Yücel Çakmaklı'yı ağlatan sahne
- GİRİŞ26.08.2025 09:02
- GÜNCELLEME27.08.2025 09:19
Yücel Çakmaklı, on altı yıl önce yine böyle bir ağustos ayında aramızdan ayrıldı. Vazifesini yerine getirmiş bir mümin olarak Rabbimize kavuştu.
Geçtiğimiz gün, vefatının sene-i devriyesi sebebiyle Kültür Bakanlığı’nın, doğup büyüdüğü şehrin Valiliği’nin ve ilgili bazı kurumların sayfalarına baktım; herhangi bir anma mesajı yayınlamadıklarını üzülerek gördüm.
Çakmaklı, sinemamıza millî kimlik ve şahsiyet kazandırmış, ömrünü adadığı milletinin vefasına fazlasıyla layık bir öncüdür.
Ne acıdır ki, böylesine büyük bir öncünün ismi hâlâ hiçbir mekânda yaşatılmamaktadır. Afyonkarahisar Valiliği ve Bolvadin Kaymakamlığı başta olmak üzere bütün ilgili kurumlar, bu ayıbı bir an önce sona erdirmelidir.
Vakit kaybetmeden bir okula, bir kütüphaneye, bir kültür merkezine veya şanına uygun başka bir yere Yücel Çakmaklı ismi verilmelidir. Sahi bugün verilmeyecekse, ne zaman verilecektir?
O isim sıradan bir isim değildir. Unutmamamız ve unutturmamamız gereken bir öncüdür Yücel Çakmaklı. Onun Türk sinemasındaki yerini ve verdiği mücadeleyi hatırlatmakta fayda vardır.
ÇIĞIR AÇTI
Sosyal ve kültürel bir başkaldırı olarak Millî Sinema akımını başlatan, filmleriyle derin izler bırakan usta yönetmen Yücel Çakmaklı, Türk sinemasında çığır açmıştır. Onun sineması yalnızca beyaz perdeye yansıyan hikâyelerden ibaret değildir; aynı zamanda bir milletin kendi kökleriyle yeniden buluşma çabasıdır.
Yeşilçam’ın kalıplaşmış ve çoğu zaman toplumun değerleriyle çatışan anlayışına karşı, yerli ve millî bir estetik inşa eden Çakmaklı, sanatını bir dava bilinciyle yoğurmuş, sinemayı adeta kültürel dirilişin aracı haline getirmiştir. Bu yönüyle o, sinemamızda sadece bir yönetmen değil, aynı zamanda bir fikir ve kimlik öncüsüdür.
Yola çıktığı dönemde Türk sineması, büyük ölçüde Amerikan kalıplarının ve Batı’daki sosyalist-realist anlayışın kopyalarının gölgesinde ilerliyordu. Filmler çoğu zaman kolaycı bir bakış açısıyla üretiliyor, din adamları yozlaşmış ve sahtekâr tipler olarak perdeye yansıtılıyordu.
Müslüman halk ise bu çarpık tasvirlere tepki gösteriyor, fakat kendisini sahici şekilde temsil eden filmleri göremediği için sinemadan uzak duruyordu.
Yücel Çakmaklı, sinemadan kaçmak yerine onu dönüştürmeyi seçti. “Bu kadar güçlü bir sanat varken, biz bu gücü kendi medeniyetimiz için kullanmalıyız.” diyerek millî ve manevî değerleri beyaz perdeye taşımanın hem mümkün hem de zaruri olduğunu gösterdi.
Onun sineması, milletin vicdanında karşılığı olan değerlerden doğdu. Çakmaklı, dinî ve manevî sembolleri çarpıtmadan, karikatürize etmeden, hayatın içindeki doğallıklarıyla yansıttı. Böylece seyirci, uzun süre kendini yabancı hissettiği beyaz perdede ilk kez kendi yaşantısıyla, kendi hikâyesiyle karşılaştı.
ÇOCUK ESİRGEME KURUMUNDAN YÖNETMEN KOLTUĞUNA
Dindar bir sülaleye, sufi bir aileye sahip olan Yücel Çakmaklı’nın hayatı da filmleri aratmayacak cinstendir. Babasının erken ölümü sonrası verildiği çocuk esirgeme kurumunda büyük rüyalar görür.
Bütün kariyer planını gönlünü kaptırdığı sinema üzerine yapar. Yönetmen koltuğuna oturuncaya kadar mesleğin bütün çilesini çeker. Bütün büyük adamlar gibi karşısına çıkan engellere takılıp yolundan vazgeçmez.
Her türlü zorluk ve yokluk onu pişirir, olgunlaştırır. Cenab-ı Allah, Afyonkarahisar’dan sahih niyetlerle yola çıkan yetim çocuğu hedefine ulaştırır. Yapmak istediklerine destek olacak insanları da imkânları da yoluna çıkarır.
Kendilerine her zaman minnettar olduğu Osman Seden, Orhan Aksoy, Mehmet Dilberli gibi dönemin tanınmış yönetmenlerinin yanında kalfalık dönemini geçirir. Onların iş disiplininden, kamera arkasındaki sabrından, zanaatkârlığından çok şey öğrenir.
Beş yıl boyunca elliye yakın filmde yönetmen yardımcılığı yapar. Böylece hem fikrî zemini hem de teknik tecrübeyi edinerek “Millî Sinema” yolunda adım adım ilerler.
Sinemanın tozunu yeteri kadar yuttuğu düşüncesinin ardından ilk bağımsız çalışmasını gerçekleştirir. Hayrettin Karaman Hoca’nın desteği ve bazı hayırsever iş adamlarının katkılarıyla Kâbe Yolları çekilir.
Bu film, Millî Sinema idealinin gerçekleştirilebileceğine dair özgüvenini kazanması açısından bir dönüm noktası olur. “Millî Sinema” artık bir söylem olmaktan çıkıp estetiği, içeriği ve kültürel kimliğiyle sahici bir gerçeklik hâline gelir.
SİNEMA CAİZ Mİ?
Yücel Çakmaklı’nın sinema yolculuğunda engeller sadece maddiyatla sınırlı değildir. Sinemanın toplumları dönüştürdüğü, hükümranlığını ilan ettiği yıllarda bazı Müslüman gruplar sinemanın caiz olup olmadığını tartışmaktadır.
Yedinci sanatın önemine bütün yüreğiyle inanan Çakmaklı, bu soruya cevaz alıp yoluna devam etmek ister. Çok güvendiği âlimlere, hocalara sinemada yapmak istediklerini anlatır.
Sinemayı “kötülüğün aracı” olarak gören bazı büyük hocalardan beklediği net cevapları alamaz. Nihayet bunalıp daraldığı bir günün sonunda çok sevdiği bir Allah dostuna konuyu açar. O zat, elinde bir elma ve bir çakıyla Çakmaklı’ya şöyle cevap verir:
“Elmayı soyuyoruz, yiyoruz; bıçak burada hayırlı bir alet. Ama aynı bıçak kötü niyetli bir adamın elinde cinayet aletine dönüşebilir. Yine aynı bıçak bir cerrahın elinde hayat kurtarır. Mesele bıçakta değil, onu kullananın niyetinde. Sinema da böyledir. Kötünün elinde şerre alet olur, iyinin elinde hayra vesile olur.”
Bu sözler, Çakmaklı’nın zihnindeki tereddütleri tamamen siler, içini aydınlatır. Sahih niyetlerle, ulvî gayelerle sinema yürüyüşüne devam eder.
DESTANSI DİZİLER
1970’lerin ortasına gelindiğinde Yücel Çakmaklı, kendi imkânlarıyla çektiği filmlerle büyük ses getirir. Birleşen Yollar, Çile, Zehra, Oğlum Osman, Kızım Ayşe… Hepsi sınırlı bütçelerle, bir avuç hayırseverin katkısıyla, üniversiteli gençlerin omuz vermesiyle ortaya çıkmış eserlerdir.
Daha büyük işler yapmak heyecanını hiçbir zaman kaybetmez. O yıllarda TRT Genel Müdürü olan Prof. Nevzat Yalçıntaş’ın teşvikiyle TRT’ye geçer.
1975 ile 1990 arasındaki on beş yıl, televizyon aracılığıyla geniş kitlelere ulaşır. Siyasî dalgalanmalara, sık sık değişen TRT yönetimlerine rağmen unutulmaz yapımlara imza atar.
Özellikle 1984–1988 yılları arasında, dönemin başarılı genel müdürü Prof. Tunca Toskay’ın vizyoner yönetimiyle TRT adeta bir altın çağ yaşar. Yabancı dizilerin hâkimiyetini kıran yerli yapımlar, belgeseller, tarihî ve kültürel diziler art arda ekrana gelir.
Çakmaklı’nın öncülüğünde hayata geçirilen Küçük Ağa, Kuruluş gibi diziler, o dönem açısından adeta kültürel bir devrimdir.
AĞLATAN SAHNE
Yücel Çakmaklı, yönetmenlik hayatı boyunca yüzlerce set görür, sayısız oyuncuyla çalışır, nice film ve diziye imza atar. Unutulmayacak hatıralar biriktirir.
Ancak bütün bu serüvenin içinde öyle bir an vardır ki, ömrünün sonuna kadar aklından çıkmaz. Kendisinden dinleme imkânı bulduğum sarsıcı hatırası şöyledir:
Tarık Buğra’nın titizlikle kaleme aldığı Osmancık romanından uyarlanan dizide, bir milletin tarih sahnesine çıkışını temsil eden görkemli göç sahneleri yer alır.
Yaylaya çıkan obalar, kışlaklara dönerken kabilelerin buluşması, sohbetleri, kaynaşmaları coşkulu bir şekilde anlatılmak istenmektedir. Bunlar yalnızca bir dizinin kareleri değil; bir milletin devlet fikrine uyanışını gösteren en can alıcı anlarıdır.
Fakat böylesine büyük sahneleri çekecek bütçeleri yoktur. Çok sayıda figüranı oynatmak eldeki imkânlarla oldukça zordur. Yüzlerce insan, hayvan, oba hayatı, çeyiz ve eşyaların temini ekibi epey düşündürür. Sinema hayatının her karesi mücadeleyle geçen Çakmaklı ise başını iki eli arasına alıp dağ başında bu zorluğu nasıl aşacağını kara kara düşünür.
Bir süre sonra gönlüne bir ilham düşer: “Madem Türk milleti için bu sanatı yürütüyoruz, o hâlde aziz milletimize müracaat edelim.” diye düşünür.
Isparta’nın dağ köylerine haberler gönderilir. Belediyelere, muhtarlara, mahallî gazetelere çağrılar yapılır:
“Bu toprakların vatan oluş hikâyesini canlandırıyoruz. Gelin, çoluk çocuk, aile boyu, sandıklarınızda sakladığınız kıyafetlerle katılın. Bu sahneler sizin tarihinizin, sizin kimliğinizin yeniden dirilişi olacak.”
Ve beklenen gün gelir. Sabahın erken saatlerinde ekip sessiz bir tedirginlik içindedir. Gözler ufka çevrilmiştir: “Acaba insanlar gelecek mi, sahneler çekilebilecek midir?”
Kaygılı bekleyiş sürerken birden vadilerden, patikalardan, köy yollarından insan seli akmaya başlar. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar, atıyla, koyunuyla, sandığıyla, bohçasıyla sete doğru yürüyüşe geçer. Her taraftan akın akın insan gelmektedir.
Çakmaklı, o an gözyaşlarına hâkim olamaz. Bir tepenin üzerine çıkar, dalga dalga ovaya inen kalabalığı seyreder. Çakmaklı’nın gözlerinden yaşlar süzülürken, dudaklarından şu sözler titreyerek dökülür:
“İşte milletimiz budur. Tarihine sahip çıkması için bir davet yapılırsa, bu millet koşarak gelir. Türk milletinin mayası temizdir. Ona yol gösterildiğinde, en sahici şekilde kendi destanını yeniden yazmaya koşar.”
HATIRASINI YAŞATMAK
Çakmaklı sinemayı yalnızca bir sanat dalı olarak değil; bir ibadet aşkıyla, bir emanet sorumluluğuyla ele aldı. Kâbe Yolları’ndan Birleşen Yollar’a, Çile’den Oğlum Osman ve Kızım Ayşe’ye, TRT ekranlarında gönüllere taht kuran Küçük Ağa ve Kuruluş dizilerine kadar çektiği her eserde kendi medeniyetinin izlerini yaşattı, kendi insanının hikâyesini yüceltti.
Yücel Çakmaklı, milletimize birbirinden güzel filmler armağan etmekle kalmadı aynı zamanda bir sinema dili bıraktı. Millî sinema anlayışıyla yerli değerleri merkeze alan, toplumun ruh köklerinden beslenen bir sinema estetiği inşa etti.
Aradan yıllar geçse de genç kuşak yönetmenler ondan ilham almaya, onun çizgisinde yeni filmler üretmeye devam ediyor.
Bugün onun hatırasını yaşatmak, yalnızca bir vefa değil; aynı zamanda sinemamıza, kültürümüze ve milletimizin ruh köklerine karşı sorumluluğumuzun gereğidir.
Aziz ruhu şad olsun.
Mahmut Bıyıklı / Haber7
Yorumlar24