Sosyal Yapı ve Güç Teşekkülü İlişkisi Sosyal Yapı Birey İlişkisi
- GİRİŞ04.08.2025 09:43
- GÜNCELLEME05.08.2025 08:56
Sorumluluk bireyseldir, herkes kendi hesabını verecektir. Kuranı Kerim’de de hitap bazen “Ey Nas” ey insanlar veya doğrudan Hazreti Peygambere (asm) “Ey resulüm” şeklinde tek tek bireylere bazen de “Ey iman edenler” şeklinde hem bireylere hem de topluma (Cemaate) yapılır. Hesap günü de her insan kendi hesabını verecek, hesap veren kızı Fatıma (ra) bile olsa Hazreti Peygamberin (asm) kendi ifadesiyle “Kendisinin elinden birşey gelmeyecektir”.
Sorumluluk Batı dünyasında da kesin bir şekilde Reformasyon Döneminden itibaren bireyseldir. Ancak, bireylerin dünyasını şekillendirmede etkili olan, dönemin ruhunu inşa eden güç toplumun gücüdür. Toplumun gücü, enerjisi, dinamizmi, ruhu ve değerleri bireyler üzerinde kendi sorumluluk idrakleri (Bu da bir ölçüde sosyal ilişkilerde oluşur) çerçevesinde derin etkiler yaratır. Bu yüzden bugün eskilerin mesail-i mensure dedikleri formda (Bir ölçüde Batıdaki “Batôns Rompus”) düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım. Hissiyatı umumi yani toplumun genel duygusal enerjisi ve durumunun önemini en iyi anlatan örneklerden biri de İmam Gazali’nin bir müzik enstrümanı hakkında verilen fetvayı İhya’sında zikretmesidir.
“Şahin adı verilen bu müzik enstrümanının harp zamanında çalınmasını bazı İslam uleması ve muhtemelen İ. Gazali de mekruh görmüşlerdir. Zira bu müzik enstrümanı insan duygularını inceltip, zayıflatmakta ve harp zamanı gerekli olan kahramanlık ve cesaretin ön plana çıkmasını engellemektedir. ”Umumi hissiyat ve psikolojinin bu denli bir önemi ve etkisi vardır. Bu yüzden çağdaş yönetim sistemleri savaştan önce savaş hazırlığının meşrulaştırılması, toplumun savaşa hazırlanması çalışmalarına büyük önem vermişlerdir. Bu konuda, Amerikan toplumunun 1. ve 2. Dünya Savaşlarında psikolojik olarak hazırlanması önemli bir örnek teşkil etmektedir. Hatta 1. Dünya Savaşında Avrupa’ya asker göründermek yani bir nevi savaşa dahil olmak konusunda “İzolasyon” politikasını içselleştirmiş Amerikan kamuoyunu hazırlayan Freud’un yeğeni Edmond Bernay’s tarafından ortaya atılan “Amerikan demokrasisinin dünyanın başka bölgelerine taşınma misyonu” günümüze kadar yapılan ABD müdahalelerinin ana meşrulaştırıcı unsuru olmuştur (mesela demokrasiyi yayma misyonu, 1990’lı yıllardan itibaren özgürleştirme operasyonları olarak isimlendirilmiştir). (George C. Marshall tarafından Frank Capra’ya sipariş edilen ve Savaş Enformasyon Ofisi tarafından finanse edilen niçin savaşıyoruz sorusuna cevap üreten belgesel film de ilginç bir örnektir. Ayrıca William Oliver Stone’un “ABD’nin Anlatılmamış Tarihi belgesel serisini- 2012 izlemenizi öneriririm.)
