Hamasette ve Sınamada Savaşlar

  • GİRİŞ17.11.2025 09:08
  • GÜNCELLEME17.11.2025 10:54

Bugün savaşların başka başka veçhelerine dair müzakerelerde bulunalım istedim. İnsanlık tarihinin bütün iklimlerini, bütün acılarını, övgülerini, zaferlerini, mezelletlerini olduğu kadar şan ve şereflerini, varoluş ile zamanın derinliklerinde yokoluşu, vb birçok farklı ve birbiriyle çelişik durumu içeren savaşlar her şeyin zirvesini gördüğü istisnai ve olağanüstü olaylardır.

Böylesi istisnai ve olağanüstü bir olayın elbette ki, hamaset ve sınama süreci olarak adlandıracağımız dönemlerinde algılanması, anlatılması, analiz edilmesi gerekir. Çünkü savaş her dönemde farklı bir anlam ve mahiyet kazanır. Buna tarihi yeniden inşa etme, mühendislik projesine dönüştürme meselesini ilave edersek savaşın gerçek mahiyeti ile ideolojik ve araçsal mahiyetinin birbirinden tamamen farklılaştığını görürüz. Şimdi bu farklılaşma ve her iki olgunun gerçeklikleri üzerinde duralım. Burada gerçeğin doğru anlaşılmasının ne kadar önemli olduğunu ifade etmeye gerek yoktur diye düşünüyorum.

Zira özellikle savaş konusunda at nalı kadar bir ihmalin koca bir orduyu mağlubiyete götüreceğini şu söz ne güzel anlatmaktadır: "Bir mıh (çivi) bir nal kurtarır; bir nal bir at kurtarır; bir at bir er kurtarır; bir er bir cenk kurtarır; bir cenk bir vatan kurtarır". Cengiz Han’a atfedilen versiyonunda söz “sakın bir çiviyi küçümseme…” ile başlamaktadır. Ekşi Sözlük yazarı bu tekerlemeye benzettiği sözü Dretnot çağıyla ilgili olarak duyduğunu ifade etmiştir. Bilindiği üzere Dretnot dönemin İngiliz savunma sanayiinin harikası zırhlı savaş gemisidir. Modern sanayinin timsalidir. “Çivi”nin yerinde “cıvaya” atıf vardır. Dretnot gibi bir savaş makinesinin bir civatası eksik olursa batar. Bu söz hamasetin yerini alan modern bir anlayışın ürünüdür; bu haliyle günümüzdeki kalite kontrol mühendisliğinin aşamalarına ne kadar da benzemektedir.

Savaş ve Barışın Bir Arada Oluşu

Barış dönemlerinin zaman olarak uzun sürmesi bizleri yanıltmasın, tarihin kesin ve radikal dönüşümleri savaşlar neticesi olur. Bu dönüşümler öylesine esaslı, kapsamlı ve nüfuz edicidirler ki, savaşın izini barış zamanlarında da görürüz. Savaşların bu belirleyici niteliğinden olsa gerek, “Barış zamanları bir sonraki savaşa hazırlık dönemleridir” denilmiştir.

İnsan ve millet hayatında hangisinin hangisinin daha etkili ve uzun sonuçlar doğurduğu, savaş ve barışı ayrı ayrı kategori olarak kabul edilip tartışılmıştır. Ancak, gerçek şudur ki, insan doğasının güvenlik ihtiyacı gibi saldırganlık dürtüsünün içsel bir genetik algoritmasının bir parçası olmalarından dolayı bu iki olguyu birbirinden ayırt etmek bazen mümkün değildir.

Sadece bünyenin aşırı ateşlenmesi, veya iltihaplanması gibi belli dönemlerde devletler arasında gerilimler, öldürücü rekabetler ve yok etme stratejileri zirveye çıkar. O zaman savaşın tanımını yapmak daha da kolaylaşır.

Sadece bilge hükümdarlar ve komutanlar barışın milletleri uyuşturacak derecede yaygınlaştığı, günlük çıkar güdülerinin iç boğuşmalara neden zamanlarda savaşın izini sürerler, işaretlerini yakalamaya çalışırlar, ve tabi ki ilk başlarda birçoklarına garip gelecek şekilde savaşa hazırlanırlar.

“Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salah” şiiri böylesi büyük devlet adamlarını tanımamıza yarayacak işaretleri içermektedir. “Si vis pacem para bellum” Latin deyişi aynı çerçevededir. Aslında bu biraz daha yaygın bilinen bir kullanımdır. Bir Fransız tarihçi Napolyon’un bu sözü tersine çevireceğini ifade etmiştir: “Si vis bellum parapacem”, savaş istiyorsan barışa hazırlan. Bu da tarihin garip saldırgan dahilerinden birinin zihinsel arkaplanı işte. Bu aynı zamanda Napolyon’un dış politikasının ifadesiydi der tarihçi…

Yeri gelmişken bu Latin maksiminin türevleri üzerinde kısaca duralım. Mesela Amerika’nın güçlü ve zamanının ilerisinde devlet olduğu, ekonomisi ve yumuşak gücüyle (Joseph Nye’dan çok önce) küresel siyasette de bir güç mimarisi oluşturduğu dönemde 1907 tarihindeki Barış Kongresinde “Si vis pacem para pactum. ”Yani “barışı istiyorsanız barışı korumayı kabul edin!” tebliği yapılır. Zira henüz dünyanın eski yarısında Amerika’nın kaydettiği ilerleme bilinmese de yeni dünyada yepyeni bir güç doğmuştur. İcatlar yüzyılını başarılarla doldurmuştur. Dünyanın henüz birçok bölgesinde aydınlatma geleneksel yollarla yapılırken, 1876’da New York’un iki semti elektrik ile aydınlatılmaya başlanmıştır.

Bu aslında icatların yarattığı dünyanın aydınlatılmasıydı. Bu dünya okyanus ötesindeki eski dünyalar için (Avrupa, Rusya ve Çin) henüz karanlık değilse bile gölgeli idi. İşte bu bağlamda, barışı korumak ile yükseliyordu Amerikan gücü. O dönemde sanayi devrimini gecikerek ama büyük başarıyla tamamlamış Almanya için “Savaş politikanın bir devamı, politikanın aracı, hatta ta kendisiydi”. Clausewitz “Düşmanın iradesine boyun eğdirmeden, düşmanın topyekun imhasından söz ediyordu”. Düşmanın iradesine boyun eğdirme 2. Dünya Savaşında Almanya ve Japonya’nın Yıldırım Harbi stratejisinin bir ayağı olacaktı. Yani kaynakları yetersiz olsa da kısa sürede insan, hammadde zengini olan ülkeler ile diğer gelişmiş ülkeleri kendi lehlerine bir barış anlaşmasına mecbur etmeyi hedetlemekteydiler. Tabi ki bu stratejinin başı düşmanları, sonu ise kendileri için büyük katliamlar, acılar doğuracaktı.

Çünkü büyük katliamların zirveye çıktığı dönemde “Si vis pacem fac bellum!” “Barış istiyorsanız, savaş açın!” fikri taraftar kazanacaktı. Nitekim barışın normal yollarla kazanılmayacağı düşüncesiyle olağan dışı bir savaşa ve imhaya tutulacaktı iki taraf da. Barış için barışa hazırlanmak, barış için barışı inşa etmek “Si vis pacem para pacem” kısa süreli belle époque (güzel çağ, barış çağı 1871-1914) ve diğer kısa süreli dönemlere ya da bazı aydınlara münhasır kalacaktır. Buna rağmen, bu son maksim ve perspektif de diğerleri kadar esaslı bir prensibi işaretliyor, benim de üzerinde durmak gerekliliğini düşündüğüm bir maksim. Böylesi bir tasvire uyan dönemler ve şanslı güçler tarihte az görülüyor. Bunlardan da çoğu böylesi bir altın fırsatı ellerinin tersiyle itiyorlar. Ne yazık ki, bu şanssız gruba bizim de dahil olduğumuzu görmek mümkündür. Türkiye 1990’lardan itibaren Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan’ları kapsayan kritik coğrafyada barış inşa eden, barış beklentisi oluşturan bir güç iken kendi iradesi ve hatalı tercihleriyle kısa bir süre savaş yapan (fac bellum) bir güce dönüşmüş, savaş ekonomisini karşılayamadığı gibi büyük ve orta ölçekli bölgesel rakipleri karşısında opsiyonlarını kaybetmiş, güçten düşmüştür. Tekrar başa dönersek uzun bir “para bellum” dönemine mecbur olmuştur.

Savaşın barış dönemine gömülü olduğu, zıt ikizlerin birlikte yaşadığı zamanlar her ikisinde de başarıya ulaşmanın anahtarlarını içermektedir. Şaşırtıcı bir şekilde iki dönem aralığı bir diğerinin hazırlığını, kökenlerini, gerekçelerini, sebeplerini, vs hazırlamaktadır. O yüzden savaşın öncesini yani barış zamanını savaşa hazırlık durumunu yükseltme olarak tanımlıyoruz. Savaşın bizatihi bütün süreçleri tesiri altına almasını, kendi hükmünü icra etmesini ise savaş hali olarak belirliyoruz.

Hamasette Savaş ve Sınamada Savaş

Hamasi idrak ve tasvirde savaşın gerçek savaştan farkı bazı noktalarda yoğunlaşmaktadır:Hamasi idrak ve tasvirde savaş, karşılığında büyük ödüller ve kahramanlıklar yaratacak bir olaydır. Henüz gerçeği ile tanışmayan hamaset kahramanları kendilerini dev aynasında gösterdikleri gibi hitap ettikleri kitleleri de aynı aynanın içine sokmayı başarırlar. Onlara göre büyük fetihler doğuracak savaşlar kolayca kazanılacak, kısa sürede ganimet dönemine geçilecektir.

Gerçek savaşta yani gerçek sınama aşamasında ise savaşla ilgili büyük ödül ve kahramanlıklardan ziyade büyük hazırlıklar, akılcı stratejiler üzerinde yoğunlaşılır. Savaşın aktörleri kendilerini dev aynasında değil sorumluluk ve komuta bilincinin yoğunlaştığı idrak seviyesinde görürler. Kitleleri dev aynasına sokmada değil, gerçek dev olmalarını sağlayacak bir maddi savaş araçları üretimi, kullanımı ve organizasyonel yeteneklerinin geliştirilmesinde başarılı olmada teşvik edici olurlar, yönlendirirler. Savaşın sonucuna dair mümkün olduğu ölçüde itidalli senaryolar üzerinde dururlar. Savaşın olduğu kadar savaş sonrasının da yönetilmesi gereken önemli bir süreç olduğunun bilincindedirler…

Hamasette savaş kutsal bildirgeler (Haçlı seferlerinde Papa ve papazların rolü) ve kutsal ilanlar (Cihad-ı mukaddese), çoğunluğu hayale dayalı fetih rüyaları, semboller, orduları bekleyen fethedilen ülkelerin insanları, düşman ordularındaki korkular, yetersizlikler, vs geniş yer bulur doğal olarak.

Gerçek savaş algısında ise bildirgeleri, ortak stratejileri büyük kitlelerin idrak etmesi ve benimsemesi sonrasında yüksek bir organizasyonel yapıda yönlendirilmeleri, mukaddes duyguların enjekte edilmesi kadar iyi silahlar ve teçhizatla donatılmaları, rakip ya da düşman tarafların gerçekçi analizleri, ordu harekatı ya da devlet faaliyetlerinin sahasındaki toplulukların kazanılması için sağlıklı ilişki biçimlerinin geliştirilmesi gibi konular ön plandadır.

Günümüzde savaşın hamaset ve sınama düzeyinde kolay idrak edilememesinin bir nedeni eskisinden farklı olarak küçük bir zaman aralığında cereyan etmemesi adeta uzun süreçler silsilesi şeklinde cereyan etmesidir. Bu bir anlamda zaferi de mağlubiyeti de belirli bir zamandan sonra belirgin olarak görmememize neden olmaktadır. Böyle olunca savaşın sonucunu. kesinliğe yakın bir gerçeklik kazanacağı ana kadar toplumun ve ordunun savaş sonucunu kolay idraki zorlaşmaktadır. İşte savaş kesinleşene kadar savaşla ilgili hamaset daha ön planda olmaktadır. Özellikle birinci sınıf savaş aktörü olmayan ülkelerde bu yoğun propaganda daha etkili olmaktadır. Benzeri bir propaganda etkisi birinci sınıf savaş yapan devletlerde de son derece güçlüdür. Ancak, bu ülkelerin diğerlerinden farkı, savaşı teknik olarak yürüten sınıfların gerçekçi, planlı, stratejik davranış yeteneğine sahip olmalarıdır.

Zaten savaşı kazanan da bu teknik askeri sınıfların vizyon, yetenek, eğitim, disiplin ve rakiplerine göre lojistik, silah sistemleri ve organizasyonel yetenekleridir. Günümüz ordularının gelişmiş silah platformları ve silah sistemleri kullanmaları bazı sınıfların önemini artırmıştır. Mesela geçmişte muharip sınıflar daha önemli iken günümüzde bakım teknisyenleri, mühendisleri gibi görece arka planda yer alan yardımcı teknik sınıflar ve lojistik sistemi önem kazanmıştır. Çin’in geçtiğimiz günlerde açıkladığı 15. Beş Yıllık Kalkınma Planı üretim güçlerinin (İnsan ve robotlar olarak) daha nitelikli hale getirilmelerini hedefler arasında saymıştır. Nitelikli üretim güçleri üzerinde bizim de düşünmemiz gerekmektedir. Zira her geçen gün orduların da otonom veya insana bağımlı teknolojik platform ve araçları artmaktadır. Bu sistemin sağlıklı ve etkili çalışması nitelikli üretim ve bakım güçlerinin eğitilmesi, geliştirilmesi ve korunmasıyla mümkün olacaktır.

Hamasette savaş yoğun ve yüksek söylem gücü ile desteklenir. Ancak, savaş bilinci eksiktir. Savaş sınamasında ise söylem gücü yerini liderlik ve etkili organizasyonel tutuma ve savaş bilincine bırakmaktadır. Bugün yaşadığımız bir handikap üzerinden bu konuyu yorumlamak istiyorum. Bir süredir yoğun bir şekilde topluma enjekte ettiğimiz hamasi söylemler savaş algısı, heyecanı, zafer beklentisi, vb oluşturmuştur. Ancak, bu bir savaş disiplini yaratmamıştır, çünkü savaş bilinci yaratmamıştır. Dolayısıyla sınamayla karşılaşıldığında bazı sorunlar ve yetersizlikler ortaya çıkmaktadır. Bunlar zaman zaman basına da yansıyan üzücü kayıplarla görünürlük kazanmaktadırlar.

Savaş bilincinin yetersizliği rakip aktörleri ve onların karşısında bizi tanımlamakta da sorunlar yaratmaktadır. Bu konularda askeri mühendislik keskinliğiyle rakiplerimizi ve ikincil üçüncül derecede taşeronlarını tanımlamamız elzemdir. Tabii sadece tanımlamak değil, tanımlamaya göre doğrudan düşmanı etkileyecek darbeler indirmek önemlidir. Sahada gördüğümüz gerçek şudur ki, rakip veya düşmanlarımızın ya bizzat kendileri ama çoğunlukla taşeronları bizatihi askeri birliklerimize saldırmakta ve büyük zayiat ve zararlar verdirmektedirler. Bizim bunlara karşı cevabımız rakiplerimizin taşeronlarına karşı baskıyı artırmak şeklinde olmaktadır. Halbuki bizim de doğrudan rakiplerimize darbe vurmamız gerekmektedir uygun zaman ve şartlarda.

Hamaset ve sınama denkleminde en temel husus savaş bilinci gibi strateji bilincinin de uyanmış olmasıdır. Basit ve çarpıcı örneklerle açıklamakta yarar görüyorum. Savaşın ittifak hamaseti yaparken küçüklüğümde o zaman Sovyetler Birliği egemenliği altında olan Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini de ciddi müttefikimiz olarak görürdüm. Gerçi biraz büyüdüğümde Osmanlı Devleti ve Cumhuriyet döneminde içine girdiğimiz büyük savaşlarda bu müttefiklerimizin çoğunun yanımızda olamadığını/ olmadığını fark etmiş, çocukluğumun aklına kızmıştım. Halbuki çok sonradan da göreceğim gibi benim çocukluk idrakimi taşıyan hayli profesyonel entelektüel ve büyük makam sahipleri vardı. Bunun adını koymak gerekirse hamaset ittifakı demek uygun olacaktır. Sovyetler dağılırken Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde malum hamasi ittifak gerçekleşiyor yanılgısına kapılmıştım. Halbuki bu konuda ne yazık ki, devlet içi bir ittifak olmadığı gibi bize özgü bir siyasi, ekonomik ve sosyal projemiz de yoktu. Nitekim dağınık yapılan işler ve devlet faaliyetleri kendi içimizde bile birliktelik sağlanmadığı, esaslı bir Kafkasya Orta Asya siyaseti olmadığı için bu devletler unutuldu gitti. ilk zamanlar bu devletlerden büyük heyecan ve beklentilerle gelen öğrenciler, işadamları ve benzeri dinamik kesimler umduklarını tam bulamadılar, hatta hayal kırıklığı yaşayanlar da oldu. Bizden bu Cumhuriyetlere giden bazı olumsuz kişilerin tutumları da karşı tarafta belli hayal kırıklıkları yaşattı. Bugün de muzdarip olduğumuz kendi içimizde birbirimizle savaşma kronik hastalığımız nüksettikçe dış dünyadaki diğer ilgili alanlar gibi Orta Asya da gündemimizden çıktı gitti. Bugün şunu söylemek mümkün “Bu konu bizim hamaset çerçevesinde ele aldığımız, ele alırken de savaş bilincini ve strateji nosyonunu ihmal ettiğimiz, bundan dolayı önemli sonuçlarını göremediğimiz, fırsatları elimizden kaçırdığımız bir konu olarak tarihe gömüldü. Ancak bunun tersi bir örnek verirsek. Savaş bilinci ve sınama bilinci ile hareket eden bir başka güç daha vardı: İsrail. Sovyetler dağılırken bizimle birlikte İsrail de Türk Devletleri coğrafyasına girdi.

Ama, İsrail’in girişi nispeten tedrici, gösterişsiz, ideolojik tonu soluk, hamaset tadı hiç olmayan bir mahiyette idi. Tarım reformu, teknolojik tarım eğitim desteğinden silah ihracatına ve bazı teknolojik bilgilerin transferine kadar birçok konuda işbirliği çalışmalarını uzun süreli projelere dönüştürdü. İşbirliği alanlarını genişletti. İşte bu stratejik bilincin, savaş bilincinin somut göstergesiydi. Bugün geldiğimiz noktada Kazakistan Abraham Anlaşmalarına katılacağını deklare etmiştir. Azerbaycan her geçen gün daha da değerlenen bir İsrail müttefikidir. Özbekistan’da tarım reformu ekipleri (!) gayet iyi çalışmaktadır. Savaş ve strateji bilinci ciddiyet ve uzun vadeli bir sabır gerektirir. Ve her proje vadesi geldiğinde meyve verir. Mesela T. Barrack’ın “Hazar Denizinden İsrail’e kadar bir ticaret entegrasyonu olacağına” dair beyanatından önce en azından Sovyetlerin dağılmasından itibaren başlayan İsrail’in ve müttefiklerinin ısrarlı faaliyetlerini görmemiz gerekir. Bunun da ötesinde Mezopotamya kökenli, Azra’nın (biz müslümanlar Üzeyir diyoruz) tefsiri ve formasyonuyla yaşatılan İbrani kültürün Mezopotamya’dan Sivas’a kadar etkisini gösterdiği tespitini ciddiye almamız gerekir. Keza Amerika merkezli akademide yayınlanan Kafkasya tarih ve kültürüne ait yayınların 90‘lı yıllarda arttığını da belirtmek gerekir. Şimdi işte bu kültürel, tarihsel ve ticari birikimin üzerine siyasi proje oturtulmaktadır. Bu projenin uzun vadede askeri projeye dönüşme imkanı hayli hayli mevcuttur. Vakıa Azerbaycan ile İsrail arasında güçlü bir askeri işbirliği bulunmaktadır.

Korkarım bu proje İsrail için yüzyılın projesidir, karşısında duran güçlere karşı İsrail’in kontrol panelini oluşturduğu ABD ve İngiltere’den oluşan küresel sistem her tür önleyici faaliyeti yapacaktır.

Yukarıda sunduğum çerçevenin Ortadoğu Türkiye ve Balkanlar Türkiye bağlamında da geçerli olduğunu, sadece aktörlerin değiştiğini söylemem yeterli olacaktır: Ortadoğu’da ABD İsrail’e kokpitte yer vererek tamamen ipleri eline almış, Balkanlar’da ise Avrupa Birliği üzerinden inisiyatifi ele geçirmiştir. Şimdi ise yine İsrail başta olmak üzere yerel aktörleri de kullanarak Kafkasya ve Orta Asya'ya doğru etkisini genişletmektedir. Görüldüğü üzere bu büyük politika uygulanırken ne ABD ve İngiltere ne de İsrail cenahından hamasi söylemler duymaktayız. Devlet aklıyla tasarlanan mücadele, rekabet ve savaş ana siyaseti son derece soğukkanlı bir şekilde uygulanmaktadır. Bu uygulama esnasında gerektiğinde kaba güç (hard power) gerektiğinde yumuşak güç (soft power) kullanılmaktadır. Askeri güç ve savunma sanayii hamleleri ise karşı tarafı caydıracak silah platformları ve silah sistemleri üretimi şeklinde icra edilmektedir. Daha önceki yazılarımızda değindiğimiz gibi artık savaş yapmadan kazanan tarafı belirleyecek bir teknolojik gelişme çağında yaşamaktayız.

Teknolojik üstünlüğün objektif değerini ve gücünü her güç kabul etmektedir. Kabul etmeyenler ise milletlerine büyük acılar yaşatarak ya tarihin çöplüğüne gitmişlerdir ya da gitmek üzeredirler. Hamaset milletlerin karakteriyle ilgilidir. Dolayısıyla hamaset dediğimizde bizatihi içerideki topluma yönelik bir olgu hatıra gelmektedir. Dolayısıyla aşırı hamaset yüklemesi bir toplumu kendisini dev aynasında gösterse de sınır dışı bir operasyonda, bir dış güç ile savaşta asıl sınama yaşanmaktadır. Hamasetin gücü düşmanın zırhını parçalayamaz, ama Dretnotun her bir cıvatasını sağlam sabitleyen bir mühendis hamasi söylemin en büyüğünü ifade etmektedir. Devasa harp platformlarının metal sağlamlığı, mühendislik dizaynı ve fonksiyonel kapasitesi hamasetin en gerçekçi dilidir, bunun ötesi laf ü güzaftan ibarettir.

Peki savaşın hamaset dilini hiç mi kullanmayalım diye bir itiraz gelebilir. Elbette hamaset ve benzeri araçlar milletin ya da askerin moral motivasyonunu yükseltmek için kullanılmalıdır. Ancak, hamaset ve sınamanın bir altın oran denkleminde tasarlanması gerekir. Değilse bu konular geçmişte İslam alimleri tarafından olanca inceliğiyle tartışılmıştır. Mesela Gazali İhya’sında “Şahin” isimli enstrümanın savaş zamanlarında çalınmasına insanların kalplerini yumuşattığı için mekruh demiştir. Ancak, savaş donanımı, askeri disiplin ve eğitimi, savaş hazırlığı gibi konularda hazırlık yapılması için toplum liderlerine büyük sorumluluklar yüklemişlerdir.Hamaset yoğunluğunun topluma verdiği büyük zararlardan bir tanesi de gerçek sınama için neler yapılması gerektiğinin ihmaline neden olmasıdır. Şu ana söylemi ele alalım, “Devletçe yedi düvele karşı büyük zaferler kazandık” , bu sözün hakikati olsa bile usulünün farklı olduğunu düşünüyorum. Mesela Fatih döneminde devlet üçü (3) imparatorluk olmak üzere yirmi (20) civarında devletle savaşmıştır. Ancak, savaşta öncelikler belirleme, bu doğrultuda diplomasi ve istihbarat faaliyetleri yürütme, etkili harp sistemleri üretme, etkili bir organizasyonel kapasite oluşturma gibi birçok konuda mükemmel icra dikkati çekmektedir. Kaldı ki günümüzde artık ABD gibi büyük güçler bile 70’li yıllara kadar kabul ettiği 2,5 savaş teorisini bile revize etmiştir. Yani iki büyük devlet ve bir küçük devletle aynı anda savaşı kazanmaya yönelik bir askeri doktrine sahipken bunu bugün bir devlet devlet ile savaşmaya indirgemiştir. Nitekim Çin’e karşı savaşta Rusya’yı savaştan uzak tutmak için bazı tavizleri vermektedir. Yüksek teknolojiye dayalı silahlarıyla bir kontrol sistemi oluşturmaya çalışırken, dünyanın muhtelif bölgelerindeki güçler arası çelişkileri derinleştirerek onları birbirlerine karşı savaşmaya yönlendirmektedir. Gerçek böyle iken üçüncü dünyanın bir çok geri kalmış ya da çok daha az savaş gücüne sahip ülkesinin toplumları aynı anda bütün dünya devlerine karşı mücadele verebildiklerine inanmakta veya inandırılmaktadırlar.

Bu iki kavram üzerine bu kadar uzun uzun durmaya ne gerek vardı diye düşünenler olabilir. Bugün küresel güç dengelerindeki kaymalar ve gerilimler her an ve neredeyse her bölgede bir gerilime ve savaşa dönüşebilecek mahiyet kazanmışlardır. Ne yazık ki ülkemiz de bazı nedenlerle bu gerilimlerin bileşkesi pozisyonlarda bulunmaktadır. Savaşın bilincinde olmak sınamayı aşmak için ilk gerekliliktir. Bu bilinç sayesinde kendimizi, bölgesel güç denklemini, küresel rekabetin ana aktörlerinin davranışlarını tanımlama imkanımız olacaktır. Ayrıca, yine bu bilinç gerçek bir sınama için sahip olduğumuz savaş imkanlarını gerçekçi değerlendirmeye vesile olacaktır. Dilerim bir an önce stratejik miyopiden kurtulur, akut duruma gelmiş kronik eksikliklerimizi tamamlar, gerçek bir sınama için savaşa hazırlık durumumuzu gözden geçirir, özellikle bunu hususlarda ikaz sinyali sayılabilecek olayları isabetle değerlendirebiliriz

Not: C130 Nakliye uçağımızın kırıma uğraması sonucu şehit olan seçkin ve yerleri kolay doldurulamayacak askerlerimizin şehit oluşu hepimizin içini yaktı. Bundan dolayı yaşadığım acıyı, hüznü ifade edemem. Allah’tan bu kahraman evlatlarımıza rahmet ve kederli ailelerine başsağlığı diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun. 

Mehmet Ali BAL

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat