Okuma Biçimleri, İdrak Çerçeveleri
- GİRİŞ02.06.2025 09:24
- GÜNCELLEME03.06.2025 08:19
Birçok konuda konuşuruz, okuruz, uzmanlıklarımız olur, yazarız, tartışırız; ancak, asıl inşa edici soruyu çok az düşünürüz: okuma biçimleri! İsimlendirme için başka kavramlar da kullanılabilir. Bu kullandığım kavramlar mutlak kavramlar kesinlikle değil. Hatta belki aklımdaki düşüncelerle tam örtüşen kavramlar da olmayabilir. Okuyucudan istediğim kendi idraki çerçevesinde anafikri kuşatması. Bundan sonra uygun düştüğünü hissettiği kavramı kullanabilir. Kim bilir belki bu da başka bir fikri açılıma vesile olur.
Öğrenme, konuşma, tartışma, vs konularına yoğunlaştığımız kadar bizatihi öğrenmenin, okuma biçimlerinin, idrak meselesinin kendisine yoğunlaşmayız. Halbuki bu asıl meseledir, asıl müşkildir. Bizatihi okuma ve öğrenme biçimlerine ve idrak çerçevelerine ilişkin bilgimiz, fikrimiz, tecrübemiz hatta en azından farkındalık bilincimiz olmazsa bu idrak ve anlama melekemize/ kapasitemize dair herşeyi olumsuz etkiler. Bugün biraz aklımızın ve düşüncelerimizin labirentlerinde birlikte gezelim istedim.
Bu yazı elbette ki, bir bilimsel yazı değildir. Okuma biçimleri ve idrak çerçevelerine ilişkin basit ve kişisel yaklaşımları paylaştığım bir mütevazı yazı. Diğer yazılarımda da olduğu gibi asıl amacım birlikte düşünmek, birlikte bilgilenmek ve birbirimizi zihnen beslemek. Önemli olduğunu düşündüğüm noktalara işaret etmek. Çocuk eğitimine önem veren değerli bir dostumun bir arkadaşımın tam olarak hatırlamamak ile birlikte dört beş yaşlarındaki çocuğuyla konuşmasını hatırlıyorum. Elini çocuğumuzun burnuna götürüp soruyordu, “Bu nedir”, çocuğumuz “Benim burnum” diye cevap veriyordu. “Bu nedir?” “Benim elim”, vb sorular uzayıp gidiyordu. Son sorusunda ise çocuğumuz durakladı bir an. “Benim burnum, benim gözüm, benim ayağım diyorsun. Peki “Ben” nedir?”. Bu yazı o basitlikte bir yazı. Okuma biçimlerine dair bazı perspektifleri paylaşacağım. Sizler daha fazlasını yaparsanız yazmanızı ve paylaşmanızı dilerim.
OKUMA BİÇİMLERİMİZİN KAYNAĞI
Bu kısımda bu konuya esastan bakan Maturidi'nin eserinden iktibaslar giriş yapmak istiyorum. Konu her ne kadar dinin öğrenilmesi bahsi gibi görünüyorsa da ifade ettiği temeller ve ana perspektifler soyut ve tabiat bilgisinin de kaynaklarının tespiti olarak görülmelidir. Nitekim, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün Maturidi’nin eserlerinin az etüt edildiğini ve etüt edildiğinden de daha az anlaşıldığını ifade ve ima ederek “Halbuki Maturidi özgün ve gelişmeye elverişli bir düşünce ve kozmoloji anlayışı ortaya koymuştur” demektedir (İfadeler Hocamızın ifadelerinden anladıklarım, yanlış kavramamış olmayı umuyorum. M.A.B). Maturidi “Dinin öğrenilmesinde konuşulacak vasıtalar iki olup, biri nakil diğeri akıldır” (Kitabü-t Tevhid Tercümesi; Ebru Mansur el Maturidi; terc. Prof. Dr. Bekir Topaloğlu; TDV İSAM yay. Ankara, 2002; s. 4) demiş ardından da “İnsanların dinlere ve mezheplere bağlanma konusunda farklı tutumlar (Akli ve kalbi tutumlar- MAB) sergilediklerini…” hususunu belirttikten sonra “… körü körüne başkasına uymanın (taklit) sahibinin mazur görülemeyeceği hareketlerden biri olduğunu kanıtlamaktadır” (Age, s. 3) demektedir. “Evet insanların bir asıl (Din) aramaları gereklidir, hem de idraklerinin müsade edebileceği nihai noktaya varan bir arama ile.” (Age; S. 7). “Nesne ve olayların gerçekliklerinin (Hakaiku'l eşya) bilinmesine götüren yollar idrak, haberler ve istidlaldir. İdrak duyular yoluyla oluşur. Bu zıddı olan bilgisizliğin bahis konusu olamayacağı bilginin temel vasıtasını teşkil eder (Age; s. 9-10). Haberlerle ilgili olarak ise “Peygamberin (asm) ve haberleri ve mütevatir haberler üzerinde görüşlerini müzakere etmektedir (Age; s. 11-12). Nihayet üçüncü kaynak olarak istidlali (Akıl yürütmeyi) zikretmektedir. “Akıl yürütme yoluyla bilgi edinmenin gerekliliği birkaç esasa dayanır. Bunlardan biri gerek duyu gerek haber yoluyla bilgi edinirken istidlale olan zaruri ihtiyaçtır.” Sonra da Kuranı Kerim’den akletmek, düşünmek, tefekkür etmek ile alakalı ayetleri zikretmektedir (Age; S. 12-14). “Akıl yürütmenin gerekliliği konusunda değinilecek bir husus da şudur: insan yaratılmışları yönetmek yeteneği ile sivrilmiş, bu uğurda güçlüklere göğüs germek, onlar için aklen en elverişli bulunanları araştırmak, iyi ve güzel olanları tercih edip, bunlara aykırı düşenlerden sakınmakla (Bu “emr-i bi-l maruf ve nehy i an-il münker” kalıbına ne kadar da benziyor) mümtaz kılınmıştır. Bu hususlar bilmenin yolu ile nesne ve olayları incelemek suretiyle aklı kullanmaktan ibarettir (Age; S. 14) “insan fizyolojik bir yapıya ve bir de akla sahip kılınarak yaratılmıştır” (Age; S. 15) İmam Maturidi’nin önceki sayfalarda vurguladığı gibi “Allah’ın (cc) yaratmasında abes yoktur. Hele ki akıl gibi bihemta (Eşsiz) bir nimetin yaratılması olsun da insan onu kullanmasın, Allah (cc) bundan soru sormasın mümkün mü?
Merhum Seyyid Ahmet Arvasi’nin Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz Kitabına bilginin ontolojisine dair esas yaptığı Hazreti Peygamberin (sav) duası ne güçlü bir idrak çerçevesidir: “Allahım eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster”. Rahmetli Arvasi “Künhüyle göster, öğret” diyerek bir mana vermiş hatırladığım kadarıyla. (Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz; Seyyid Ahmet Arvasi; Babıali Kültür Yayıncılık; 2006- Bu değerli eserin ilk basım tarihi çok daha eskidir. Burada sadece meraklıları için bir adres bırakmak düşüncesiyle künyesini yazdım. M. A. B) Bu veciz duadaki “Olduğu gibi, kema hiye” ibaresi o kadar kilit önem taşımaktadır ki. Müslümanların gerek sosyal yaşamlarında gerekse Müslüman alimlerin ilmi fikri çalışmalarında hakikatin farklı boyutlarda araştırılmasında zanlarımıza, öfkelerimize, kişisel tutumlarımıza, hayallerimize, beklentilerimize, batıl inançlarımıza, vs göre değil sadece eşyanın hakikatinin olduğu gibi idrak edilmeye çalışılmasını esas kılmaktadır. “Eşyanın hakikatı sabittir”diyen Ehli Sünnet alimleri bu duanın idrakinden süzülen bir prensibi hatırlatmaktadırlar. Bundan dolayıdır ki, dini hukukta Hanefi fukahası “Biz zahire (Olgulara) göre hükmederiz” demişlerdir.
Çok ayrıntıya girmeden seküler dünyadan da son bir ilave de yapalım. Bilimsel düşüncenin gelişiminde yayımlandığı tarihten bu yana büyük etkiler yapmış kitabında Thomas Kuhn bilimsel devrimlerin cari bilgi ve kuralların krize girdiği (Yani olguları açıklayamadığı) dönemlerde içinde yer aldığı dönemsel bilim topluluğundan farklı düşünen ve algılayan bilim insanlarının yeni formüllerle, yaklaşımlarla açıklayarak bilimi geliştirdiklerini açıkladığı çok sayıda örnek vermiştir. Kitabında işaret ettiği bir diğer husus da şudur ki, fiziksel yasalar (Bile, M. A. B) mutlak değildirler. Yerine ve şartlara göre değişebilmektedirler. Mesela suyun kaynama ve donma dereceleri ancak belirli şartlar içinde modern fiziğin kurallarına ve formülasyonu uygun gerçekleşmektedir. (Bilimsel Devrimlerin Yapısı; Thomas Kuhn; Türkçesi Nilüfer Kuyaş; Kırmızı Yayınları; 2021). Kuhn bilimsel gelişmelerin sıçrama ya da kriz çözümü zamanlarını da anlattığı bu kitabında aslında uzun süreçleri özetlenmiştir. Eşyanın hakikatinin olduğu gibi öğrenilmesiyle ilgili şunu diyebiliriz ki, K. Popper'ın bilginin yanlışlanabilir olma ilkesi gibi bilginin doğasının prensiplerine, epistemolojik sorunlara, epistemik cemaatin özelliklerine, vb dair konuları, sorunsalları da kitabında yetkinlikle tartışmıştır. Bilimin değişmez ve herşeye tatbik edilebilir teorilere, kurallara, formüllere sahip olduğuna inanılan bir dönemde T. Kuhn bu kuralların belirli bilimsel ortamlardaki algılardan, bizatihi kuralın uygulandığı yer ve diğer şartlardan etkilendiğini ifade etmektedir.
Dinin akide alanından başlattığımız bu “İnşa yazısı” bazılarına garip gelebilir. Ya da akide merkezli başlayan daire daire diğer olgular, olaylar ve gelişmeler arasında irtibat kurmakta zorluk çekilebilir. Bu konuda hepimizin bildiği bir farklı dünyadan “Kıyasi model” üzerinde duralım. Malum olduğu üzere Batı dünyasındaki keşiflerin gerçekleşmesi, bilimsel düşüncenin ve teknolojinin gelişimi bunların da birey algısını güçlendirmesi, bu devasa olayların kilisenin siyasi, sosyal ve ekonomik yaşam üzerindeki etkisini kırması, nihayet Batı düşüncesindeki büyük gelişmelere yol açması iç içe geçmiş devasa olaylar olarak anlatılır. Bu tasvir büyük ölçüde doğrudur. Ancak, yine de detaylarına girmek yararlı olacaktır. Şunu ifade edelim ki, hiçbir düşünce, inanç, yaşam sistemi dışarıdan bir baskı ve etki ile değiştirilemez. Bilimsel ve teknolojik gelişme bazı toplumların inanç ve birey algılarını, bilime bakış açılarını dönüştürürsen bazı toplumları ise hiç değiştirmediği gibi aksine daha mutaassıp, daha hurafeci, daha batıl inançlara saplanmış, daha gerçek hayattan bizim ehli sünnet ulemasının tabiriyle “Hakaik-ül eşyadan” (Olay ve olguların gerçekliğinden) uzaklaştırmıştır. Bu tabirin seçilmesinin nedeni bu olumsuz durumun büyük ölçüde İslam dünyasını etkilemiş oluşundandır. Bu bağlamda, ülkemizde hak ettiği ilgiyi görememiş bir eserden bahsetmek istiyorum: Seküler Çağ. (Seküler Çağ; Charles Taylor; İş Bankası Yayınları; çev. Dost Körpe; 2014). Taylor bu eserinde Batı dünyasındaki son beş yüzyılda gerçekleşen bilimsel düşüncenin ve modern bilimin gelişimini, teknolojik yenilikleri mümkün kılan devrimleri, sekülerleşen toplumları ve Batı düşüncesindeki devasa olayları toplumsal tahayyüldeki değişimlerle ilişkilendirmektedir. Bu tahayyüllerin oluşumunda tahmin edebileceğimiz gibi Batı Hıristiyanlığının Kuzey yarımküredeki kurumları ve toplulukları içindeki reformasyon ile de oluşmuştur. Bunu Taylor çok basit bir örnekle açıklamaktadır. Hıristiyanlık düşüncesinde reformasyona kadar yaşanan süreçte “Sorumluluk toplumsaldır”. Hıristiyan cemaati toplu olarak sorumludur. Ancak, gerek kilisenin kendi içindeki dönüşüm gerekse harici gelişmelerin kiliseyi değişme ve dönüşüme zorlaması (Ki bu birbirini etkileyen ortak bir süreçtir) sonucu modern çağın başlangıcında artık Batı Hıristiyanlığı “Sorumluluk bireysellik” noktasına gelmiştir. Bu aşamanın anlamı şudur, artık sorumluluk bireysel olduğuna göre bireyin düşüncesinde, tercihlerinde özgürlük hakkı vardır.Bu hak daha sonraki yüzyıllarda benimsenen insan hakları belgelerindeki ifadesiyle doğuştandır, kimsenin bu hakkı ihlale yetkisi yoktur. İşte bu bireyin düşünce ve yaratma özgürlüğü iledir ki, Batı dünyasındaki modern bilim ve düşüncenin önü tamamen açılmıştır. Son olarak özce ifade edersek; dini akide alanındaki bu taklidi olmayan tahkiki anlayış ve kabul sadece dini alanı dönüştürmekle kalmamaktadır. Akidenin sağlam köprüleri ve getirdiği yeni anlayışlar üzerinden bilimsel, sosyal, ekonomik ve siyasi alanlarda baş döndürücü bir olumlu dönüşüm mümkün olacaktır.
Akide ve bilim felsefesi üzerine bu girişin bilimsel alanın gelişimi açısından daha önemli olduğu açıktır. Ancak, biz dini ve bilimsel alandaki meseleleri başka bir yazıda müzakere etmeyi düşündük. Bu yazımızda, herkese hitap edecek şekilde yeni okumalar ve farklı perspektiflerin daha özel ve teknik alanlardaki etkilerini sunmaya çalışacağız.
YENİ OKUMALAR VE FARKLI PERSPEKTİFLER GELİŞTİRMEK
Biraz daha az teorik ve çok somut konulara dönersek yeni perspektif geliştirme üzerinde durmak istiyorum. Şunu baştan ifade edeyim ki, yeni yapılan okumalar ve yeni perspektifler soyut ya da daha da kötüsü ideolojik motiflere dayalı değildir. Bunlar da somut gerçekliklere dayalıdırlar. Hatta o kadar somut ki, üzerinde durulan gerçeklik herkesin gördüğü ve kabul ettiği bir gerçekliktir. Sadece yapılan yeni bir okumadır, yeni bir perspektiftir. Hoş bir tarihi anekdot anlatılır. Fatih ordusuyla seferdeyken ileri hatta gönderilen habercilerden biri heyecan ve belki biraz da korkuyla sultanın huzuruna çıkarılmış, “Sultanım düşman bize yaklaşıyor!” demiş. Fatih gülerek “Biz de düşmana yaklaşıyoruz!” demiş. Aynı kelimeleri, aynı gerçekliği kullanarak yaratılan yeni özgüven dolu perspektif ne kadar da muhteşemdir.
Olaylara, gerçekliklere zamanın ötesinden veya hakikatin penceresinden bakabilmek gerekir kuşkusuz. Bu bazen sorgulamayı da getirir. Mesela uzayda dönen bir kürenin alt ve üst formu olur mu? Olmazsa niçin Kuzey Kutbu dünyanın üst tarafında ve Güney Kutbu aşağıdadır? Niçin haritaya baktığımızda Avrupa’yı tam üstte görürüz? Keza Afrika kıtası 30.370.000 kilometre kare ile Asya’dan sonra ikinci sırada gelmektedir. Ancak, haritaya yansıtılan Afrika’yı kendisinden üçte biri olan Avrupadan bu ölçüde büyük göremeyiz. Avrupa merkezli tarih ve coğrafya anlayışının yansımalarını ancak 2. Dünya Savaşından sonra bağımsızlıkçı, direnişçi aydınlar söz konusu etmeye başlamışlardır. Perspektif geliştirme olgu ve olayları olduğu gibi anlayabilmeye bağlıdır. Keza coğrafya da böyle geliştirilir, anlaşılır. Mesela Anadolu’ya gelen Selçuklu Beylerinin ve daha sonra da Anadolu Selçuklu Devletinin dahi hükümdarları diyebileceğimiz Gıyaseddin ve iki oğlunun yapmış oldukları seçici fetihler (Genellikle Kuzey Güney ve Doğu Batı ticaret yolları üzerindeki stratejik şehirlerin ele geçirilmesi ve bu stratejik güzergah ve merkezler dışında zaman ve imkan harcanmaması) bu coğrafyayı farklı okumanın bir sonucudur. Osmanlı Devletinin kurulur kurulmaz Batıya yönelmesi de böyle bir yeni perspektifin sonucudur. Bu perspektiflerin oluşumunda duyuların, aklın, çabanın ve şiddetli gelişme isteğinin büyük katkısı vardır.
Yeni okumalar zamanı anlayabilme ve araçlarını kavrayabilme çabalarını da içermelidir. Bu anlamda, Osmanlı gücünün en azından üç yüzyıllık bir gecikmesinden söz edebiliriz. Yeni bilimsel ve teknolojik gelişmeler, yeni keşifler ve icatlar ve bunların kurumları Avrupalı güçlerde gelişirken Osmanlı gibi bir gücün bunlara bigane kalmasını bugün anlayamıyoruz. İç kavgaları, hurafelere dayalı anlayışları, yaşanan çürümeyi anlamak mümkün değildir. Belki de yarının nesilleri de bizleri anlayamayacaklardır! İslam ve kısmen de Türk tarihinin bilimdeki birikimi maalesef kavranamamış, başka yüzeysel güç kavgaları ve anlayışlar hakim olmuştur. Zamanın hep durduğu yerde duracağı sanılmıştır kim bilir? Zamanın ilerlediğini fark eden az sayıda yöneticiler ve bilim insanları olmuşsa da bunlar hakim anlayışı değiştirecek ve yeni anlayışları ve vizyonu kurumsallaştıracak kadar güçlü olamamışlardır.
Buna karşın Avrupa kıtasındaki hareketlilik daha Osmanlı Devletinin imparatorluğa dönüştüğü dönemlerde başlamıştır. Mesela ortalama bir Osmanlı ve Venedik denizcisi için -Barbaros hariç- Akdeniz, ortalama bir Portekiz , İspanya denizcisi için ise artık okyanuslar tasavvur edilmektedir. Akdeniz dünyasına sığmayan Christopher Colomb gibi denizcilerin İspanya’ya gitmeleri hayal ve tasavvurlarına elverişli anlayışların oradaki yöneticilerde olmasıdır. Vakıa Portekizli Prens Henrique gibileri daha biz devletleşir iken farklı ülkelerden denizcileri, coğrafyacıları, gemi yapım ustalarını, işçilerini, vs davet etmeye başlamışlardır. Zira artık akıllarında dünyanın bilinmeyen denizlerine ve kıtalarına erişmek hayali akıllarda tasavvura dönüşmüştür.
Bu tasavvur ve şiddetli keşif iradesi deniz araçlarını da değiştirmiştir. Çünkü aşılacak deniz değil, okyanuslardır. Bu perspektifleri biraz daha dar ve özel alanlara indirgersek, önce doğanın gücünü kullanma sonra da doğaya hakim olma çabası büyük yelkenli İspanyol kalyonlarına ve buharlı İngiliz gemilerine giden icatları ve ustalıkları geliştirmiştir. Şunu görmekteyiz ki, yeni keşif ve icatlar yeni ortak bir anlayışın ve perspektifin ürünleridir. Özellikle yeni çağda Avrupalı güçlerin icat ve keşif sahipleriyle diğerleri arasında uçurum yoktur. Hatta bazen icat sahibi olmayan bir güç icatları daha da geliştiren ve kullanan bir güç olabilmektedir. Burada bilimsel gelişmeyi anlama, yeni perspektifleri kavrama ve tatbik etme kapasitesi devreye girmektedir. Tankı ve tank stratejilerini ilk geliştiren İngilizler ve özellikle de Sir Liddell Hart gibi stratejistler olduğu halde bunu en etkili kullananlar Almanlar ve Guderian gibi Alman generalleri olmuştur. Keza denizaltıyı ilk denize indiren Fransızlar olduğu halde bunu özellikle Almanlar geliştirmişler, Dünya Savaşında etkili bir silah olarak kullanmışlardır. Diğer yandan, balistik füzeleri ilk geliştiren Almanlar olduğu halde bunu biraz da savaşın galibi olmalarından da yararlanarak Amerikalılar ve Ruslar kendi oyun değiştiren güç unsurlarına dahil etmişlerdir.
Günümüzde eski teknoloji rekabetinin daha gelişmiş modellerini görmekteyiz. Özellikle Çin geçmişteki rekabet biçimlerini kat kat aşan boyutta ve biçimde ABD ile rekabet etmeye başlamıştır. Bu açıdan Çin Amerikan icatlar yüzyılının benzerini yaşamaktadır. Her alanda yeni ve baş döndürücü icatlar ve üretimlere şahit olmaktayız. Bu icatlar ve üretimlerde bazen rakibin gelişmiş ürünleri taklit edilmekte, bazen özellikle savunma sanayiinde gelişmiş ürünlerin etkilerini azaltacak icatlara yoğunlaşılmakta, bazen de bilişim teknolojilerinde olduğu gibi rakibin ürünleri ve yazılımları üzerinde “etkin kullanıcılar” (Deep Seek robotu gibi) geliştirilmektedir. Ancak, bunların da ötesinde sağlık, ulaşım, mühendislik gibi sivil alanlarda Çin patent sayısı ve icat ettiği ürün oranıyla dünyayı şaşırtmaktadır.
Yeni okumalar dediğimizde elbet sadece teknolojik gelişmelere odaklanmamak gerekir. Sosyal ve siyasi alanlarda da farklı okumalar tarihte fark yaratırlar olumlu ve olumsuz anlamda. Örneğin, Güç Birliği yaratmak büyük devlet olma sürecinde vaz geçilmez bir hedeftir. Ancak, bu süreç kolaylıkla gerçekleşen bir süreç de değildir. Bazen zorlayarak bazen de gönüllülük ile güç birliği sağlanır. Bazen de güç birliği içerideki adalet ile siyasi meşruiyetini sağlamlaştırır, sağlamlaştırması gerekir. Siyasi anlamda farklı bileşenlerin de değer ve güç kazanmasına imkan tanımak büyük güç sistematiğini inşa edebilir. Ancak, bu birliği sadece güç ile kurmaya kalkışmanın sonucu olumlu olmayacaktır. Mesela tarihimizdeki Yıldırım Beyazıt gibi yaklaşmak, yani sadece güç ile birliği sağlamayı benimsemek Anadolu’daki denge ve birliği bozmuş, Ankara Savaşındaki (1402- Beylik askerlerinin Timur’un saflarında yer alması veya savaş sürerken de o tarafa geçmesi) faciaya kadar gitmiştir. Büyük savaşçı komutan Celaleddin Mengüberti birliği güç ile sağlamayı düşünmüş, siyaset ve adalet perspektifini mesela bariz olarak Ahlat kuşatmasında ihlal etmiştir. Doğru ve sıradışı siyaset için öncelikle doğru ve sıradışı idrak gerekmektedir. Kadı Burhaneddin’in küçücük Hacıemiroğulları Beyliğini yaşatması Anadolu’daki kültür ve dil varlığımız açısından stratejik sonuçlar doğurmuştur. Hazreti Peygamberin (asm) Mekke’nin fethinde şehre girişi ile Hazreti Ömer'in (ra) Kudüs'ün fethinde şehre girişleri kendi boyutlarındaki büyüklük ve faziletlerinden olduğu kadar siyasi, sosyal ve toplum psikolojisinin olumlu yönetimi açısından farklı idrak biçimlerinin göstergesidir. Nitekim Hazreti Ömer'in (ra) bu davranışını taklit eden İngiliz general Edmund Allenby Mısır Sefer Gücü Komutanı olarak şehri teslim alırken (1917) Kudüs’e yürüyerek girmiştir.
Bu konularda uzun ayrıntılara girmek istemiyorum. Zira bu alanda çok sayıda yazılmış eser yapılmış ve tercüme edilmiştir. Meraklıları bakabilirler. Ama, asıl olan şudur ki, bugünkü güç dengeleri ve devasa olayların gelişimi ve yönelimini “Olduğu gibi” idrak etmemize ve yeni okuma biçimlerine ihtiyacımız olduğu açıktır. Bunun için yerli kaynaklarımız bize yeterli bir güç ve imkan tanımaktadır. Yeter ki, samimi ve objektif olarak gerçeğin arayışında olalım.
YENİ OKUMALAR VE DÖNÜŞÜMÜN DOĞASI
Kısa bir özet yapmak gerekirse; yeni okumanların ve yeni idare çerçevelerinin kaynağı ve hamili bireydir, insandır. Bunu bizim tevhid inancımıza zarar veren bir şekilde anlamamak gerekir. Aksine bu bizim akidemizin bizi üstlenmeye teşvik ettiği bir sorumluluk ve özgürlük alanıdır. Eşyanın hakikati çerçevesinde ifadesini bulan bir idrak çerçevesidir. Niçin insan merkezli düşünüyoruz? Bu bireysel özgürlük anlamını taşıdığı kadar teknik açıdan “Zorunluluk” içerdiğindendir. Ne kadar ortak birikimimiz olursa olsun, bu birikimi olduğu gibi idrak edecek, geliştirecek ve sunacak olan en küçük bağımsız ve asli merkez “Bireydir”. Montaigne’nin işaret ettiği gibi “İnsan başkalarının bilgisiyle bilebilir. Ancak, bilgileri kendi aklının süzgeçlerinden geçirdikten ve proses ettikten sonra akıllı olabilir”. Bunu tıpkı “Sorumluluk” gibi düşünelim. Nihai hesap gününde soru ve sorgulamalar bireysel olacaktır. İnsanın özgürlüğünün ve sorumluluğunun ön kabulünden sonra ise doğaya, bilime, düşünceye açılan sayısız pencere ve inşa merkezinden bahsedebiliriz.
Bilimsel ve teknolojik yeniliklerden sosyal ve kurumsal değişimlere kadar bir çok dönüşümü sağlayan insanların olağanüstü özelliklerini kabul etmeliyiz. Onlar bir kere dünyayı ve olayları farklı algılarlar. Zaten değişim ve dönüşümü başlatan da bu farklı algılamadır değil mi? Üretim ve yaratma süreçlerini aşırı odaklanmış şekilde aşırı yoğun yaşarlar. Unutmayalım ki şiddetli ve uzun süren yoğunluk bir sanat eserinin oluşturulmasında gözlemlediğimiz olağanüstü bir haldir.
Değişim ve dönüşüm kendini birey olmadan üreten mutlak bir iç dinamiğe sahip değildir. Mutlaka siyasal ve toplumsal olayların yönetimi için güçlü ve yaratıcı bir liderlik gerekiyorsa, değişim ve dönüşümü de yönetecek akli, fikri ve davranışsal liderliğe ihtiyaç vardır. Zira bu süreçlerde sadece eseri yaratıp sergilemek yetmez, yaratılan eserin değişimi yaratacak süreklilikte ve ve sürede bir formasyona, eğitime ve liderliğe ihtiyacı vardır. Özellikle büyük değişimlerde güçlü ve inşacı liderlerin etkin olduğunu görmekteyiz.
Tüm dünyanın yeni bir dünyanın eşiğinde olduğu bu dönemde doğru ve yeni okumalar yapabilmeyi ve kendimiz için yeni bir dünya inşa edebilmeyi diliyorum.
Mehmet Ali Bal / Haber7
Yorumlar6