Asrı İdrak ve Manayı İnşa Etmek

  • GİRİŞ29.09.2025 08:38
  • GÜNCELLEME01.10.2025 10:07

Başlığın yarısını merhum Akif’in “Doğrudan doğruya Kurandan alarak ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizisinden ilhamla yazdım. İkinci yarısını da bu idrak çerçevesi üzerine tefekkürle başlığa dahil ettim. Soyut (Mücerret) gibi görünen iki cümleyi, iki devasa idrak ve anlamlandırma meselesini çağımızın büyük olaylarına tatbik etmeye çalışacağım. Bunu yaparken özellikle belirtmeliyim ki, başlığın ilk kısmı merhum Akif’in kastettiği özel anlamın dışına çıkacak, genel bir idrak dizgesi ve yaklaşımı olarak kullanılacaktır.

Çağımızın güç odakları ve ilişkilerini, güç unsurları ve kaynaklarını mukayeseli olarak oldukları gibi idrakimiz ile aydınlatmaya ve yepyeni bir dünya gücü olabilmenin de az fark edilen veçhelerini müzakereye çalışacağım. Gayret bizden tevfik Allah’tandır.

Düşüncelerimizde isabet varsa O’nun lütfudur; yanlışlıklar ve isabetsiz hükümler kul olarak eksikliğimizdendir.

Dünya üzerinde hangi çağda olursa olsun bir güç, bir devlet oluşurken sahip olduğu toprakları, nüfusu, zenginlikleri, döneminin güç dengelerini, çatışmalarını, güce sahip olmanın imkanlarını, vs gerçeğine en yakın şekilde idrak etmeye çalışır. Tıpkı insan gibi bir devletin de en önemli vasfı kendini idrak etmek, asrını idrak etmektir. Bu bireysel çerçevede fazilet, devlet düzeyinde ise doğru siyasettir. Bireyler gibi devletler de güç değişimi zamanlarında, yeni oluşum aşamalarında gücün ve dünyanın göreceli olarak algılanmasını temyiz ve fark ederler. Ta ki, gerçeğin kendisine erişsinler ve doğru kararlar alabilsinler.

Miquel de Cervantes’in (1547- 1616) eseri “Don Kişot” modern Avrupa’nın ilk kurgu romanı olarak kabul edilir. Yazarın kast ve iradesini bilmek elbette mümkün değil, ancak yaşadığı dönemin Akdeniz Dünyasında güç dönüşümlerine sahne olması (Osmanlı ve Avrupa arasındaki Akdeniz hakimiyet mücadelesi) ve kendisinin de sıradışı serüvenleri (İnebahtı’da yaralanması, Cezayirli koşanlara esir düşmesi, vb) her iki çerçevede göreliliği en çarpıcı anlatmasını sağlamıştır. Bize bu anlamda canlı idrak çerçeveleri sunmaktadır. Yanılsamalar kaçık soylu şövalye Don Kişot’un şahsında şaheser komik, acıklı ve hüzünlü sahnelerin ana konularıdır. Şifre ve gizem çözen ise Soylu Şövalyemizin uşağı Sancho Panza’dır. Don Kişot’un maceralarını saf ve pratik zekasıyla Sancho çözümleyerek romana farklı bir boyut katar. Daha doğrusu kaçık şövalyemizin davranışlarının gerçek ile bağını kurar. Don Kişot’un soylu şövalyeliği ve uşağı Sancho’nun pratik çözümlemeleri bir arada olunca esere bir evrensel nitelik kazandırmıştır. Cervantes bu eseriyle Avrupa'da bir dönemi açılmamak üzere kapatmıştır; şövalyeler dönemi artık bitmiştir. Bundan sonra tarihsel bir kültürün ve anlatının konusu olacaktır şövalyeler ve şövalyelik. Onun yerini Hollandalı Kont Nassi gibi Kuzeydeki Germanik ve İskandinav askeri uzmanlar alacaktır.

Don Kişot'un idrak yoksunluğunun yol actığı olayları hepimiz biliriz. En meşhuru yeldeğirmenlerine karşı cesurca saldırısıdır. Cervantes ne anlattığının bilincinde olarak ayrıntılı bir şekilde bu kahramanlığı anlatır. Ama bu soylu şövalyenin daha tehlikeli maceraları da vardır.

En tehlikeli ve acıklı olanı sevgilisi dünyalar güzeli soylu Dülsine'sini korsanlardan kurtarma macerasıdır. Sancho'nun ifadesiyle azgın nehirde seyreden bir gemiyi korsan gemisi zannedip, içinde de Dülsine’sini esarette düşleyen kahraman soylu şövalyemiz nehrin içine atını sürmüştür. Zırhının ağırlığıyla azgın dalgalar içinde batma riski yaşarken gemideki insanlar onun boğulması ihtimalinden dolayı korkmakta, O ise azgın dalgaların yükselttiği coşkuyla kahramanlığına ram olmuş bir vecd içindedir. Neyse ki insanlar yardıma koşup bu kahraman sövalyeyi (!) nehirden çıkarıp, boğulmaktan kurtarırlar.

Cervantes bu şaheserin yaratılmasında neyi murat etmiştir bilinmez. Ancak, pekala yaşadığı yüzyılın güç ve iktidar geçişlerinde yaşanan trajedileri ve yanılsamaları harika metaforlarla anlatmaktadır. Zaten yaşadığı yüzyıl artık Batı Hıristiyanlığının reformasyonunu tamamlamak üzere olduğu ve rasyonel düşüncenin egemenliğini kurmaya başladığı bir yüzyıldır. Bu yüzyıl artık düşlerin değil hayallerin yüzyılıdır. Bu yüzyıl gelişimin, daha tahripkar silahların yapıldığı, daha ileri bilimsel adımların atıldığı, hatta bütün bunların devlet, siyaset ve uluslararası ilişkilerde yansımalarını bulduğu bir yüzyıldır. Savaşlar, yönetimler, ordular, günlük anlayışlar bütünüyle değişmeye başlamıştır. Dünya dengesinde büyük güç olmak isteyen devletler ve milletler için çağını anlamak geçmişten daha önemli hale gelmiştir.

Çağını anlayamayan ve asrını idrak edemeyen büyük güçler bile siyasi tarihin içinde ancak küçük bir parantez arasında kendilerine yer bulabilmişlerdir. Bu yüzdendir ki Akif gibi sadece akide değil siyasi anlamda da dindar bir insan bile doğrudan Kurandan alınan ilhamı asrın idrakinde söyletme idealini haykırmıştır. Zira modern asrın enstrümanları ve olguları anlaşılmaya icbar etmektedir Müslüman milletleri…

Şu halde karşımızda iki idrak meselesi canlı olarak durmaktadır: Birincisi asrın idraki ikincisi ise bizatihi kendimizin idraki. Kendimizin idraki asrın idraki ile bütünleşiktir. Zira bizim kabiliyetlerimizi ve sınırlarımızı tarife yarayacak öğeler yaşadığımız yüzyılın içinde mevcutturlar. Nitekim Batı da Ortaçağın karanlıklarında uzunca bir süre yaşadıktan sonra kendisinin erişebildiği eski Yunan, Roma ve İslam kaynaklarından beslenerek kendi varlığını yeniden inşa etmiştir. Pagan atalarının Hıristiyanlık karşıtı eserlerinden bilimsel ve düşünsel özgürlüğü çıkarsamıştır. Aynı şekilde Haçlı Seferleriyle boğmaya çalıştığı İslam Dünyasının müktesebatını da bilimsel özgürlüğün doğuşu için kullanma cesaretini göstermiştir.

Artık bugüne geldiğimizde Eski Yunan ve İslam Felsefesindeki itidal ve teenni Batı rasyonalitesinin muhtevası değilse de formudur. Dolayısıyla her olgunun, fikrin, oluşumun ve varlığın rasyonel bir değeri ve yeri vardır. Bu eksiltilemez ve artırılamaz. Nihai kertede geldiğimiz aşama şudur ki; bireylerde olduğu gibi toplumlarda ve devletlerde de kendini bilmek, gücünü mukayese etmek esastır. Bu esas ve itidal noktasının altında ya da üzerinde tercihlerde bulunan, mübalağalı tutumlar sergileyen hele sadece kendisini değil toplumunu ve devletini aynı ifrat ve tefrit çizgisinde yönlendirenlere dikkat etmekte yarar vardır. Kazanılmayacak savaşlara milletini veya ordusunu sevk eden liderler, komutanlar gafletten ziyade ihanet çizgisine yakındırlar. Eğer ihanetlerini açığa çıkartmak istiyorsanız, onların kazanılacak savaşlardan nasıl ve hangi yöntemlerle kendilerine tabi olanları uzaklaştırdıklarını tespit etmeniz yeterlidir. 

Bazen gerçekleştirmek için yeterli güç seviyesine yükselmiş toplulukları erişilmesi imkansız büyük hedeflere sevk ederek afyonlamak da mümkündür.

Tercih teklif kabiliyetiyle doğru orantılı olarak, bireylerin ve toplumların kendilerine aittir. Manayı İnşa Etmek Başka disiplinlerden ödünç aldığımız bu kavramların anlamlarını mecazen idrak etmek asıldır. Burada manayı inşa etmek ile bir söylem geliştirmeyi kast etmiyoruz. Bireyler, toplumlar, devletler, güçler, olgular, vs.yi birleştirerek anlamlı bir bütün inşa etmeyi kast ediyoruz. Nasıl ki müstakil kelimeler belirli bir gramer kuralları bütününe göre dizildiğinde anlamlı bir cümle oluşturuyorsa müstakil güçlerin veya parçaların bir mantık dizgesine göre birleştirilmesiyle de anlamlı bir bütün oluşmaktadır. Manayı inşa etmek derken, farklı ve müstakil güçleri birleştiren ana muharrik ve ana müttefik gücün oluşturduğu yapıyı kast ediyoruz. Bu cümle bir bakıma efradını cami ağyarını mani bir cümle sayılabilir. Bir kere cümlenin bütününden şu anlaşılmaktadır: Her ittifak ya da entegrasyon anlamlı bir bütün oluşturmayabilir. Dolayısıyla bazı birlikte imiş gibi görünen durumlar gerçeği yansıtmayabilir.

Mesela İslam Ülkeleri Birliği ya da Arap Ligi bir ittifak hatta ortak teşkilat intibaı verse de gerçekte güçlü bir anlam ifade etmeyen zayıf bir cümle gibidir. Bu tür birliklerde önce anlamlı ve etkili olup olmadığı sorgulanmalıdır. Ardından, birliğe anlam veren güç hangisi ise ana müttefik güç odur. Eğer birliğin nüfusu yok ise birliği oluşturan ülkelerin müstakil olarak etkilerinin olmadığı söylenebilir. Oscar Wilde’ın dediği gibi “Sorumluluğun hep başkasından beklendiği bir teşkilatın” kendisi teşkilat değildir, oluşturan unsurlar da müstakil güçler değildir, hatta güç de değildir.

Manayı inşa etmek bir anlamda ittifaklara, coğrafyaya, milletlere, ilişkilere, vs anlam ve katma değer sağlamaktadır. Bazı temel güçler ortaya çıktıklarında çevrelerindeki güçler ile birleşerek akıl ve siyasete dayalı toplumlarından daha büyük ve daha  güçlü ittifak yapıları oluştururlar. Bu yaşadığı ve hüküm sürdüğü coğrafyaya anlam kazandırmaktır. Bunu sadece devletler arası değil, başka alanlarda da örneklendirmek mümkündür. Mesela Mekke aristokrasisi zaten ticaret ile geçimlerini sağlamaktaydı. Ancak, “Hılf-ul Fudul” (faziletliler) anlaşması bu ticari hayata bambaşka bir anlam kazandırmıştır. Benzeri bir anlam inşasını meşhur İran Hükümdarı Nuşirevan-ı Adil imparatorluk düzeyinde sağlamış ve kurumsallaştırmıştır (Divan-ı Mezalim). Zaten Doğu ile Batı arasında işlek bir ticaret güzergahı olan İran coğrafyasında ülkesine gelen ticaret kervanları için neredeyse mutlak güvenlik sağlamış, ticari güvenliği ihlal edenleri kendi oğlu bile olsa şiddet ile cezalandırmıştır. Bu düzeyde bir adalet ve güvenlik sistemini bugün İskandinav ülkeleri gibi üç beş çağdaş devlette görebilmekteyiz.

Keza Anadolu Selçuklu Beyliğinin kurucu dehaları Anadolu’yu kervansaraylar ile donatarak dönemin ticaret güzergah ve sistemlerine hayati bir katma değer sağlamışlardır. Elbette ki bu katma değer ilk başta kendilerine büyük çıkarlar sağlamıştır ki, bu da son derece doğaldır.

Coğrafyaya anlam kazandırma meselesini büyük ölçüde “Siyasi Coğrafya” üzerine çalışan Alman jeopolitik uzmanları geliştirmişlerdir. Ancak, ideolojik körlük siyasi körlüğü, siyasi körlük de askeri stratejik körlüğü doğurmuş, siyasi coğrafya müktesebatı heba edilmiştir. Bazı siyasi dehalar ise zamanı (asrı) doğru okuyarak hem kendilerine hem de bölgelerine değer katarlar: Lehistan Kralı III. Jagiellon’un Macar Kralı ve genç bir devlet olan Osmanlı Devleti arasında kurulmasını önerdiği barış ve takip eden  hadiseler buna dair iyi bir örnektir. İmparatorluğun Balkanlar ve Kuzey siyasetinin oluşmasını temin ettiği gibi Lehistan’ın da uzun yüzyıllar boyu özellikle Rusya ile Avrupa devletleri arasında paylaşıldığı yüzyılda dayandığı bir payanda olmuştur.

Modern çağlara geldiğimizde yukarıda zikrettiğim bölgesel örnekler daha da geliştirilmiş, bütün milletler için olmasa da kendi milletleri için Batılı büyük güçler kendi içlerinde bireysel mülkiyet güvencesini küresel planda ise ticaret faaliyetlerini tam koruma ile yapma imkanını sağlamışlardır. Diyebiliriz ki coğrafi keşifler dünyanın bakir sahalarını sömürmek amacı dışında Avrupalı yeni güçlerin küresel ticaret ağları ile dünyayı kendi lehlerine yeniden anlamlandırma çabalarına hizmet etmiştir. Özellikle üretim, ticaret, finansal birikim döngüsünün bütün halkalarını güvenli ve işlevsel kılabilen güç çağının süper gücü olmuştur.

Bu bağlamda ifadeler yanlış anlaşılmamalıdır, maksadımız süper güç güzellemesi yapmak değildir. Süper güç olabilmek için zorunlu kalite kontrol mühendisliği raporunu paylaşmaktır. Burada şunu ifade edelim ki, o zamana kadar dünyada var olan büyük bölgesel güçler (Çin, Hindistan Babür Hanedanlığı, Osmanlı Devleti, vb) kendi bölgeleri için yaptıkları yeni anlam inşasını bütün dünya için gerçekleştirememişlerdir. Bundan dolayıdır ki, refah ve güçleri kendi hakimiyet alanları ile sınırlı kalmıştır. Hatta modern Batının üç ana sütunundan biri olan Roma gücü bile kurumsallaşmada büyük başarı kazanmış ama küresel ağlar kurma bakımından günümüzün küresel güç konsepti dışında kalmıştır. Dünyayı yeniden anlamlandıracak olan ilk öncüler fakir Portekizli denizciler olmuştur. Doğuda Fatihler ve büyük imparatorlar dönemi yaşanırken küçük bir etki alanına sahip Prens Denizci veya Gemici Henry (Henrique o Navegador) (1394- 1460) kendisi hiç denizlere açılmadığı halde zihinsel olarak dünyayı bir küre gibi anlamlandırmayı deneyerek aslında yeni hakimiyet çağını başlatmıştır.

Bu anlamlandırma (manayı inşa) kudreti ve kabiliyeti öyle bir mahiyete sahiptir ki, maddi ve kurumsal güce erişimle sınırlı kalmamış aynı zamanda bilimsel ve düşünce alanlarında devrimsel ve alışılmadık yenilikler doğurmuştur. Bu satırları okuyanın zihninde niçin bu derede bu kavrama bu denli önem atfedilmiştir diye sorular uyarabilir. Ancak, yeni gücün oluşması, var olma mücadelesi, emsallerinden farklı yapılandırılması, kendine özgü bir formasyon yaratabilmesi, sadece güç ve diplomasi alanında değil bilim, düşünce ve sanatta da kendi özgünlüğünü sağlayabilmesi ancak kendi manasını inşa etmeyi düşünmesiyle mümkündür.

Bugünün küresel düzlemde devam eden güç mücadelelerine, büyük güçlerin yarattıkları kendi anlam evrenlerine baktığımızda bir bütünsellik görmekteyiz. İşte bu her gücün inşa ettiği özgün anlam haritasıdır. Dışımızdaki fiziki evren ancak bizim tasavvurumuzda yeni mana inşasına kavuştuğunda değer ve işlev kazanacaktır. Özellikle gücün ve yönetimin tekel haline geldiği günümüzde ortaya çıkan yeni güçlerin bu güç tekeline karşı aynı kabiliyet ve kapsayıcılık içeren yeni bir özgün güç ve özgün anlam inşası gerçekleştirmeleri ile yeni bir dünya mümkün olacaktır. Yeni bir dünya yeni bir anlam evreninin inşası demektir. Bir önceki yazımızın ana konusu olan ittifakların da yeni anlam inşasına muktedir olmalarıyla başarılı olacaklarını düşünüyorum.

Kısmi güç oluşumları sağlayan, kendi içinde ve dışında dengeli ve uyumlu entegrasyon ve bütünlüğü başaramayan nihayet kendime özgü bir mana atlası inşa edemeyen güçlerin zati ve özgün değerlerinin, etkilerinin olmayacağını bilmeliyiz. Bu mana inşası kurumların iç mimarisinin dizaynında ve entegre işlevlerinin icrasında görülebilir. F. Fukuyamanın belirttiği “Dünyaya sunabilecek bir hayat tasavvurunun olması” işte bu kurumsal mimari üzerinde vucut bulur. Böyle bir somut kurumsal mimari ve fonksiyonellik olmadan sadece söz ile inşa edilen söylem düzeyinde bile bir anlam inşası değildir. Kurandan ilham alarak asrın idrakine İslamı söyleyebilen ve kendi manasını inşa edebilen nesillere selam olsun….

Mehmet Ali BAL

Yorumlar6

  • selim 3 hafta önce Şikayet Et
    Günümüze ışık tutan bir yazı olmuş kaleminize sağlık.
    Cevapla
  • DUNYANİN MANASİ 3 hafta önce Şikayet Et
    Dunyanin en ucra kosesinde yasayan bir insan yada vahsi bir hayvan, Gidaya,ise, suya, egitime, guvenlige, sagliga ulasabilirsa Gercek anlam o zaman kazanilacak, kimsede bunu yapmaz,Oldurerek, yok ederek,toplu imhalarla.nufus azaltilmaya ve seckinlestiripmeye calisiliyor
    Cevapla
  • ÇİN 3 hafta önce Şikayet Et
    Devletler arasinda en derin mana ve gizem tasiyan cin merkezli olusumlardir, onlarda vahsi batinin kotu bir kopyasi gibiler, Su an dunyanin hic bir yerinde, mana ureten merkez yok,.Tek Turkiyenin cikislari Dunyaya anlam.katabilir ama bunada turkiyenin maddi maneci gucunyetmez
    Cevapla
  • Mana kazanmak 3 hafta önce Şikayet Et
    Esasinda medeni gozuken hiristiyan alemi insanliga mana kazandirmadi, Demokrasi ici bos bir kandirmacacir, apartman yonetici seciminde bile hile donuyor
    Cevapla
  • Donkisot 3 hafta önce Şikayet Et
    Donkisot aslinda Bipolarlik, manik epizot, pisikoz psikiyatrik hastaliklarinin ilk isimlendirildigu, uygulamali olarak anlatildigi romandir, sanso panza da bu hastalikli kisilerin ailesindeki normal bireydir, Dulsina da Bu hastaliklari tetikleyici unsurdur. Bu da benim roman hakkindaki dunyadaki ilk tespitim olabilir.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat