Ordu-siyaset, cunta-darbe

  • GİRİŞ31.07.2016 11:12
  • GÜNCELLEME31.07.2016 11:12

Ordu -siyaset ilişkileri, cuntacılık örgütlenmeleri ve darbe girişimleri ortak noktaları bulunan ancak farklı olgulardır.
Buna karşılık, Türkiye'de "darbe"nin "kavramsallaştırılması" için kullanılan 1980 girişiminin aynı zamanda "siyaseti düzenleme ve kalıcı askerî vesayeti kurumsallaştırma"ya hizmet etmesi iki olgunun beraberce değerlendirilmesine yol açmaktadır.
Ancak 15 Temmuz kalkışması kendi bağlamında yâni ordu içinde örgütlenen bir cuntanın hareketin "vurucu gücünü oluşturduğu" bir darbe teşebbüsü olarak ele alınmalıdır.

Ordu-siyaset 
Vak'a-i Hayriyye sonrasında ordu- siyaset ilişkileri alanında iki temel gelişme gözlenmiştir. Bunlardan birincisi, 1826 öncesinde ulemâ ile gerçekleştirdiği ittifak sayesinde praetoryan bir rejimin oluşmasında başrolü oynayan Yeniçerilerin yerini alan "yeni ordu"nun kurumsal düzeyde ortaya koyduğu mücadeledir.
Praetoryan karakteri törpülenen yeni rejimde ordu, bir kurum olarak siyasette etkili olma amacıyla kapsamlı mücadele başlatmış ve Saray-Bâb-ı Âlî tahterevallisine dönüşen iktidar mücadelesine aktif biçimde katılmıştır. Elinde tuttuğu silah sayesinde siyasal değişimde belirleyici rol oynayan ordu, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi (1876) olayının da ortaya koyduğu gibi "son darbe"nin vurulmasını, rejim değişimini sağlayabiliyordu.
II. Abdülhamid rejimi, bir yandan ordunun kendine sınırlı da olsa "otonom" bir alan yaratması, "cihet-i askeriye"nin kurumsal ağırlığının güçlenmesine sahne olurken öte yandan da onun bütünüyle siyaset dışına itilmesini, sultana sadakati temel ilke haline getirmesini sağlamıştır.
1908 İhtilâli bu alanda önemli bir kırılmaya neden olmuş, ordu içinde, bilhassa orta- alt kademelerde yoğun bir teşkilâtlanma gerçekleştiren Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin Rumeli'de "millî tabur ve alay"lar ve "fedâî" subay kadrosu aracılığı ile başlattığı ayaklanma başarılı olunca pek çok alanda iç içe geçen iki gelişme yaşanmıştır.
Bunlardan birincisi, askerî kanadı güçlü, para-militer bir örgütün alt-orta rütbeli subaylardan oluşan cuntayı siyasete müdahale amacıyla araçsallaştırmasıydı. Bu gelişme, 27 Mayıs sonrası yaşanana benzer şekilde ordu hiyerarşisi ve emir- komuta zincirini bozmakla kalmıyor, talimatlarını üstlerinden değil İttihad ve Terakki örgütünden alan, "cemiyet- i mukaddese"ye hizmete öncelik veren cunta mensupları ile onlara "yaramaz çocuklar" muamelesi yapan komuta kademesi arasında gergin bir ilişkinin yaşanmasına neden oluyordu. Komuta kademesinin öncelikli sorunu bu cuntanın kontrol altında tutulması ve ordudaki hiyerarşinin daha fazla tahribinin engellenmesiydi.
Komuta kademesi kontrolü güç, çoğu cemiyetin fedaî kadrosuna kayıtlı cunta üyeleri ile uğraşmanın yanı sıra ordunun yeni rejimde bir kurum olarak siyaset yapımına ağırlığını koyması için de çaba gösteriyordu. Mahmud Şevket Paşa'nın başını çektiği bu yaklaşım, ordunun bir kurum olarak ve hiyerarşisini bozmadan devletin "bekası" adına sisteme ağırlığını koymasının gerekli olduğunu savunuyordu.
Ancak bu düşünce, İttihad ve Terakki'nin artan gücü karşısında uygulanamaz hale geliyordu. Dolayısıyla, 12 Haziran 1913 günü Ayasofya Camii'nde musalla taşına yatırılan sadece bir suikasta kurban giden Mahmud Şevket Paşa değil, ordunun siyasete bir kurum olarak katılması yaklaşımı idi. Yeniden düzenlenen silahlı kuvvetler, tasfiyeler neticesinde "İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin ordusu" haline gelmiş, "yaramaz çocuk" muamelesi gören cunta üyeleri kurumu teslim almışlardı.

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYIN

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat