Bundan sonra ne yapmalı?

  • GİRİŞ05.11.2015 11:01
  • GÜNCELLEME06.11.2015 07:47

Türkiye’de siyasetin ve siyasetçinin hala seçim sonuçlarına saygı duyuyor olması büyük bir nimet! Demokrasinin güzel tarafı bu olmalı!

Politikacıların, milletin iradesine saygı duyar hale gelmiş olmaları, cidden cumhuriyet namına çekilmiş tüm acıları helal kıldıracak niteliktedir! Zira doğu toplumları bu tür şeylere alışık değillerdir. Millet iradesine saygı geleneği yoktur. Bunun yerine “hikmetinden sual olunmayan” idarecilere bağlılık esastır…

İslam, Magna Carta’dan 600 yıl önce “hulefai raşidin” dönemiyle farklı bir pencere açtı insanlığın yönetim tarihinde… Gerçi, yazılı dönem öncesindeki Türk hakanlarının seçimi geleneğinde de toplumun tasvibi söz konusu idi ama hakanın seçileceği kaynak aynı aile olduğu için onu saymıyorum… Türkler, hakan seçildikten sonra hadiselere ve tabiat olaylarına bakarak, seçilen kişinin kademli olup olmadığına karar verirlerdi. Eğer bir hakan seçildikten sonra tabiat şartları kötüleşirse, derlerdi ki “bu hakan uğurlu değildir”, onu değiştirirler yerine kardeşi veya bir başka akrabasını geçirirlerdi…

İlk defa, seçime dayanarak -elitlerin seçimi de olsa- birinin devlet idaresine getirilmesi Hz. Ömer (ra) ile başladı.

Hz. Ebubekir’in (ra) hilafeti biraz oldubittiye geldiği için -tabii ki liyakati vardı- onu saymadım. İlk seçimle devlet başkanı olan, İslam tarihinde, Hz. Ömer’dir. Hz. Ömer o zamana göre hakikaten “ileri”  sayılabilecek bir yöntemle halife oldu. Toplumun zaten taraftarları bulunan ve doğal yollardan aileleri adına fikir beyan edebilecek olgunluğa gelmiş insanlardan bir heyet oluşturuldu ve bunlar kendi aralarındaki bir seçimle Hz. Ömer’i halife yaptılar.

Hz. Osman ve Ali (ra) de aynı yöntemle seçildiler. Ne var ki Sıffin Savaşı sonrasında yaşanan ‘Hakem Olayı’ -hilesi demek lazım- ile iktidarı ele geçiren Muaviye, bu geleneği bozarak oğlu Yezid'i tahta geçirip yönetimde yeniden zulüm ve istibdat kapısını araladı. Liyakat esasına dayalı seçimle iş başına gelme geleneğinin zembereği koptu. Yezit, yaptıklarıyla babasının bu siyasi hatalarına rahmet okuttu...

O tarihten sonra da İslam dünyasında devlet kuran hiçbir güç odağı, veliahtların liyakat esası üzerine seçilmesi geleneğini ihya etmeyi istemedi. Yönetim babadan oğula geçen, içinde türlü istibdat ve baskıları da barındıran; Kuran Medeniyetini inkişaftan, İslam coğrafyasını bilim üretmekten, insanlarımızı hayatı sevmekten alıkoyan, Müslümanları orta çağda bırakan krallık ve padişahlık İslami yönetim sanıldı. Bu anlayışı meşru ve biricik kılmak için de “ululemre itaat farzdır” geleneği temcit pilavı gibi sürekli halkların önüne sürüldü. Ve tabii her bir iktidar sahibinde biraz yezitlik de var olageldiği halde… ululemre farz olduğu sık sık vurgulandı ama ona karşı nehyi anilmünker icra edilemedi..

Yüzüklerin Efendisinde o hastalığa “ejderha hastalığı” adı veriliyor. İktidar ve güç zehirlenmesi de diyebileceğimiz bu hastalık, iktidar sahiplerinin basiret mekanizmasını örttü. İstibdat padişahlığın gereği oldu. Onu denetlemek, adaletli olmasını sağlamak mümkün olmadı. Yapılabilen tek şey, zaman zaman ortaya çıkan yürekli âlimlerin, padişah efendilerimize(!) adil olmaları için yaptıkları nasihat çağrısıydı. Onların da, çoğu kere, kıymet-i harbiyesi olmazdı.

Zaman zaman, Kur’an gibi muhkem ve muhteşem bir ilahi armağanın, neden hala insanlığın dörtte birine bile ulaşmamış olmasından yakınıyoruz ya, en baş sebebi İslam dünyasında sergilenen, Kur’anî olmayan, zulme dayanan yönetim ve yöntemlerdir. Bu hususta kusurun sekizde beşi bizimdir.

Eğer kuran medeniyeti yeniden kurulacak ve yükseltilecekse, -ki beşer adalete ve birey öncelikli bir düzene ekmekten sudan daha ziyade muhtaç hale gelmiştir- önce yönetim şekillerinin değiştirilmesiyle başlanması gerekir. Bugün rejimlerin adanın cumhuriyet olması, yöneticilerin seçimle işbaşına geliyor olması, onların adil kılmaya, insanların selamet ve saadetini sağlamaya hizmet etmiyor.

Başta Türkiye olmak üzere, hiçbir İslam ülkesinin rejimi, içinde mutlu yaşanılabilir bir dünya var etmeye yetmiyor. Mevcut yapılar ortadan kalkmadan, asırların kültürel zehirleri ve atıklarıyla adeta tanınmaz hale gelmiş “Kur’an ve İslam anlayışı” çağın yeni anlayışlarına göre restore edilmeden ne bu bataklıktan kurtulabiliriz, ne de yeni bir dünyanın inşasında görev alabiliriz. Ortadoğu’nun yeniden inşası da dâhil! 

Önce bireyi ve anlayışını, sonra siyaset ediş tarzını, sonra artık doğru yaklaşımlar sergilemeye mani olan kadim kurumları -sosyal olsun dini olsun- gözden geçirmek gerekiyor.

Bireyde ve toplumda derin ve etkileyici bir zihin değişikliğine gitmek zorundayız. Bin senedir tekrar edip durduğumuz ve artık yanlış kullanıla kullanıla manasını kaybetmiş kavram, kurum ve anlayışlar kapı dışarı edilmeli ve sonra her biri, uzuuuun zamandır kullanılan meydan kilimleri gibi iyice silkelendikten sonra gerek görülürse içeri alınmalı veya tamamen çöpe atılmalıdır…

Mevcut yapı ile var ettiğimiz insanımız, üzerine medeniyet inşa edilebilecek kalibrede değil. Bakın, ne demokratımız demokrattır, ne bilginimiz âlimdir, ne yöneticimiz liyakat sahibidir… Makam, mevki ve mansıpları işgal edenler, toplumu yönetmek üzere iş başına gelenler –velev ki bu bir okul müdürü olsun- ekseriyetle, layık oldukları için değil, aksine bir tür saklı istibdat olan “hâkim görüşün her şeyi belirleyen tensibiyle” orada bulunmaktadırlar. O makamı ihraz etmek için gerekli donanıma sahip değiller… Doğal ve adil bir müsabaka ile oralara gelmiş değiller…

Dünyanın gidişatını bilen, insanlığın ne yöne aktığını göre, geleneği ıskalamadan toplumu ona göre hazırlayıp yönlendirecek kafalardan maalesef hala mahrumuz… -Bir takım köprülerin, barajların inşa ediliyor olması kafalarımızın da değişiyor olduğunu göstermez- Çünkü o tür insanları inşa edecek, üretecek ne eğitim kurumlarımız var ne de o tür eğitim kurumlarını var edecek çağdaş bir dünya görüşümüz! Çağdaşlıktan muradım, ‘akranlık’tır, vaktin evladı olmaktır; sükeler bir küstahlık olan çağdaşlık değil!  Yani dünyanın geldiği şu merhaleye uygun davranış ve tedbir almayı bilecek kafalarımız ve o kafaları üretip besleyecek maarif kurumlarımız yok!

Esasen böyle bir derdimiz de olmamış İslam tarihi boyunca. Örgün ve yaygın bir eğitim öğretim hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir. Bilime belli bir safhadan sonra değer de verilmemiş. Bir tek Abbasi ve Endülüs dönemlerinde ciddi bir bilimsel çalışma faaliyeti gözlemleniyor. Ondan sonraki dönemlerde eşyayı incelemek, bilim üretmek ve onu hayatın emirine sunmak faaliyeti tamamen durmuş. Bir tek basit bir şekilde halkın ibadetlerini yapabileceği kadar Kur’an ve İlmihal dersleri verilmesi yeterli görülmüş asırlarca. Osmanlı dahil, devlet, ancak devleti idare edebilecek kadar insan yetiştirmekle yetinmiş.

Oysa Kur’an’ın “ikra’!” emri umumidir. Bilim yapmak herkese farz değildir ama hiçbir zaman da ona yeterli değer verilmemiştir... Dolayısıyla Kur’an’ın ön gördüğü o medeniyet-i fazılayı, insaniyet-i kübra olan İslam’ı inşa etmek, tüm insanlığın ilgisini çekecek cazibe merkezleri ve var etmek mümkün olmamış.

Peki, bundan sonra yapılabilir mi?

Evet, bundan sonra yapılabilir ve yapılmalıdır. Kur’an’a karşı sergilediğimiz utançlı halden artık kurtulmak için imkân var. Hem de Bediuzzaman’a bakılırsa o cennetasa diye tavsif edilmiş adil bir dünyanın inşası biz Müslümanlara müyesser olacak! Kuranının hakikatlerini kabule maniler bir bir ortadan kalkıyor. Genel anlamda dünyada bireylerin hakikati araştırmaları ve arzuladıkları gibi yaşama iradeleri yaygınlaşıyor. Bugün bilgi artmış, bilgiye ulaşma vasıtaları çoğalmıştır. Dünyanın hemen hemen hiçbir yerinde bireylerin kendi arzularıyla bir dini seçmelerine ve araştırmalarına mani kalmamıştır. En son ve bozulmamış tek ilahi mesaj olan Kuran’a duyulan ihtiyacın önündeki tek mani, İslam toplumlarının keşmekeşlik içindeki çatışmaları, cehaletleri ve pespayelikleridir!

Tüm insanların kıtalar halinde Kur’ana koşacakları vakitler yakındır. Bunun önündeki yegâne mani, bizim halimizdir. İslam’ın, diğer tüm dinlerin üstünde bir değer kazandığının gözle görülür hal aldığı zamanlar yakındır. Bunun için bizim öncelikle kendi halimizi ıslah etmemiz gerekiyor.

Bunun için hükümeti, devlete ve onu idare eden ekiplere neler düştüğünü bir sonraki yazıda ele alacağız inşallah!

Mehmet Ali Bulut - Haber 7

Yorumlar9

  • yusuf 8 yıl önce Şikayet Et
    yazılarınızı takip ediyoruz
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • sariye demir 8 yıl önce Şikayet Et
    EY KARDEŞLER GELİN BU İŞE ONCE KENDİMİZDEN SONRA EN YAKIMIZDAN DEVAM EDELİM...ve bu işe başlarken Kur anıın başlangıcı olan ikra ile başlayalım...
    Cevapla Toplam 2 beğeni
  • baytarr 8 yıl önce Şikayet Et
    Hocam allah için sakın doğrulardan vazgeçmeyin. Ben ihtilafa düştüğüm konularda sizin görüşlerini ze bakarım. Ağırlığı ondan taraf koyarım
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • Ali Vefalı 8 yıl önce Şikayet Et
    Yazar kardeşimiz güzel yazıyıor. Var olan hataları aksaklıkları yazmasınmı? Hz. Ömer'e denmemişmi, bir yalnış yaparsan, seni kılıçlarımızla doğrulturuz diye. Kendisi de, hataları söylenebileceği için şükretmiştir.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
  • M.Fatih 8 yıl önce Şikayet Et
    İlim, bilime ve kaliteye teşvikiniz manidar. Çağa göre anlayış, hastalığa göre şifa, karışıklığa göre çözücü bulunmalı ki, zaten kader, ona tayinatını yapıyor. Hz. Ali, Hz.Ömer döneminde ya da biri diğerinin döneminde gelemezdi, yani tayinat uygun olmazdı. Coğrafyamızın karışıklığı, demokrasinin bile medya tarafından yönetilmeye çalışılması, artık dilimize dolanan "algı operasyonları"nın çok yoğun olduğu ve "algılayamadığımız" için, istibdat değil, tebaiyet, akli değil kalbi olmalı. Yoksa dediğiniz gibi toplum "sahabeleşirse" o zaman herkes "eğri kılıcını" çeksin.
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Daha fazla yorum görüntüle
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat