Kâbe, kutsal ve emanet

  • GİRİŞ06.09.2011 23:59
  • GÜNCELLEME06.09.2011 23:59

Hz. Peygamberin hayatında henüz peygamber olmadan yaşadığı bir hadise, o ana kadar tekemmül etmiş olan vasıflarını özetlediği gibi, gelecekteki yolunu çizecek somut bir yol haritasını da ortaya koyuyordu. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen uzun asırlar içinde yağmur ve sel suları ile harap olmuş, tamir edilmesi gerekmişti. Kureyşliler, Kâbe binasını yıkarak, yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzemeler temin edildi. Hz. İbrahim’in yaptığı temele kadar yıkarak, duvarları yeniden örmeğe başladılar.

Ancak, “Hacer-i Esved”i yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Kureyş’in bütün kolları, bu şerefin kendilerine ait olmasını istiyordu. Anlaşmazlık dört gün sürdü, kan dökülmek üzereydi ki, Kureyş’in en ihtiyarı Ebu Ümeyye veya Huzeyfe b. Muğîre ”Harem kapısından ilk girecek zatın hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını” teklif etti. Bu teklif kabul edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed girmişti. 

Buna o kadar sevindiler ki, “el-Emîn, el-Emîn, O’nun hakemliğine razıyız…” diye bağrıştılar. Yanlarına gelince, durumu anlattılar. Bunun üzerine yapılan teklifi kabul etti ve “emin” olan şahsına, adaleti ekleyip ortaya uzlaşının güzel bir örneğini sergiledi. Hz. Muhammed, bir örtü getirterek Hacer-i Esved’i onun üzerine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı,  hizaya gelince de taşı kendi elleriyle alıp yerine yerleştirdi. Böylece Kureyşliler arasında çıkmak üzere olan bir çatışmanın da önüne geçilmiş oldu. Emanetin adaletle vahdet noktası oldu.

Bu tarihsel olay, o günün Arap Yarımadasındaki kültüre dair önemli tespitlerde bulunurken, günümüze ışık tutan birçok yansımaları da vardır.  Öncelikle, bu anı dondurup incelemeye tabi tutalım. Sonra, günümüze yönelik olarak ifade ettiklerini izaha çalışalım.

Kâbe’nin fiziki yapısı kutsal değildir. Aldığı emir doğrultusunda, Hz. İbrahim, tamamen dünyevi malzemeden ve insan emeği ile Kâbe’yi inşa etmiştir. Bakım yapılmazsa, Kâbe’de yıkılabilir, ya da yangın, sel gibi afetler Kâbe’yi de rahatlıkla etkiler hatta yerle bir edebilir.  Bu da Kâbe’nin yapısal kutsallığı olmadığını, ancak insan bilgi ve ustalığı ölçüsünde dayanıklılığının söz konusu olmadığını ifade eder. Nitekim Kâbe tarihte çeşitli dönemlerde tamir ve bakım işlemlerinden geçmiştir. (Zilzâl Sure’sinin her depremde bir şeylere delil edilmesi anlamlı değildir.)

Kâbe, malum olduğu veçhile aslında mahal itibariyle Hz. Âdem’den Hz. İbrahim’e bir bağlantı kurarken, bir ontolojik hatırayı epistemolojik bir abideye dönüştürmüştür.  İnsan’ın sonraları ancak kazanarak gireceği ifade edilen mekândan kopuşudur esas olan.

Hz. İbrahim, oğlu ile Kâbe’yi inşa etmiştir, ama yaptığı bina sonradan farklı müşrik gruplarının Tanrı’ya ulaşmak için kullandıkları putların mekânları haline gelmiştir. Bu nedenle onun banisi olan İbrahim, sonra da onun korunmasını üstlenmiştir. Bunu yapması için müşriklerin Kâbe içinde barındığı muhafaza ettiği kabile tanrılarını, yani totemlerini, yani putlarını temizleme işini de o üstlenmiştir.

Hz. İbrahim, putları parçalamış ve fakat bunu yaparken Kâbe’ye dokunmamıştır. Kabile totemlerinin önemini anlamasına rağmen, Semitik asabiyetin önemini bilmesine rağmen bu “tezkiye” işini yapmış ve baltayı geride bıraktığı tek bir totemin boynuna asarak bir de inancın rasyonel tarafına dair bir ders vermiştir:  "Mademki, kendisine totemleri kimin kırdığı konusunu soran dehşete düşmüş kabile mensuplarına, bakınız balta şu totem üzerinde durduğuna göre, o kırmış olmalı” derken, alışkanlıkları icabı, Allah’ı totemleştiren kabilelere, totemsiz Allah’a ulaşamayacağını vehmeden kabilelere bir mantık dersi vermiştir. “Ama o cansız bir şeydir, harekete geçip diğer totemleri kıramaz!” itirazı üzerine, “o halde kendilerine faydası olmayan bir putun, size ne gibi bir fayda ya da aracılık etmesini beklersiniz?” demiştir. Hz. İbrahim’in, siyaseti hakikati tahrif etmeden uyguladığı bu ikinci örneğin birincisi ise, karısı ile Mısır’a girmesi esnasında yaşanmıştı.

Kâbe bu anlamda, daha önce, Kuran’a göre Hz. İsmail, Tevrat’a göre ise İshak’ın akim kalan kurban edilme hadisesinde, hem baba hem kul olarak Hz. İbrahim’in, hem de evlat ve kul olarak oğlunun mutlak hakikati sorgulamadan itaate dönüştürürken, kabileler arası totemlerden birinin diğerlerine galebe çalması değil, tevhit esasına dayalı (monoteist), evrenin merkezine Tanrı kavramını oturtan, o evreni okumanın özünde evrenin yazarı olan Allah’a kelimeler ve paragraflardan oluşan kitabı okuyarak ve oradan yazarına tümevarım mantığıyla ulaşma yollarını göstermişti.  Birinci büyük sınavını oğlunun kurban edilmesi ile yaşayan Hz. İbrahim, ateşle olan ikinci imtihanını yaşadığında aslında belki de daha korkusuz, daha az endişeli idi.  İkinci imtihan sadece şahsını içerdiği için ve başaracağın inancı tam olduğu için daha az sıkıntılı idi.

Hem Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’nin, hem de onunla zirveleşen bir tevhit geleneğinin temsilcisi ve hatta lideri olarak, hem peygamberlik öncesi uzlaştırıcı lider, hem de peygamberlik sonrası, kendinden önceki gelenekleri onları külliyen lağvederek değil, feshederek kabul eden Hz. Peygamber, Kara Taşın Kâbe’nin bağrına yerleştirilmesi esnasında, hem farklı kabileleri bir araya getirerek hem de Kara Taşı yerine bizzat kendisi ikame etmek suretiyle, mirası sahiplenen ve de ileri götüren insan olduğunu ifade etmişti. Tamirat sırasında bizzat çalışması ve tamiratta kullanılan malzemelerin de bir kilise tamiri için getirilen gemiden elde sağlanması, farklı tevafuk türlerinin de tevhidiyle meydana gelmiştir: Arabistan kaynaklı üç büyük inancın birleşme noktası.

Kendisine her şeyin emanet edilebileceğini, tüm onun tanıyanların ittifakıyla “Emin” bir insan olduğu vurgusu Hz. Peygamberin risalet hayatında da en önemli özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkacaktır. Emanetin kendisine teslim edilebilmesi öylesine bir iman temeli oldu ki, yalan söylemek yanında, emanete hainlik etmekte “münafıklık” alameti olarak tanımlandı. Emanetin her türlüsü bu kuralın içinde yer aldı: devlet idaresinden, basit bir emanete kadar…

Semitik kabileler arasında “şeref” konusu hayatlarını tayin eden bir kültürel unsurdur.  Şereften kasıtları çoğu zaman, farklı pederşahi kabileler arasındaki rekabette öne çıkma, ama aynı zamanda devamlı diğer kabileleri aslında kendilerini algılama ve yargılamaları azami bir önem verme, dolayısıyla kendi ahlaki yapılarını “başkaları ne de der?” diğer kabilelerin bakışı nasıl olur esasına dayanır.  Şeref tüm kabileleri bağlayan bir yasa ya da prensipler toplamı değil, ironik bir şekilde, diğer kabileler arasındaki husumet derecesindeki kronik rekabete rağmen, onları hareketlerini izleyen bir Tanrısal konumda algılama değeridir. Bu anlamda bireyler ve toplulukların tamamın bağlayan değil, her kişi ya da topluluğun bir “superego” (ya da “levvâme”) konumuyla diğerine empoze ettiği ananeler, törelerin yekûnudur.

“Şeref” kabilelerin erkekleri arasında dolaşan bir değer, töresel unsurdur. Kadınların bu süreçte tayin ve tarif ettiği hiçbir şey yoktur. Şeref pederşahi kültürün erkekler arasında kadınlar üzerinden rekabet, mülkiyet ve tahakküm dürtülerine dayanan çoğu zaman din dışı, ama din gibi işlev gören bir yargılama değeridir. 

Farklı Arap kabilelerinin Kâbe konusunda yarışmaları, Kâbe’nin tarihsel kimlik ve kutsallığından çok, bu süreç içinde kimin lider olması gerektiğine dair bir sembolik tutumu ifade eder. Araplar ülkenin coğrafi yapısından dolayı kabileler halinde yaşarlar ve sık sık birbirleriyle kavga ederlerdi. Aşiret ve sülale ünsiyetlerine bağlı düzen içerirlerdi. Bu yerleşke dağınıklığı Arap diline de yansımış ve bazı durumlarda aynı şeyi ifade eden 150 kelime en anlamlı kelime olarak dilde yer almıştır. Dile zenginlik katan bu durum, aynı zamanda aynı topraklarda mücerret hayatlar yaşayan kabilelerin de çokluğunu ifade eder. İslam öncesinde Araplar millet değil, kabile olarak kimlik oluşturmuşlardır. Onları daha sonraki yıllarda sadece Kâbe, bir bina olarak değil, farklı Arap kabilelerini yeni ve tek kimlik etrafında toplayan ve onlara müşriklik haricinde yeni bir müşterek hedefte tevhit edildiler.

İslam sonrası dönemde kabileler arası rekabet dönemlik nüksetmesine rağmen başka toplumlara yöneldi.  Bu süreç onları İslamlaşmayla gelen bir milletleşme dönemine de sokmuştu.  Bu süreçte Araplar “ayıp kültüründen, “cürüm” kültürüne de geçmiş oldular.  Yani A kişi ya da grubunun B kişi ya da grubunun değerleri doğrultusunda bir tekevvün yaşadı.  Artık A B’ye, B A’ya göre değil, A’dan Z’ye herkesi bağlayıcı nitelikteki değerler sistemine göre hareket edilecekti.  İbn Haldun’un Mukaddimesinde ifade ettiği gibi, Arap geleneğindeki “asabiyet” hemen ve tamamen hiçbir zaman bitmedi, ama “takva” kavramı genel bir üstünlük mikyasını oluşturdu. 

Kendi aralarındaki galebe çalma hisleri Arapları Emevilerden Abbasiler ve sonra yine Endülüs Emevileri boyutunda siyasal rekabeti devam ettirse de, temelde Araplar için birinci halka da “Arap” ve “müstareb” (=araplaşmış) ve “acem” adı altında toplanan aslında Persleri ilk planda ama genelde Arap olmayan her unsuru içeren ve Eski Yunandaki, Yunanlı dışı herkesi “Barbar,” Eski Roma da, Romalı dışı herkesi “Barbar” (berber) olarak algılama hissi de içten içe devam etti. 

Asabiyet hissine baskıyı koyan, İslam oldu. Veda Haccı Hutbesi’nde veciz bir şekilde anlamını bulan “Arabın aceme, acemin araba üstünlüğü yoktur.  Üstünlük ancak takva iledir.” İlkesi temel bir düstur oldu. Öte yandan Hz. Peygamberin Kureyş kabilesinden olup ve fakat Kureyşçi olmamasına rağmen, “Asr-ı Saadet” sonrası halife seçilmesinde kimi tartışmalarda hem siyasi hem de fıkhî olarak sık sık gündeme geldi. Bu durum Osmanlı’nın hilafetten “feragat” ettiği dönem olan Cumhuriyet döneminde, hilafet seçiminin TBMM’ye devredilmesi konusunda gene gündeme getirilmiş.  Hem Şerif Hüseyin, hem de bilhassa İngilizler bu konudaki tarihsel bazı tartışmaları yine dillendirmişlerdir. Öte yandan Osmanlı, Necip millet olarak algıladığı Araplardan, özellikle Kureyş ulularını, "seyyit" hükmündeki insanları her zaman kollamış, dönem dönem de muhtemel karışıklıklara meydan vermemek için onları iyi şartlarda İstanbul’da “ağırlamıştır.”

Milletleşme döneminin arkasından bedevilikten medeniliğe geçiş de bu şekilde oldu. Medine şehri, İslam bakışına göre medeniyetin bir tarihsel temsilcisi olmaya başladı. “Peygamberin Şehri,” sonra da bir şehir prototipi oldu.  Bir merkez etrafında gelişen şehir yapısını “polis” olarak eski diğer medeniyetlerde de görmek mümkündür. Merkez olarak tapınak esas alınmıştır. İslam’ın ilk kıblesi Kudüs ise de, sonradan Kâbe’nin kendisinin kıble olarak tayinindeki dönüşümüm sembolik anlamı yine sadece Arap milletini değil, bütün Müslüman milletleri bir gönül ve hedef kıblesi haline getirerek, onları geçici dönemler için de olsa Kâbe ahalisi haline getirmeye yöneliktir. Kâbe ahalisi isecıyranullah yani, Allah’ın komşuları olacaktır. Bu merkezler değiştikçe de toplumların değişen yeni ilgi merkezleri ortaya çıkacaktır. İş merkezlerinden gökdelenlere bu süreç böyle işlemiştir.  Benzeri bir diğer model ise, Hz. Peygamber dönemindeki suhuf ashabının oluşturduğu minyatür külliyenin sonradan hem ibadet hem ilim araştırma ve haberleşme noktaları olarak, İslam külliyelerine rol modeli oluşturmuş olmasıdır.

Hz. İbrahim, put yıkıcı iken, ondan bahsederek kendi putlarını oluşturanları nasıl anlamak lazımdır? İşte bu noktada Kâbe’ye gösterilen saygı ve sevgi ile Kâbe etrafında namaz kılarken kitlelelerin birbirini kıble edinircesine namaz kılması akla gelmelidir. Yani insanın hakkını ihlal ederek Kâbe’yi ihya etmek mümkün değildir. Emanetin kendisi ile muhafazası arasındaki fark da aslında muhafazakârlık boyutunu ortaya koymaktadır.

Metin Bosnak - Haber 7
mbosnak@metinbosnak.org

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat