Özel Bir Ülke, Özel Travmalar ve Gelecek Öngörüsü - Suudi Arabistan
- GİRİŞ10.09.2024 09:12
- GÜNCELLEME13.09.2024 10:35
Ne zaman Suudi Arabistan’ı yazmaya başlasam aklıma hemen “Travmatik ve stratejik kopuş” kavramları gelir. İlginçtir Osmanlı Devleti uzun zaman Yemen İsyanları ile uğraşmıştır. Hatta son dönem Ahmet İzzet Paşa gibi bir ordu komutanının ve seçkin kurmay heyetinin görevlendirilmesini gerektirecek derecede ciddi isyanlardır bunlar. Hatta bize yadigâr kalan acı da bir türküsü vardır: “Adı Yemen'dir/ Gülü çemendir/ Giden gelmiyor/ Acep nedendir.” Ancak, buna rağmen milletimizdeki Suudilere karşı olan karşı tavır Yemenlilere karşı duyulan karşı tavırdan kat kat fazladır. Daha net ifade edersek Yemenden kopuş travmatik değildir, ancak Suudi Arabistan ile ilişkimiz travmatiktir.
Bu travmatik ilişkinin kökenlerine ve sebeplerine dair farklı tespitler yapılabilir. Akla ilk önce geleni, Suud ailesinden bazı liderlerin teşhir de edilerek idam edilmesidir. Babasından sonra Diriye Emiri olan Abdullah Bin Suud İsyan etmesi nedeniyle Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa tarafından kuşatılır, esir alınır ve İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da 14 Aralık 1818’de Bab-ı Ali önünde halka teşhir edildikten sonra hapsedilmiştir. Mekke ve Medine’de gasp ettikleri mallara dair sorgulandıktan sonra üçüncü gün idam edilmiştir (17 Aralık 1817).
Diğer bir neden ise 1. Dünya Savaşı sırasında Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in çocuklarıyla birlikte İngilizlerin vaatlerine kanarak isyan etmesidir. Büyük bir cihan savaşı esnasında isyancı Arap aşiretleriyle de savaşmak zorunda kalan Ordu ve devlet de bu ihaneti asla unutmamıştır. Bu da Türkiye’nin belleğinde travmatik bir alandır. Burada şunu da ifade edelim ki, Tanzimat sonrası özellikle İttihat ve Terakki hükümeti döneminde devletin cezalandırıcı yönünün bölgede etkin olmasına karşın bazı ilgili bölgelerdeki aydınları devleti eleştirmek ile birlikte ayrı bir yola girmemişlerdir. Mesela Cemal Paşa'nın Suriye ve Lübnan’daki idamlarına rağmen Satı El Husri Bey Osmanlı gücünün varlığının devamını desteklemeye devam etmiştir. Lübnanlı büyük Dürzi Ailesinin zeki ve beliğ çocuğu Emir Şekip Arslan ise Satı Bey Türkiye’den ümidi kestikten sonra bile bizim yanımızda kalmaya devam etmiştir. Dolayısıyla Suudi Arabistan’daki başta Suud ailesi olmak üzere bazı isyancı aşiretler ve onların Önder kadrolarıyla yaşanan çatışmalar, ihanetler, katliamlar, suçlamalar ciddi travmatik yaralar açmışlardır. Bugünün bazı dindar veya siyasal dindar Arap aydınları bu travmayı Türkiye’de hilafetin kaldırılışıyla doğrudan ve tek neden olarak ilişkilendirmektedirler. Ancak, unutmayalım ki isyan ettikleri devletin başında Halife bulunuyordu. Bu konuda en hakkaniyetli ifade bizim devletin görevlilerinin bu coğrafyada yönetim icra ederken yanlış veya tutarsız tasarruflarda bulundukları; isyancı Arap aşiretlerinin ise İngiliz ve Fransız propagandasına gönüllü meyil gösterdikleridir. Diğer bir somut tespit ise bu toprakların ve halklarının bizden uzun bir süre için koptukları ve hala da ayrılığın devam ettiği; isyancı liderlerin de başta Şerif Hüseyin ve oğlu Faysal olmak üzere kandırıldıklarını dünya gözüyle gördükleri ve pişmanlık içinde öldükleridir.
Travmatik kopuşu stratejik bir kopuşa da götüren Vahhabiliğin doğuşunu diğer bir etkin neden olarak görmek mümkündür. Vahhabilik İslam Dünyasındaki Şiilik benzeri bir şizmadan (Yarılmadan) farklıdır. Zira bugün İslam Dünyasında Sünni ve Şii Müslüman topluluklar arasında bir konsensüs kurulabilmektedir. Ancak, Vahhabilik adeta bir ırkın seçkin kabilelerinin ve devletin dini olarak modern ve sonradan yapılandırılmış ideolojik versiyonuna daha yakın görünmektedir. Muhammed Bin Abdülvehhab (1703-1792) tarafından kurulan, Ahmet Bin Hanbel ve İbni Teymiye’den etkilenen bu mezhep Arabistan yarımadasının büyük kısmında etkili olacaktır.
Bu arada, o dönemin bu coğrafyayı ilgilendiren dış dünyaya dair olaylardan da bahsetmek gerekir. Bence bunlardan en önemlisi 31 Aralık 1600’de kurulmuş olan Doğu Hint Kumpanyasının (1707’den sonra Britanya anonim şirketiydi) daha çok Hint altkıtasıyla ticaret yapan bir şirket olmaktan çıkarak o bölgeden daha geniş bir coğrafyada İngiliz emperyalizminin bir enstrümanı haline gelmesidir. Daha sonraki yüzyılda (1874) feshedilen şirket İngiliz devletine zengin bir bölge arşivi de bırakmıştır onca faydasının yanında...
Vehhabi tehlikesini ve İngiliz etkisini en erken farkeden son Kölemen Paşası Bağdat Valisi Davut Paşa dersek mübalağa etmiş olmayız (1767- 1851). Irak’ta Arap ve Kürt bölgesinde haklı bir saygıya sahip olan Paşa dönemindeki emsallerinden farklıdır. Özellikle Kuzeydeki Kürt Beylerindeki Davut Paşa saygısı dönemin İngiliz konsolosunun fazlasıyla dikkatini çekmiştir. Bir tür Enderun eğitimi almıştır. Dini ve edebi bilgiler açısından kendini geliştirmiştir. Arabistan’daki Vahhabi tehlikesi ilk görenlerdendir. Sadece görmekle kalmamış Mısır'da Kavalalılar ile ittifak kurmuş, kendini de Vahhabiliğin entelektüel ve fikri kaynaklarıyla mücadele etmek için geliştirmiştir. Ayrıca bölgede büyük reformlara girişmiş, su kanallarını temizletmiş, dokuma fabrikaları kurmuş, Avrupa'dan teknik insanlar getirerek tüfek fabrikası kurdurmuştur. Döneminde medrese sayılarını arttırmış, pek çok ilim adamını, edip ve mutasavvıfı himayesine almıştır. Bölgedeki İngiliz nüfuzuna ve müdahalesine karşı çıkmıştır. Bu nedenle de görevden alınmıştır. Ancak, devlet kendisine hayatı boyunca itibar göstermiştir.
Bu koşma sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, elbette ki Vahhabilik bölgede kendi dinamikleriyle ortaya çıkmıştır. Ancak, daha sonraları özellikle Mısır ve Hindistan üzerinde İngiltere gücü konsolide edildiğinde bölgeye giriş yapmıştır. Sanırım geçmişte Osmanlı’nın son dönemi ile modern Türkiye’nin Suudi Arabistan ile olan travmatik ve stratejik ilişkisinin ardında önemli bir düzeyde İngiliz gücünün, politikalarının ve çalışmalarını etkisi de vardır. Bu ve günümüzde iki gücün reel politik nedenleriyle Türkiye ve Suudi Arabistan bölgede kendi çekim merkezini yaratmak isteyen iki farklı güçtürler, bazı yönleri itibariyle de stratejik rakiptirler.
Bu rekabeti geçmişte Mısır’daki Mursi ve Sisi mücadelesinde gördük, iki güç ayrı aktörleri desteklediler. Bu konjonktür bugünkü yeni politika yaklaşımlarımıza rağmen çok da değişmiş değildir. Ayrı karşıtlığı Orta Asya’da, Bosna’da , vs. Türkiye ve Suudi Arabistan modeli olarak gördük. Bu yüzdendir ki, zaman zaman olumlu yaklaşımlara rağmen temel konularda Suudi Arabistan Türkiye için büyük bir doğrudan yaptırımcı veya ticari ortak değildir.
Suud Gücünü analiz ederken nereden başlamak gerekir? Suud gücünü oluşturan iki önemli değer var. Birisi petrol diğeri de petrol kadar önemli Kabe hizmetleri. Sanırım Kabe hizmetleri de stratejik değer taşımaktadır. Bu alanda biraz mübalağalı görünebilir ancak, Kabe ve Kabe hizmetlerine İslam öncesi bir bakış açısıyla da bakmaktadır. Zamanın Kabe hizmetlerini elden kaçırmamak için Peygamberimizin nübüvvetini kabul etmeyen senadid-i Kureyş’i hatırlayın. “Egemenler tanrıların parçaları, uzantıları ve araçlarıdır” diyen Georges Balandier’yi hatırlatayım. Kabe Suudi Devlet eliti için ikisi de aynı oranda önemli ekonomik ve siyasal yaşamsal bir araçtır.
Suudi oligarşisi büyük oranda Türkiye’ye kapalıdır. Türkiye’nin attığı adımları, özellikle Ortadoğu’daki olaylarla ilgili olanları büyük kuşkuyla karşılamaktadır. Nedeni stratejik ve travmatik kopuşun yaklaşık bir yüzyıldır petrol ile maddi güç/ iktidar pratiği oluşturmasıdır. Arap asabiyeti üzerine daha ciddi düşünmek zorundayız. Saygın bir Suudi Arabistan üniversitesi dini alandaki profesörlerinden birinin geçmişteki Mekkeli kabîleleri arasındaki rekabeti anlatırken Peygamberimizi de zikretmesi üzerine itiraz eden dostuna söylediği “Bunu ilk O -asm- başlattı (Haşa!)” cümlesi çok çarpıcıdır. Ne yazık ki, bazen bizde de olumsuz tezahürlerini gördüğümüz asabiyet geleneği, böylesi büyük idrak kapanmasına yol açabilmektedir.
Tarih ve sosyolojiyi bugüne kadar izleme bizim ciddi bir devlet sorunumuzdur. En belirgin tartışma konumuz malum Arap isyanlarıdır. Bu isyanlar her iki tarafta da ciddi travmalar oluşturmuştur. Bırakalım bu seçilmiş travmayı aşacak rehabilite edecek seçilmiş zaferler ve tutumlar üzerine düşünmeyi, bu isyanlar ve yüzyılın başında olan olaylar ve kişileriyle ilgili ciddi bir envanterimiz mevcut değildir. Bu isyanlara ilişkin somut bilgi arşivlerimiz geliştirilmiş değildir. Bölgedeki Ordu arşivlerimiz henüz bakirdir. Bunlardan üzerinde çalışılan bazıları bile bizim ufkumuzu fevkalade açmaktadır. Halbuki normal işleyen bir devlet sistemi olarak, bu isyanlarla ilgili olay ve kişi arşivlerimizi oluşturup ve koruyup bugünkü durumlarını da bilebilmeliyiz. Mesela isyancı aşiretler bugün hangi bölge veya alanlardadırlar. Lider kadrolarının çocukları ve etki sahalarındaki ailelerin çocukları ne yapmaktadırlar? Bugün hangi ülkelerle ilişki kurmaktadırlar? Zira biliyoruz ki, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin geleneksel mutemet eleman ağı bugün de işlevseldir. Bu anlamda ne kadar da önemlidir çağdaş bir Belazuri’nin çıkıp güncel bir Ensab-ül Eşraf çalışması yapması.
Bugünkü Suudi gücünün bazı çatışma konularındaki sınırlarını çok iyi belirlememiz gerekiyor. Bu güç Türkiye gibi bir devletin egemenlik sahasında, siyaseten dost olarak görülen bir muhalif aydınını parçalara ayırarak katledebilmiştir. Bu son derece kontrolsüz bir tutumdur. Keza Yemen Savaşında bazı büyük istihbarat servislerinin iddialarına göre taktik nükleer silah kullandığı şüphesi ve bulguları mevcuttur. Bu gücü kullanırken hiçbir bağla kendini bağlı görmeyen bir saf gücün tezahürüdür.
Aşırı sert görünen. Bu tespitlerin maksadı din kardeşliğimiz olan bir topluluğu tenkit ve tezyif etmek değildir. Sağlıklı işbirliği için ne denli ciddi bariyerlerin olduğunu ifade etmek maksadını taşımaktadır. Önceki iki yazımızda oluşturduğunuz analiz anahtarındaki bazı hususlar Suudi Arabistan için geçerli değildir. Mesela işgal edilmiş veya içinde kontrolsüz silahlı grupların olduğu, çatışmaların yaşandığı bir ülke değildir. Ancak, genç bir devlettir ve egemenlik savaşlarını bize karşı vermiş genç bir devlettir. İngilizlerle yaptığı Cidde Anlaşmasıyla (20 Mayıs 1927) Hicaz, Necid ve ona bağlı yerlerde bağımsızlığını kazanmıştır. Mekke’de hac işleriyle ilgili Britanya vatandaşlarına kolaylık sağlanması da karara bağlanmıştır. Sağlıklı işbirliği için yukarıdaki bariyerlerin aşılmasında öncelikle bu durumun farkında olup bilahare ciddi bir devlet çalışması başlatmamız zorunluluğu vardır. Bu çalışma ilk başta bariyerleri (Travmalar ve asabiyet bariyerleri) aşmanın duygusal, akli, irşadi, siyasi ve teknik yolları ile yöntemlerini geliştirmeyi hedefleyecektir. Ne yazık ki güncel Arabistan toplumu içinde yaşama , etkileme kabiliyetine sahip bir aydın, idareci, din adamı, vs kadromuz yeterli sayıda maalesef mevcut değildir. ne yazık ki Türkiye Arap sokağının çoğunda olmadığı gibi Suudi Arabistan'da da yoktur. Ancak, Arap sokağı (mecazi ve gerçek anlamda kullanıyorum) Türkiye’nin ana merkezlerine kadar uzanmış durumdadır.
Şunu da ifade etmeliyim ki, elitleri Suudi Arabistan dışında İngiliz, Amerikan, Fransız, vb. formasyonlarının tezahürünü yansıtmaktadırlar. Kendi ülke sınırları içinde Araptırlar. Çöl ve bedeviye gelenekleri hoş bir nostalji olarak kabul edilmektedir. Ancak, zihinlerdeki modeller ve yaşam biçimleri İngiliz, Amerikan, vb etkiler altındadır.
Son olarak, gerek Türkiye’de Arap düşmanlığı gerekse Arap dünyasındaki Türkiye düşmanlığını çıkış merkezlerini hepimiz biliyoruz. Ağırlıklı olarak bu konsept İngiliz konseptidir. Ne yazık ki, bu duruma rağmen her iki taraftan atılacak dostane adımlar da bu ülkelerin üzerinde yapılmaktadır. Bu son derece acı bir durumdur. Bunun çözümü üzerinde ciddi düşünmeliyiz...
Suudi Arabistan Arap sokağının ciddi bir finansörü ve siyasi/ sosyal belirleyicisi olarak önemlidir. Arap sokağını hoşnut eden her şey onu da hoşnut etmekte, tersine tepki doğuran her şeye o da tepki duymaktadır. Mesela travmatik ve genç bir güçlü devlet olarak kendi nüfuz alanında aşırı hard power kullanmak ciddi bir reaksiyon doğurmaktadır. İslam dünyasının liderliği, yeni Osmanlıcılık vb kavramların bugünkü şartlarda karşılığının yaratılmadan konuşulması da Suudi elitini bize karşı kapatmaktadır. Bu noktada, yanlış bilgilerden oluşan hoşa gidecek bir tarih yaratmak gibi tuhaf yollara sapmadan güncel değeri olan muhataplarını kendi eşiti ve saygı duyulacak bir özne olarak gören, muhataplarının her tür varlığını güvenle koruyan yaklaşımlar üretmek daha evladır. Elbette ki bu yaklaşımları temsil edecek kadroları yetiştirmek de...
Yeni küresel dengelerin oluştuğu günümüz şartlarında etkilenen Ortadoğu’nun da yeni gelişmelere ve oluşumlara gebe olduğunu aşikardır. Bu noktada, bölgenin büyük güçleriyle Türkiye olarak sağlıklı ve bilinçli ilişkiler geliştirmeliyiz. Her yazımızda ifade ettiğimiz bir hususu biraz da açarak ifade edeyim. Genellikle istişari devlet mekanizmalarımız genel anlamda veriler ve tespitler içeren belgeler üretmektedirler. Ancak sanırım siyasi karar alıcıların, ne yapılması gerektiğine net cevaplar veren ana strateji belgelerine de ihtiyaçları vardır. Böylesi bir ana siyaset ve strateji belgesine ihtiyaç duyan ilişki alanlarından birisi de Suudi Arabistan'la ilişkilerimizdir.
Mehmet Ali BAL - Haber7
Yorumlar15