Sosyal yapı veya Toplum ile birey arasındaki ilişkiyi her yönüyle anladığımızı iddia etmek ve anlatmaya kalkışmak doğru değildir mümkün de olamaz. Bu kısa yazıda sadece bir milletin kaderini etkileyecek büyük hamleler yaparken veya ciddi ricat içindeyken toplum yapısının değişimi ile sosyal sermayemizin zenginleşmesi/ kıymetlenmesi ve bireylere etkisi üzerine düşüncelerimi paylaşmaya çalışacağım…
Büyük Güçlerin Oluşumu ve Yükselen Toplumlar
Yükselen güçlerin ana zemini beşeri zemindir; yükselen toplumlar ve bireylerdir. Toplumsal dinamizm ve enerji, her açıdan sağlıklı ve ideal yüklü bireyler güç oluşumunun temelunsurlarıdır. “Eğri adamla doğru yol gidilmez” (Şah İsmail) sözü ile “Sultanın atiyyelerini (Hediyelerini hazinelerini) sultanın matiyyeleri (Binitleri) taşır” (İmamı Rabbani) kelamı kibarı bu gerçeğin ifadesidirler.
Yükselen bir toplumun ilerleme, tekamül ve güce erişme motivasyonları çok güçlüdür. Bireylerin bu yöndeki donanımları da dikkat çekicidir. Toplumun ve bireylerin tabii yapılarından doğan tekamül arzusu yanında bu arzu ve iradeyi bir mefkureye dönüştürme, ideal yüklemesi yapma, hedefe erişmek için gerekli donanıma sahip olma da önemlidir. Zira buradaki ikinci paragraftaki unsurlardan yoksunluk toplumlar ve bireyler tabii ihtiyaçları ve insiyaklarıyla ilerleseler bile uzun vadeli bir güç merkezi inşa edemezler, hele hele bu gücü medeniyet ile kalıcı hale getiremezler.
Şu halde yükselen toplumların güçlü motivasyonları vardır. Bunlar arasında savaşlar, kıtlıklar, kuraklıklar gibi olumsuz durumlar içinde hayatta kalma içgüdüsü, düşmanları tarafından yok edilmekten kurtulma amaçları gibi güçlü motivasyonları sayabiliriz. Bunun tabii motivasyonlar olduğunu söyleyenler varsa da bunlar mutlak yönelişler değildir. Zira bazen yukarıda saydığımız olumsuz şartlar ve olaylar toplumlarda ve bireylerde yılgınlık, yenilgiye boyun eğme, harekete geçememe gibi olumsuz tutumlara neden olabilir. Burada önemli olan içinde bulunulan şartlar kadar bu şartları karşılamada toplumların ve bireylerin iç tepkileri ve inisiyatif geliştirme kapasiteleridir.
Tarih bize yukarıda saydığımız durumların her biri için örnekler sunmaktadır. Bazen Moğol İstilası ve kılıcı karşısında adeta yenilgiyi kader kabul eden topluluklar olduğu gibi kan ve şiddet rüzgarlarına karşı hayatta kalma içgüdüsünü canlı tutarak, yeni güç oluşturma yollarını arayan topluluklar da olmuştur.
1000’li yılların başında Avrupa’da yüksek nüfus temerküzü ve yoksulluğun senteziyle nefes alamaz duruma gelen kitleleri Doğuya ve daha müreffeh Müslüman ülkelerine yönelten ilk Haçlı Seferinin tasarımcısı ve mimarı Pierre L’ermite (1050- 1115) gibi keşişler kitlelerdeki yaşama içgüdüsünü uyandırıp saldırganlık dürtüsü ile güce dönüştüren dehşetli insanlardır. Bu dürtüleri din sosu ile kitle ve bireylere enjekte etmeleri onları tarihin en güçlü liderlerinden biri yapmıştır. Cengiz Han (1162- 1227) gibi liderler ise kabile savaşları ve katliamlarını saf güç ve kılıç ile birleştirip tarihin en zalim ordularını yönetmişlerdir. Bu iki güçlü dalgadan birincisi çok uzun ömürlü olmuştur. Ama ikisinin de başardığı iş dağınık milletleri güçlü bir motivasyon ile birleştirmek olmuştur. Bunlar gibi güçlü dalgalar önündeki kitleler ve bireyler değişim ve dönüşüm geçirmişlerdir. Diğer tarihi örneklerde olduğu gibi burada da doğal ve vahşi insiyakları, dürtüleri, yönelişleri beşeri donanım ile biçimlendiren güçler daha uzun hüküm sürmeyi başarmışlardır. Haçlı Seferleri kendileri için bir motivasyon aracı olan Hıristiyanlığı ve Avrupalı toplumları dönüştürmüştür. Moğol Askeri dalgaları ise daha ilk yüzyılın sonunda yerel sistemlerin ve kültürlerin egemenliği altına girmişlerdir.
Buradaki örnekleri detaylı verme amacım şudur ki, yükselen toplumlar ve bireyler her zaman galip güçler içinde olmayabilirler. Yükselen toplum dinamizmi ve enerjisi kendi özgün dinamiklerine sahiptir. Aslolan bu dinamikleri teşhis edebilmek, farkına varabilmektir. Bu çerçevede, Doğudan Batıya ilerleyen Moğol gücü Güneyden doğan İslam güneşi ile eridiği gibi Kuzeyden inen Rus gücü karşısında etkisiz kalmış; bu durumu günümüzün Avrasya Slav ve Rus jeopolitiğini yaratmıştır.Günümüzde de hüküm süren küresel güçler ile henüz teşhis edemediğimiz yükselen toplumsal dinamikler ve güçlü birey oluşumları arasında her zaman aynilik ve hatta paralellik olmayabilir. Yani mevcut güçler ile dinamik topluluklar birbiriyle örtüşmeyebilir. Bunu fark eden önemli isimlerden biri de M. Roskin’dir. Daha 2000’li yılların başında devasa üretim gücüyle uyanan Çin’i anlatırken, 250 milyonu aşan 25 yaş altı sosyal medya kullancısını vurgulamış ama aynı zamanda Çinli genç nüfustaki profan yani her tür manevi dinamikten yoksunluğu da işaretlemiştir. Benzeri bir durumun Japonya için de geçerli olduğunu söylemiştir. Asya’daki büyük güçlerden biri olan Hindistan aşırı ideolojik yüklü liderlerine (Aşırı hatta fanatik mistik Hindu milliyetçisi Modi gibi) rağmen toplumsal dinamizm açısından tarih yapıcı bir pozisyonda bulunmamaktadır.
Asya’da Çin’in yerel alanlarda kökleşmesi ve ardından Cengiz Han ordularının da sürekli ileriye atması ile hareketlenen Orta Asya’daki Türk hareketlenmesi daha da batıya doğru gitmiş, gittikçe de yeni yerel siyaset birikimleriyle karşılaşmış, bir kısmını aynen bir kısmını adapte ederek geliştirmiş ve kendine özgü bir güç sistemi kurmuştur. Bu güç sistemi özellikle 16. Yüzyılda zirveye ulaşmış, Türk ve İslam Tarihine hiç de küçümsenmeyecek miraslar bırakmıştır. Bu mirasın oluşumunda ricat hattına benzer bir şekilde sürekli Batıya göç eden ve hatta kaçan Türk topluluklarının dinamizmi, Ortadoğu İslam Devletleri ve İran İmparatorlukları tecrübeleri ile Bizans gibi devasa bir mirası devralan genç yönetimlerin ciddi payları vardır. Dolayısıyla toplulukların dinamizmi derken illa ki sürekli lineer (doğrusal) bir çizgide yükselen güç sistematiğini kastetmiyorum. Bazen dinamizm yenilgilerin cenderesinde kavranan topluluklar bünyesinde de var olabilir. Tabi ki bunun tersi de söz konusudur; büyük güçleri oluşturan beşeri zeminde dinamizm azalıp, tefessüh artabilir, bünye çürüyebilir, eğer bu sorununları teşhis edecek zeki, uyanık, müdebbir yöneticiler olmazsa büyük güç de olsa yıkılış mukadderdir.
Bölgeler Arası Nüfus Hareketlilikleri ve Yönetimi Meselesi
İlk çağlardan bu yana adeta değişmez bir sabite vardır. Bu da bütün devlet formlarının yöneticilerinin içeride uyguladıkları adil, merhametli, rasyonel ve organizasyonel politikaları ve bölgelerinde yürüttükleri barış, ticaret ve kültürel zenginleşme siyasetleri… Kadim Ortadoğu krallarının tapınaklarda kestirdikleri kurban sayısını artırmalarıyla övünmelerinin sıradan bir ego tatmini olmadığını, tebaalarına artı değeri paylaştırırken ne derece cömert davrandıklarını göstermek olduğunu anlamak mümkündür. İran Hükümdarlarının adaletle hükmederken Doğu Batı aksında akan ticaret kervanlarını kendi ülkelerine çekmek olduğunu da artık anlıyoruz. Öyle ki, Yunanlılar ile olan savaşları kazanmak için askeri tedbirlerin yanında kültürel ve inanç hoşgörüsünü de kullandıklarını görüyoruz. Bu tutumun, ülke içinde gezen ticaret erbabının kazanılması, yani dönemin nüfus hareketliliğinin kültürel ve sosyal nizam açısından cezbedilmesinin sağlanması olduğu açıktır. Tabi ki savaş durumunda ve savaş esirlerine yönelik politikalarda bu kadar da toz pembe bir tutum söz konusu değildir.
Haçlı Seferlerinde Anadolu’ya yürüyen Haçlı sürülerini alelacele karşıya geçiren Bizans İmparatorunun tutumu rasyoneldir. Nitekim İstanbul’a giren Latinler İstanbul’u yağmalamışlardır. Bir diğer dikkate eğer tutum, Bizans İmparatorlarının Balkanlar’dan ve Anadolu’dan gelen Türk unsuru asker olarak kullanmaları ama bu nüfusun İstanbul içinde ticaret erbabı veya başka bir sınıf olarak kullanmamasıdır. Buna karşın İstanbul’da eski bir Müslüman Arap tüccarları azınlığı olmuştur.Ancak, büyük nüfus hareketlerinde, kavimler göçü düzeyindeki yer değişikliklerinde devletlerin yapabilecekleri çok şey yoktur. Nitekim Roma gibi savaş kapasitesi yüksek bir güç bile barbarlar tarafından yağmalanmıştır. İslamiyet sonrası her ne kadar “i'layı kelimetullah” maksadıyla fetihler desek de bölgenin farklı ülkelerine yapılan seferler de nüfus transferi sayılabilirler. Zira bekarlar, fakirler, gençler, yabancılar (Köleler) gibi sınıflar için ülke içinde farklı istihdam alanlarının açıldığını görüyoruz. Zaman zaman da bu sınıflardan seferlere iştirakler olmuştur.
Antik uygarlıklarda ise savaş esirleri ve kölelerin ciddi kamu hizmetlerinde, büyük kamusal projelerde çalıştırıldıkları görülmektedir. Bunun istisnası üstün nitelikli olanların bilim ve düşünce alanında çalışmaları, zanaatkarların da mesleklerinde üretim yapmaları, yine bazı askeri niteliklere sahip olanların orduda hizmet vermeleridir.
Burada amacım ayrıntılı nüfus yönetimini anlatmak değil, sadece ana hatlarıyla bu yöntemleri özetle anlatmak ama daha da önemlisi bütün bu devlet faaliyetlerini yaparken toplumsal bütünlüğü, dinamizmi ve düzeni maksimum düzeyde sağlamak özellikle ev sahibi devletin birer müttefiki hatta tebası haline getirmek ve yüksek enerjisi olan bir toplumsal yapı inşa edildiğini göstermektir.
Sağlıklı Nüfus ve Dinamik Toplum
İster yerleşik nüfus ile isterse sonradan gelen nüfus ile olsun oluşturulan toplumun sağlıklı bireylerden oluşması ve dinamik bir toplum yapısının inşa edilmesi önemlidir. Özellikle büyüme istidadı ve ana siyaset programı olan devletlerin ya da güç oluşumlarının mutlaka sağlıklı bireylerden oluşan dinamik topluma sahip olmaları elzemdir. Elbette ki bu toplum ve bireylerle devlet arasında karşılıklı sadakat, güven ve himaye ilişkisi ve garantisinin olması ayrı bir bahis olmakla birlikte elzemdir. Büyük projeleri ancak sağlıklı ve dinamik toplumlarla yürütmek mümkündür. Bu dinamizmi ve akışkanlığı yönetmek ayrıca bir devlet kabiliyeti gerektirir. Mesela Anadolu’da Beyliklerin çoğunluğu tarafından oluşturulan informal (Bir biçime sahip olmayan) ittifakın neticesi desteklenen, beslenen Osmanlı Beyliği Safevi Devleti İran’da tam oluncaya kadar Doğudan gelen göç dalgalarıyla beslenmiştir. Bu göç dalgalarının Anadolu’dan ziyade Balkanlar’da yeni fethedilen bölgelere iskanı sağlanmıştır.
Diğer yandan, Batı ve Kuzeyde yeni fethedilen bölgelerden temin edilen nitelikli nüfus devlet politikasına göre önce sıradan halk içinde terbiyeye ve bilahare eğitime ve öğretime tabi tutularak nitelikli imparatorluk görevleri için yetiştirilmişlerdir. Bu devlet politikasının bazı sözü edilmeyen çizgileri vardır. Mesela Mısır ile ta beylikler döneminden beri var olan ilişkiler Yavuz zamanında büyük bir fetihle sonuçlanmış olmasına rağmen hatta bazı açılardan etkilenme de söz konusu olmasına rağmen ilmiye sınıfının içinde Arap ulema anlamlı bir sayıda olmamıştır. Beyliklerin bürokrasisi başta hemen devlete entegre edilmiş, ama daha sonradan Padişahın bürokrasi ile sıhriyet bağı kurmasına sıcak bakılmamıştır. Yeniçerinin imparatorluk için bir iç ve dış muharip etkin güç olmasına dikkat edilmiş, toplumun genel yapısına entegrasyonu mümkün olduğunca ertelenmiştir.
Sağlıklı toplum politikası tam lafzen ifade edilmemekle birlikte ta beylikler döneminden beri yönetimlerin ciddi bir kaygısı olmuştur. Bu yüzdendir ki, Anadolu’daki Selçuklu eserleri içinde çok sayıda şifahaneler mevcuttur. Eğitim de bir anlamda sağlıklı toplum için elverişli enstrümanlarla kabul görmüştür. Keza Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren ve Cumhuriyetin ilk on yıllarında yoğun bir şekilde sağlıklı toplum için genel kamu sağlığına önem verilmiştir. Geçmiş yıllara kadar devlet kurumları içinde kamu sağlığını korumaya matuf yapılanmaların olduğu malumdur. Bunlar içinde bulaşıcı hastalıklarla mücadele, veremle savaş, zührevi hastalıklarla mücadele, sıtma ile çok boyutlu mücadele, trahoma gibi bazı bölgelerde yoğun görülen hastalıkların tedavisi için yapılanmalar, vb devletin ciddi görev ve hizmet alanları olmuştur.
Birliği sağlamak için farklı beylikler ve farklı milletlerden imparatorluğa katılan sosyal grupların bir şekilde merkezi yapıya entegrasyonu sağlanmıştır. Bu noktada, adalet sistemi, sosyal yükseliş imkanı sunan eğitim sistemi, her millete hoşgörü ile bakan ve adaletle koruyan imparatorluk sistemi (İmparatorluğun taşrasında bulunan yeniçeri garnizonlarının bir görevi de yerel halka adil davranmayan yerel yöneticileri, mültezimleri ve kadıları dengelemekti), imparatorluk merkezinde hakkaniyetli temsil ve kabul sistemi kritik işlevler icra etmektedir.
İmparatorluk sistemi büyük ölçüde rasyonel ölçü ve denge sistemidir. Devşirme sisteminin etkin olduğu merkezi yönetimin kuralları ilginçtir. Ordunun dili Türkçedir. Mensupları büyük ölçüde Bektaşidir. Yalnız bu Bektaşiliği Yeniçeri Ocağının kaldırılması esnasında dönemin devlet aygıtının propagandası ile adeta yeniden inşa ettiği uydurma Bektaşilik ile karıştırmamak lazımdır. Malumunuz dönemin devlet güçleri yeniçeriliği tam tasfiye etmek için Yeniçerinin ve tedarik ağının üzerine ciddi iftiralar atmışlardır. Kışlalarda haşa Kuran sayfalarının tuvaletlerde kullanıldığı, Bektaşilerin bugüne kadar geldiği gibi dini kurallara uymada ciddiyetsiz oldukları gibi hususlar öylesine yoğun propaganda edilmiştir ki, Vakayı Hayriye (15 Haziran 1826) devlet içinde yeniçeriliğin ve toplumda ise Bektaşiliğin tasfiyesinin tarihidir. Bu olayın vahim neticeleri tarih sayfaları içindedir. İş sadece bir kurumun tasfiyesi ve yeni devlet tasarımı düzeyinde kalmamış, inançların ve mensubu bulundukları tasavvuf gruplarının suçlanmasına (Yukarıda ifade ettiğimiz gibi iftiralara) kadar gitmiştir. Rahmetli Ziya Nur Aksun’un kaleminden bu dönemi okunmasını ilgili okurlarımıza tavsiye ederim.
Yaşanan bu müessif olaylar bir yana imparatorluğun rasyonel ölçü ve denge sistemi kısmen devam etmiştir. Cumhuriyet dönemine de kendine özgü çizgileriyle miras kabul edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı Generallerinin büyük çoğunluğunun imparatorluğun serhat vilayetlerinden olması tesadüf değildir. Keza bazı devlet kurumlarımızda Kafkas ırklarının yoğun bulunması da böyledir. Devlet içinde farklı millet bileşenlerinin hakkaniyetli temsilini sağlamak büyük ölçüde devletin birliğini sağlanmaktır. Bu yol ile sosyal yapılar arasında gerilimlerin önüne geçilebilir. Objektif dikey mobilite ve liyakat sistemini işletmek büyük güç olmanız için en elverişli araçtır. Çünkü şartlar ne olursa olsun büyük güç sistemini işletecek bir elit yönetici sınıfına ihtiyaç vardır. Milli salâbet ve birliğin kültürünü inşa ve korumak sağlam beşeri zemin demektir. Bu da sosyal gruplar arası gerilim ve sürtüşmeleri azaltır. Aynı zamanda, devlet gücünün zaman içinde erimesinin, güç kaybı ve egemenlik gücünün el değiştirmesinin (Egemenlik transferi devletler için ciddi bir risktir) önüne geçilir.
Bugüne Dair Değerlendirmeler
Öncelikle şunu ifade edeyim ki, Osmanlı gücünün oluşumu sırasındaki bölgesel informal ittifak günümüzde mevcut diyemeyiz. O dönemin 1. Murad’ı ayarında bir siyasi deha henüz görülmemektedir. Bunun tabii neticesi bütün kurumlarıyla rasyonel güç ve itidal dengesini sağlayacak devlet tasavvurunun gerçekleştirilememiş olmasıdır. Bu tasarımın yapılamamasında tasavvur dehası kadar henüz nasıl bir güç ve devlet olacağımıza karar verememiş olmamızın da ciddi etkisi vardır. Bir diğer amil ise devletin kurumsal bünyesinde ve milletimizin sosyal yapısında ortaya çıkan ciddi sonuçları olabilecek sorunlardır. Anadolu ve bölgesel güç odakları arasında içselleştirilmiş bir dengeli ittifak mevcut değildir. Hem bizde hem de bölgemizde ABD, İngiltere ve İsrail o tarihi dönemin Bizans’ından çok daha güçlüdürler. Bu riskleri henüz tam teşhis ve analiz eden siyasi, askeri dehalar mevcut değildir, intizar dairemizdedirler. Toplumsal grupların denge ve hakkaniyetli temsil sisteminden mahrum oluşları merkezi devlet gücünü zayıflatmaktadır. Liyakat ve dikey mobilitenin çok hasar görmesi devletin ve milli gücümüzün bir elit yönetici sınıftan mahrumiyetini netice vermiştir. Bu ne yazık ki, devlet tasavvurlarını zayıflatmış, devlet teamüllerini tahrip etmiş, a priori ve a posteriori zaten her açıdan yetersiz kişisel egoların sınırsız iktidarına yol açmıştır. Bu sistem devlet gücünün aşağıdan yukarıya beslenmesini ve yukarıdan aşağıya yönetim kudretinin / kabiliyetinin icrasını engellemiştir.
Asıl konumuz olan toplumsal yapımızdaki durumlara değinecek olursak; yukarıda vurguladığımız hususların izdüşümlerini burada özetleyelim. Devlet ve milli gücümüzü bir yükseliş rampasına taşıyacak olan milli salâbet ve toplumsal enerji gerek tarihsel örnekler perspektifinden gerekse bugünün rasyonel bilgi birikimi açısından yetersiz haldedir. Rahmetli Prof. Osman Turan’ın epik ifadesiyle Türk cihan hakimiyeti mefkûresinin temsilcisi, taşıyıcısı dinamik toplumlardır, ülkü sahibi bireylerdir. Ziya Gökalp’in “Milletin ruhundan zuhur etmiş mefkûre hamlesi” tabirinin alt yapısı işte birçok açıdan birlik olmuş, salâbet kazanmış millet yapısıdır. Eğer beşeri zemin sağlam değilse bırakalım devlet olarak var olmayı millet olarak var olmak bile imkansız hale gelecektir.
Bugünkü toplumumuz birçok açıdan yeniden inşa, ıslah (rehabilitasyon) ve yükselen toplum kriterlerini haiz kılınmaya ihtiyaç duymaktadır. Kendimize göre devasa ama objektif bakıldığında minicik fildişi kulelerimizden çıkalım. Gerçek toplum ve insan meselelerimiz ile yüzleşelim. Bu artık kaçamayacağımız bir zorunluluktur. Çok netameli konular olduğu için sadece soruları sizlerle paylaşmak istiyorum. En basitinden, bugünkü toplumumuz sağlıklı bireylerden oluşuyor diyebilir miyiz? Mesela obezite, aşırı ilaç tüketimi, engellilik durumu açısından ne durumdayız acaba? Gençler ve çocuklarımız arasında dikkat dağınıklığı, hafıza zayıflığı ve irade eksikliği sorunu yaşayan kesimin oranı yüzde kaçtır? Dağılan ve boşanan ya da devam etse de ciddi çatışmalarla malul aile oranı kaçtır? Bizi rahatsız edecek düzeyde değil midir?
Şu soruyu cidden düşünmenizi isterim, toplumumuzda uyuşturucu kullanımı ne durumdadır?
Uyuşturucu kullananların oranı nedir? Örtülü psikolojik sorunlar yaşayan, ağır ilaçlar kullanan insanımızın oranını biliyor muyuz? Çocuklarını kaybeden ailelerin çığlıklarını ve imdat çağrılarını duyuyor muyuz? Depresyon gibi farklı şekillerde ve farklı düzeylerde psikolojik sorunları olan insanımızın topluma oranı nedir? Niçin ülkemizde cinayetlerin %80’i bir anlık öfkeyle ve hatta bir kısmı da birbirini önceden tanımayan insanlar arasında olup bitmektedir? Bunların normalite sınırlarının çok dışında olgular olduğu açık değil midir? Modern uygarlığın en basit yansımalarından biri olan kamu yollarında güvenli seyahat etme özgürlüğü artık basit bir eylem gibi sürekli ihlal edilmekte değil midir? Bu keşmekeşe veihlallere karşı kamu gücünün müdahale kapasitesi ve iradesinin olmadığı da görülmektedir.
Bu açıkça toplumsal yapının iflası değil midir? Bir milletin yaşama teminatı eğitim ve öğretim sisteminin performansının yüksekliğiyle doğru orantılıdır. Okullardaki eğitimden toplumsal yapıdaki eğitim süreçlerine kadar her alanda eğitim kapasitemiz ve yöntemlerimiz rekabetçi olmalıdır. Ne yazık ki, son yıllarda eğitim kurumlarımızda ciddi sorunlar baş göstermiş durumdadır. Bunlar teknik eğitim ve öğretim sorunları, liyakate dayalı sistemin zarar görmesiyle oluşan eğitici kadro sorunları, siyasi yönetimin nitelikli bir hedef belirleyemeyişinden dolayı oluşan sorunlar, eğitim kurumlarını da içine alan sosyal yapının bozulmasından kaynaklanan sorunlar, vb sıralanabilir. Çok uzatmadan bu sorunların bir milletin büyük ölçüde çöküşüyle neticeleneceğini hatırlatmak isterim.
Politik psikoloji açısından ülkemize yönelmiş göç dalgalarına bakarsak, bırakalım büyük güç zeminini oluşturmayı, mevcut halin bugün toplumsal yapımızı yarın da devletimizi çürümeye ve zaafa götüreceği açıktır. Aslında önüne geçmemizin çok zor olacağı bu büyük dalgayı yönetmek, gelenleri topluma entegre etmek için kurumsal hazırlıkların yapılması gerekirken genel alarak bu konuda üstyapı tartışmaları süregitmektedir. Gelen grupların aile değil kabile ve sosyal grup bütünlüğü içinde gelmeleri yeni toplumsal düzene, dile, kültüre ve günlük yaşama adapte ve entegre olmalarını zorlaştırmaktadır. Birçoğu ne yazık ki, fiili işleri yapan vasıfsız işçiler olarak istihdam edilmektedir. Yakın bir gelecekte ülkemizdeki nüfus kompozisyonunun değişeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yazının başında da söylediğim gibi savaş veya iç çatışmadan kaçış, varlığını devam ettirme içgüdüsü çok güçlü bir motivasyon yaratmaktadır. Dolayısıyla bu kesimlerdeki nüfus patlamasını doğal sonuç görmek gerekir. Olumsuz şartlar içindeki var olma ve kendini koruma içgüdüsü büyük bir toplusal enerji yaratmaktadır. Buna karşın göç kabul eden ülkelerin sosyal nizamları görece oturmuştur. Toplumlarda böylesi radikal bir kendini koruma içgüdüsü ve enerjisi söz konusu değildir. Birinci gruptakilerin var olmak için güçlü motivasyonları, toplumsal enerjileri ne yazık ki büyük vatan savunması yapacak mahiyette değildir. Ancak, farklı bünyelerde yaşamaya devam etmeye matuftur.
Diğer bir sorun ise büyük ölçüde politik karakterdedir. Malumunuz Türkiye’de Birinci Dünya Savaşında yaşanan olaylardan dolayı Arap Dünyasına bazı tepkiler var idiyse de tarihten ve dini inançlarımızın ilk geliştiği sosyal ortam olmasından kaynaklanan bazı pozitif duygularla Arap toplumuna karşı olumlu hissiyat bazı kesimlerde mevcuttu. Ancak, plansız ve yönetilemeyen göç dalgaları ile göç eden kesimlerde bazı sosyal sorunlar daha da açığa çıkıp yerleşik düzeni bozmaya başlayınca eski olumlu kanaatler de kaybolmaya yüz tutmuştur. Bunun karşı tarafında ise Türkiye’nin Arap dünyasında her zaman imparatorluk sonrası durumla da kısmen ilgili şekilde bir prestiji ve ağırlığı ve karizması var olmuştur. Ancak, bu göç dalgalarıyla yaşanan tanışma günlük sorunların da etkisiyle eskiden var olan prestij ve gizemi yok etmiştir. Yeni durumda hem kendi toplumumuzu hem de gelen toplulukları etkileyecek politikalar ve fikirleri hayata geçirmemiz gerekmektedir. Diğer yandan elbette ki, insanları yurtlarına güvenle dönebilecekleri şekilde bölgede etkin çalışmalar, düzenlemeler yapabilmeliyiz. Tekrar kendi ülkemize ve toplumumuza dönersek yükselen bir milli enerji, yükselen bir olumlu sosyal psikoloji ve bütünsellik oluşturacak bir milli salâbet ortaya koyabilmemiz şarttır.
Ve herşeyden önemlisi kendi ülkemizi ve kendi milletimizi yükselen güç rampasına oturtacak bir tasarım ve politika belirlememiz ve topyekun uygulamaya koymamız şarttır.
Mehmet Ali Bal - Haber7
Yorumlar13