Atilla Yayla beraat etti, ya toplum?

  • GİRİŞ08.02.2012 09:12
  • GÜNCELLEME08.02.2012 09:12

Atilla Yayla hakkında Mustafa Kemal için söylediği “İleride bizlere, neden her yerde bu adamın heykelleri var diye soracaklar.” sözleri için verilen ceza bozuldu. Yayla’nın İzmir’de Ak Parti’nin düzenlediği bir etkinlikte Atatürk için, “Bu adam”, “Kemalizm, ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir,” dediği ifade edilmişti.  “Nezaket aşılsa da hakaret suçu” işlenmemişti.

Hatırlayacaksınız, söz konusu konuşmadan sonra Gazi Üniversitesi, Yayla’nın derslerine son verirken, İzmir Başsavcılığı, soruşturma başlatmıştı. Soruşturma sonunda Yayla hakkında “Atatürk’ün manevi hatırasına hakaret ettiği” gerekçesiyle dava açılmıştı. Yayla, haberlerde yer alan ifadeleri kullanmadığını, sözlerin çarpıtılıp hedef haline getirildiğini, eleştirilerinin hakaret gibi sunulduğunu, “Bu adam” ve benzeri ifadelerin kendisine ait olmadığını kaydetmişti. “Bir kısım medya” ve bir kısım “adalet”in reva gördüğünü “bir kısım” akademisyen de onaylaşmıştı.

Atilla Yayla sonunda o davadan beraat etti, ancak toplum vicdanının beraatı ayrı bir dava gerektirmektedir. Davadan yola çıkarak sorular oluştu aklımda. Yani böyle durumlarda adaletin kendisi mi “güç” olmaktadır? Ya hakkaniyet ancak iktidardan ve “adaletten” tüyo alınca mı ortaya çıkmalıdır? Eğer böyle devam ederse fikir özgürlüğü ve namusu nereye gidecektir? Yoksa “adalet” deyince önce “serbest pazar” fikirleri mi esas olmalıdır?

Bu beraatın bir kısmı şu an “piyasa”daki liberaller için gerekli: fikir namusunu ve hakikati kişisel çıkarlar, ikbal beklentisi ve kripto fitneciliklerine feda ettikleri için. Diğer kısmı ülkenin siyasi ve etnik ayağıyla ilgili. “Benden âlâ liberal var mı?” ilahileri okuyan demokrasi şakirtleri de yeni bir berat kandilini beklemekle meşguller. Yayla hakkında dava açıldığı zamanlarda, ondan cüzamlı gibi kaçtıkları ve yalnız bıraktıkları için bu beraata onlar da muhtaçtır. Fikir varsa, fikrin namusu varsa, fikir adamına sahip çıkmak gerekli değil midir? Yoksa sadece kendimize dokununca mı, fikrin ve fikir sahibinin anlamı olacaktır?

Hem düşünce ve ifade özgürlüğü hem de “akademik” özgürlük nasıl bir şeydir diye düşünürken Timur karşısında Nasrettin Hoca gibi duran Atilla Yayla geldi aklıma. Doğruları ancak kendisine kredi ve terfi olarak dönünce ve atlama tahtası görenlerden, kendine dokundukça susanlardan olmadı Yayla. O nedenle, liberalimtırak kalpazanlardan farklı oldu hep. “At şuraya bir şeyler abi, ne istersen yazar-söylerim!” demedi. “Serbest piyasayı” fikir “piyasa”sı serbestleşmeden önce tanımıştı oysa!

Önceleri günde üç öğün “devlet”e; sonraları Amerika'nın rızası için günde beş vakit “hükümete” bindirmeyi maharet saymadı. Devlet’in yanlışını “devletlû” iken yaptı. Hükümetin eleştirisi de siyasi ikbal için yapmadı. “Zinde güçler” güçlerin içerde olanlara totaliter kindarlık, dışarıda olanına totaliter dindarlık taslamadı. İstikameti içindeydi; yani istikameti ona kazandıran liberal olması değildi. Tam tersine, liberalliğine yön çizen o entelektüel birikim ve sultasız vicdanı oldu.

Itıknâme taşımadı; zihni, vicdanı hürdü. Kendisi kabul eder mi bilmem, ama “sivil” itaatsizliği hayatına işlemiş bir adam olarak Yayla, aslında bireysel tavrını liberal söylemle ifade eder. Çakma, takma değildir tavrı. Bilir ki, doğru şeyi yanlış amaca binaen söylemek de aslında doğruyu çarpıtmaktır. Yanlışları doğrulamak için de inandıklarını suiistimal etmez. Saz eşliğinde oynadığına şahidim, ama dans dersleri almamıştır.

Atilla Yayla ile tanışmamız 1994 yılına rastlar. O zamanlar araştırma görevlisi idim. “Araştırma” kelimesini adeta kutsal bir tarafı vardı zihnimde. Eliot’un Çorak Ülkesi gibi bir yerde akademik ahlakın varlığına, bilmenin ve bildiğinin arkasında durmanın gereklerine ve bildiklerini, öğrenmek istediklerini paylaşmak isteyen bir yaşta dergi çıkarmanın hazzı ve meşakkatlerini yaşıyordum.

Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik adlı kitabını çevirmiştim. Ve Yayla okumuştu tercümeyi. Bir anlamda entelektüel tanışma vesilemiz olmuştu Thoreau. Sonra Hacettepe Üniversitesinde bir gidişimde şahsen de tanışma imkânımız olmuş ve biraz sohbet etmiştik sağdan soldan.  Sonraki zamanlarda fırsat ve zaman buldukça devam etti bu münasebet.

İlgimi çeken ilk şey akademi dünyasında sadece titr için hayatını ve şahsiyetini tir tir titreten, değer namına ne varsa hepsini eprimeye, hayatındaki tüm ezilmişliklerini, zaaflarını, garipliklerini, o, isminin solundaki unvanının arkasına gizlemeye çalışan kimi akademisyenlerin aksine Yayla, kendini tanıtırken hiç unvan filan kullanmadan “ben, Atilla Yayla!” diye tanıtmıştı kendini. Kafasında kastlardan ve hiyerarşilerden uzak bir algılama sistemi olduğu açıktı.

Tercümeden bahsederken onun gözlerindeki zekâ ve fikir pırıltılarını okumak mümkündü. Zihnindeki hız nispetinde hızlı konuşması ilgimi çeken bir başka özellikti.  Konuşurken gene, kimi akademisyenlerin âdeti olduğu gibi unvana sığınan değil kafasında teşekkül ve tekemmül eden fikir silsileleri ile konuşma eğilimi vardı.  Konuşmayı belli ki seviyordu; aynı şekilde dinlemeyi de.

Dahası Yayla konuşurken kendi dediklerini de dinlemeyi biliyordu. Akademik, daha doğrusu entelektüel muhabbetin hazzına varmış, fikirlerini birilerine yaranmak için değil, kendi kafasındaki  “idea” ve ideali buluşturan bir edayla ifade ediyordu.  Ve Yayla için bu muhabbetin özel mekânı yoktu.  Üniversite de olabilirdi, ofis de, kendi evi de, lokanta da, kahvehane de.  Onun için önemli olan bir konuyu entelektüel düzeyde felsefi arka planı ile incelemekti. 

Bu açıdan Yayla’nın Sokrat ile benzeşen yönleri vardı. Sormayı, sorarken muhatabına dalgıç pompası atmayı, sormak kadar cevap vermeyi de seven ve muhatabı herhangi bir kimse olabilen biri. Kafasında halletmek istediği meseleler ve kazanmak istediği bazı kavgaları vardı; konuşurken bazen kafasını kaldırıp herkesin görmediği bir yerlerden bir kitabı okur, muhatabı ile konuşurken o kitapla da konuşur bir edası vardı.  

Sonraları Ankara’nın bazı semtlerinde beraber yemek yediğimiz, sohbet ettiğimiz zamanlar oldu. Her defasında gördüğüm Yayla, kuruntu ve yapmacıklıktan uzak tavırların insanıydı. Lokantadan çıkarken hesabı ödemede erken davranmaya çalışması da Yayla’nın, çoğu insanın kaçırdığı, bu toprağın özünden damlayan bir şeydi. Bir keresinde evinde de ağırlamıştı bizi. Yılların akademisyeni olmasına rağmen hayatında ne ev ne araba namına lüksü olmayan biriydi.

Öte yandan, fikirden korkan, karşı fikirleri olmayan, sloganların lüksü ve kolaycılığına kaçan, Yayla’nın onda biri kapasitesi olmasa da terfi basamaklarını ondan hızla çıkanların gözünde Yayla “saldırgan,” “ukala” tipli bir adam oldu. Bilenlerin gözünde gözü pek bir entelektüeldi, pısırık bir akademisyen değil.

Fikirlerinin gücüne inanıp, omurgalı duruşu olan ve gerektiğinde sinmeden maliyetini ödeyebilen, arada bunun iç hesaplaşmasını yapan, ama yine de o maliyeti ödemekten çekinemeyen bir insan oldu Yayla. Güce değil, fikre saygısı olan bir entelektüel.  Kalıbına sığmayan, kendine biçilen kalıpları kıran bir insan. Misafirine çay ve pasta ikram etmeyi kendi kültürünün bir gereği görecek tevazu içinde davranan, ama tevazuu üçkâğıt tiyatrosuna döndürmeyen bir adam ve adam gibi bir adam.

Yayla hem bir “adam gibi adam” hem de “somebody” olmayı becerebildi. Sevenlerinin de sevmeyenlerinin de inkâr değil ancak ikrar edeceği bir şey var ki, Yayla hep mert ve dürüst, düşündüğü gibi inanan, inandığı gibi yaşayan ve konuşan bir insan oldu. Onu hiç sevmeyenlerin bile, bu özelliği gizliden gizliye hayranlıkla gözlemlediklerini ifade etmek “yiğidin hakkını” yiyenlere rağmen bile teslim edilen bir tutumdur.

Aydın Yalçın Bey ve çıkardığı Yeni Forum dergisinden aldığı ilhamlar ve Liberalizmi şahsındaki cevherle birleştiren bir entelektüel misyoner edasıyla beni de davet ettiği tartışmaları hatırlıyorum. Yayla bir seküler mürşit gibi, gördüğü Hayek ve liberal düşünce namına devlete, topluma ve dine dair ne varsa tartışılsın istiyordu. Bunun akademi dünyasında, üniversite kürsüsünde yapılamayacağına dair bir tecrübî kanaate sahipti.

Ona göre, zaten fikir üreten azdı. Bunu becerenlerin yanında ifade edenler daha da azdı. Düşündüklerini paylaşırken, insanlarda olabilecek endişe ve korkuların anlamsızlığını vurgulayan tavırları ve hatta potansiyel endişelere meydan okuyan ve gözlüğünün arkasından çakmak çakmak parlayan gözleriyle ve tiz ses tonuyla anlatmaya çalışıyordu. 

Daha sonra Liberal Düşünce Topluluğu bünyesinde bu tür toplantıları artan bir heyecanla, daha çeşitli, daha büyük topluluklara ulaştırmaya çalıştığını ve --Hay'ca olmasa da--daha Hayek'çe bir çerçeveye oturduğunu gözlemledim yıllar içinde. Hem kürsüsünde, hem LDT bünyesinde hem de partiler ve STK’lar nezdinde Yayla’nın konuşmaları aynı hız ve heyecanla ve kıvırtmadan, kaygı gütmeden ifade etti.

Kimi STK ve kimi STK görünümlü kuruluşlar ve partiler dönem dönem Yayla’nın kalemiyle gerdeğe girme hazzını ve tehlikesizliğini yaşadılar. Aslında ne liberalizm ne de demokrasi bu tür kuruluşların umurlarında değildi, ama stepne olarak liberal fikirler fena da değildi.  Atilla Yayla’da ise aynı heyecan var oldu hep, gitgide beyazlaşan saçlarıyla ve devrimci edasıyla liberalizmi anlatmak, anlattırmak iştiyakı ve ülkesini, kültürünü sevdiği iddiası olan nice kişi ve kurumdan fazla ülkesini severek yaptı yaptıklarını.

Projesinde eksik kalan kısım olarak gördüğü bir şey, teorilerin yabancı kaynaklı olması idi.  Onları yerli örneklerle mahallileştirmek de ve daha geniş kitlelerce kabulünü sağlamak da istiyordu. Osmanlı Devletinin son dönemlerinden Cumhuriyet dönemine kadar bir tayf içinde liberalizme dayanak olabilecek, fikirleri ve kişileri de kafasında tarıyordu. Çözmek istediği konu, tartışmasız olarak en iyi gördüğü liberalizmin görünümüne sahip olan Cem Boyner’in ve Besim Tibuk’un “partilerinin” neden başarısız olduğu idi.

Yayla’ya göre, bunun nedenlerinden biri, liberalizmin yerli kaynaklarının azlığı ya da yokluğu idi. Bazen de kendini “eşeğin kulağına Yasin” okuyormuş konumunda görüyordu. Olanların gündeme gelmesi gerekiyordu. Zaten o, şiire ilgisi ve kabiliyeti olmamasına rağmen, dinlemeyi nezaketen reddetmeyen, içinden geldiği kültürün kodlarındaki bozulmayı istemeyen, bağlamayı ve türküleri seven, bir köy düğünündeki eda ile becerebildiği kadarıyla halay çekme ve yerli müzik eşliğinde ve ona katılarak kalkıp uluorta oynamayı da hem bu işin bir yansıması hem de içindeki özün bir uzantısı görüyordu.

Liberalizm onun kafatasında değil, kafasında oldu. Kafasındaki, ülkesinin kültürüne dair sevgi, onun özündeki değerlerine saygı, devlet "sorunsalı" ekseninde ve devletin gücünü haksız ve adaletsiz şekilde akademi ve siyaset dünyasında kullananlara dair hınç ekseninde çatallaşıyor ve bu konularda demokratik tavrını ortaya koymak suretiyle katkıda bulunmak istiyordu hep. Devrimci misyoner tavrı, kıvrak zekâsı, “bu insanlar daha burada mı?” diye sorgularcasına bakan seçkinci tavrı ve kendi içinde Anadolu’nun güzelliklerini en iyi şekilde barındıran bazılarını kırmaya çalışan, tahrik ederek düşündürmek isteyen entelektüel portresi. Benliği ve karakteri sonuna kadar tekemmül etmiş, ama bencil olmayan bir tavırdı bu hep. Entelektüel düzeyde olması kaydı ile Yayla ile o çok sevdiği liberalizmi ve Hayek’i de tenkit etmek, onda size karşı husumet neden olmadı ve olmaz da.

Bilim dünyasından ara sıra bilim insanı çıkar ülkemizde: menfaati, yalakalığı, koltuk sevdasını değil liyakati, ilmi ve zihni üretimi, nalına mıhına hakikati esas alan. Yayla’nın amacı zihniyle hem zaman ve mekânda seyahat edebilmektir.  Hakikat huzurunda munis bir bülbül, zulmet ve riyakârlık karşısında yalçın bir kaya, çoğu zaman yalnız uçan bir kartal. Yarasalar ve akbabaların ne semtine ne dergâhına uğramaz.

Hürdür, hürriyeti hakikate ve vicdanına otomatik ve tereddütsüz endekslidir. Hırçın da olabilir yalçın olduğu kadar, metaneti zulme ve zulmete karşı tekebbüründe ve hakikat ve ilme olan tevazuunda, talebesine ram olmasında, her inkisarı hayalden sonra bir yeni ümide at koşturmasında. Alanında hem ülke içi hem ülke dışı meslektaşlarıyla yarışabilmesinde.  Verilecek rüşvet kabilindeki akademik veya idari unvanlar için değil de vicdanı ve ilim mantığı doğrultusunda hareket etmesinde. 

Yayla projesinde ne kadar başarılı oldu bilmem. Hâlâ Hayek gözünde o kadar yüce bir “kutup” mu onu da bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki, Eflatun Aristo ile ne kadar uyumlu düşündüyse, onun tasarladığı liberal tipi de “piyasa” liberallerinden o kadar uyumlu. “Liberal” partiler hâlâ çok az oy alıyorlar; ancak liberalimtıraklar giderek daha bir piyasa yapıyor.

Liberalizm hâlâ “yerli” bir zemine oturmadı sosyalizm gibi. Tercüme laikçilik gibi, tercüme liberalcilik hâkim. Arada yeni Abdullah Cevdet’lerimiz çıkıyor tabii. Onlara göre liberalizm zaten İslam’da vardır. Benzeri şeyleri sosyalistler de söylerlerdi. Fatih’in İstanbul için dediğini liberalizme uyarlayan da var zahir: Ya liberalizm Türkiye’yi alacak, ya Türkiye liberalizmi! Eskiden “devlet”e ait ne varsa şerdi; şimdilerde hükümet şer odağı oldu kiralık akıllarda. Enteresan olan bu şer algısının sadece Türk Devleti ve hükümeti için geçerli olup, mesela Alman, Amerikan ve İngiliz için geçerli olmaması! Yani bunlar Road to Serfdom’u sanırım “Road to Serfdom to AB/D” filan anlıyorlar. Hayek en azından Das Kapital’i okumuştu ve ihtimal iyi anlamıştı; bunlar mesela The Denationalization of Money’deki “Money” ve “National”den de sadece TL ve Türk milletini anlıyor.

Hasılı, Atilla Yayla ile “piyasa” liberalleri arasındaki fark, Eflatun ile Aristo arasındaki farktan ötedir. Ve dahası piyasa liberalleri, “hakikati” değil, menfaati seviyorlar. Bu menfaat ülke içinde üretilen ve kalan bir menfaat olsa ona da razıyız. Değil. Hayek “devlet” dedikçe, bunlar kendi devletini ve hükümetini anlıyor.

Atilla Yayla’nın beraatı hayırlı olsun! Hak yerini bulmuş; fikir namusu ve adalet kazanmıştır.

Metin Bosnak - Haber 7
mbosnak@metinbosnak.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat