahkemelerini kurmak suretiyle, aynı şekilde adalet mekanizmasını kullanarak, zulümlerini sürdürdüler. Nitekim Menemen vak'ası gibi bir komplo ile aynı oyunlar tezgahlanarak, bu memleketin güzide ilim adamları katledilmedi mi? İskilipli Atıf Hoca sudan bahanelerle ve geçmişte altına imza koyduğu bir belge yüzünden, sanki o suçu, o gün işlemiş gibi cezalandırılarak idam edilmedi mi? O döneme ait birçok acı olay kamu vicdanını yaralamıştır. Bunları tarih yargılayıp hükmünü verecektir.

Bizim önceliğimiz; günlük hayatımızın davranış biçimlerini, âdâba uygun şekillerde sergilemektir. Böylece Kur'an ve sünnete uygunluğu manasında, âdâba tâbi olarak yaptığımız her davranış, güzel bir niyet ile ibadete dönüşür.
Her ânınızın ibadet olması dileğiyle…

ilhan ÖZTİN / Haber 7
ilhanoztin@hotmail.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat