Aşk biter, sevgililer günü kutlanır

  • GİRİŞ15.02.2012 09:14
  • GÜNCELLEME15.02.2012 09:14

Aşk aslında aşkın olmayla aynı. Aşkı tüketen âlem, sevgiyi de tüketime dönüştürdü. Nasıl ki doğayı bitirdi insan ve balkondaki saksıya sıkıştırmak istedi doğayı, aşk da kavramsal olarak aynı akıbete maruz kaldı. Ve Sevgililer Günü aslında bir taziye günü oldu. O nedenle sevgiyi ya yatakta ya da romantik atakta oldu insan. Aşamadı onları.

Kastım ille de “ilahi aşk” diye topu taca atmak değil. Gelenekte var işte; aşk da “yokuşlardan çıkar hep basamak basamak” ve yokuşlarda susamak da bunun mutat parçası. Kendini sevmeyen başkasını sevemez. Kendini bilmeyen kendinden ötesini de bilemez. Kendiyle kavgalı olan, başkasıyla barışık olamaz. Nefsiyle kavgalı olan nefes alamaz hale gelir. Kavgada muhatabı kendisi olur. Adına sonra yine "nefs" der. Ve “nefs” nedense her daim “Şeytanîdir!” Daralan geleneğin dar alanlarındaki dindarlık modeli bu olsa gerek. Nefs ile cidalin o nedenle, nefsin heykelini dikmeye götürür.

Aşkın halleri, muhatapları, süreçleri farklı farklıdır. Bir şey ya da varlığı her şeyin önünde görmek, her şey ve her varlığın ötesinde kutsarken, kendini maşuk karşısında tutkun, zelil görüp, başkalarına karşı rezil rüsva olmaya aldırmadan, kendine rağmen kendinin ötesi hislerle bağlanma tutkusudur aşk. 

İnsanlık tarihini yönlendiren hadise ise, aşkın varlığı değil, muhatapları olmuştur. Yani tarihteki dönemleri oluşturan bir dolu etken vardır.  Ama hepsinin özünde yatan aşkın hangi muhataba aşığın yönlendiğidir. Bu manada, tarihi yönlendiren etken aşktır.

Bu yaklaşımın gerekçesi aşkın, tarzı ve maşukun aşığın aldığı tavra göre tarihi dönemleri yeniden ele almaktır. Hz. Âdem, Hz. Havva ve İblis tarihte mütemadiyen isim ve şekil değiştirerek tarihi oluşturdular. Şuurun oluşmasıyla, kaybedilen aşkın muhatapları tarihsel dönemlerin esas aktörleri oldular. Kim neyi her şeyin ötesine koydu, ne için kendini ortaya koydu ise, Âdem oldu, Havva oldu, kimi zaman İblis oldu.

O halde, aşkın ne olduğu sorunsalı ortaya çıkıyor hemen. Aşkın Türkçedeki kullanımı onu anlam açısından daraltmış olsa da kelime Arapçadır. Kelimenin anlamı da “ışık” ve “sarmaşık” ile bağlantılı. Dilimize ne zaman girdiğini bilmiyorum, ama Kaşgarlı Mahmut’un Kamus’unda geçiyor bu kelime.  Kaşgarlı, Araplara Türkçe öğretmek gibi bir kültürel amaç ile kaleme aldığı Kamus’unda aşkı tanımlama da zorluk çekmemişti. Yani Türk dilinde aşkın karşılığı vardı…

“Yârim!” diyen, yarımdır. Aşk insan içine güneş gibi doğandır. Aşk, aşığı fiziki âlemden alıp götüren, uzaklaştıran, kimi zaman yeme-içmeden kesilmesine, maşuk ile arasındaki zihin ve gönül bağı haricinde her şeyle arasındaki irtibatı kesmektir.  Gözlere Nakkaşın işlediği ilahi bir perdeyi aralamaktır Aşk.

Öyle derin işlenen bir nakış ki, bizzat maşukun nakışları gözdeki iris tabakası ile yer değiştirir. Beyne hatırayı, iki çift kelamı, bir kalem endamı, telkari inceliğiyle işleyen, kulaklara hücum eden hangi ses olursa olsun, sadece onun sesini duyan, “bir dünya, iki yoldaş”, bir yürek iki beden, yârim yârim paylaştırılmışçasına ve her yarımın, yarımlığının ıstırabını hem kendine hem diğer yarısına her bakışta hatırlatan ve tekrar sarmaşıkların sırrına erme halidir. Yâr olmak, gönüllü olarak ve gönülden yarım olmaktır. Kendi yarımındaki eriyikle varlığını yeniden tanımlar yâren…

Aşk sarmaşık ve asma bahçeleri, aşk şaraptır. Bir kadehten diğerine akan ve fakat her doluşta kabını sarhoş eden bir şaraptır aşk. Şarabın etkisiyle “onun” haricinde herkes ve her şey bulanık bir hal alır, nazardan düşer. Ve fakat eksilmeyen, yeter ki dökülmesin aktarılırken!  Etkisi azalmaz ve âşıklar şarap olurlar zamanla sermest. Sermest olmakta ki sırdır zaten serbest olmak.

Özündeki suyla şarabın yer değiştirmesidir aşk. Aşk dünyaya mahkûm olan insanın, dünyada maşuku hariç, kendini bağlayan her şeyle irtibatını koparıp dünya ötesi âlemi ruhen yaşama hamlesidir. Cesedinden sıyrılan ruhların sarılması, sarmaşıkların zamanla sadece gövde değil köklerde de birliğe yönelmesi. Öyle ki, âşık maşuktur artık. Kendini onun yerinde görür, onun yerine, onun için, onun lehine, onun rıza ve mutluluğuna göre hareket eder. İşte bu nedenlerdir ki--Arap edebiyatından aldığı hikâyeyi yeniden tasavvuf hamuruyla yoğuran Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u uzun engel ve arayışlardan sonra bağırları kadar yangın çölde buluştular çölde alev alev. Ve “Mecnun!” sedasını işitende, Mecnun garip garip bakar ve mealen “Eğer ben Mecnun isem, sen kimsin ey Leyla?/ Eğer sen Mecnun isen, ben kimim ey yâr!” der. 

Lakin hatıralarda yer etmek önce bir yaşanmayı gerektirir. Âdem’de aşkın yönü değişti biraz, biraz muhatabı değişti. Hâlbuki melekleri ve İblis'i kıskandıracak bir  aşk ile yaratılmıştı. Ve sadece kendine secdeyi, bir aşığın kıskançlığıyla sadece kendine saklayan Yaradan, Âdem’i yüceltmiş ve meleklere, ona secde etmelerini emretmişti. Hem meleklere hem İblis'e.

Bu anlamda, İblis'i de yoldan çıkaran aslında aşktır.  Yaradan katında ikincil bir konuma düştüğünün kıskançlığı vardır onda. Fakat esas hatası, aşkı Yaradan'a rağmen ve insana nispet yaparak kibir karıştırarak, aşkın sapkınlığa giden bir modelini oluşturur. Kendisine yar olmadığını düşünerek ve fakat yine Yaradan'ın izniyle insana ölümü getirecek, aşkın muhatabını değiştirecek işlere kalkışır ki, bu muhatap Havva olmuştur ilkin…

"Olmak” ve "ölmek” arasında iki nokta idi fark “o”nun üstünde. Biri Âdemdi noktanın, diğeri Havva. Ve insan, Allah’a en yakın varlıktı. “İnsan” yakınlık ve irtibatlı olmak anlamına geliyordu. Ölümle aşkın nöbetleşmesi böyle başladı. Çünkü insan hak etmeden kendisine bahşedilen nimetin kıymetini bilememiş, iki nefs arasında bocalayıp, kendine nefes vereninkine, kendi nefsinden yaratılanı tercih etmişti.

Karanlıkla başladı insanın kendinden utancı ve yine aşk örttü ışığıyla insanı. Merhametin örtüsü galebe çaldı. Maşuk döndürürdü karanlığı aydınlığa istese. İsterse kalpleri döndürürdü, isterse kalıpları. Sonra Hâbil ve Kâbil, kan ve intikam… Sonrası âkil ve şair. Gitgide böyle erdi kemale belagat ve aşk’ın ıstırabı da güzeldi. Havva’sız Cennet’e konan insan, Havva’sız Cennet’i hayal edemez oldu. Hatta Havva’lı dünyayı Havva’sız Cennet’e tercih eder oldu. Köprünün bir ucunda o, diğerinde O vardı. 

İblis ve Havva tarihin varlık özünü, miladını oluşturur. Havva ile başlayan tarih, kıyametle biten zamanın hikâyesi terennüm edilir. İblis tetikleyicisi oldu tarihin; Havva ise, tesellisi aynı zamanda.  İşte sürgün başlamıştı. Sürgündeki insanda, yeni sürgünler çıktı.  Âdem’in tarih, Havva ve aşk arasında parçalanması tecrübe alanını açtı. Bilgiden tecrübeye geçişti bu. Bilgi verilir, tecrübe ise kazanılırdı, ama acı ama tatlı. Aşk ile nurlanan insanın üzerine çöken gölge, gözlerine tüneyen karartı.

Tevrat’taki yılan Kur'an-ı Kerim’de hiç olmadı. Kur'an-ı Kerim’deki Âdem, Tevrat’taki Adam gibi hiç, kaşlarını çatıp hatasını Havva’ya yüklenmedi. Âdem’ce, Âdemoğluna yakışır bir usulde kabullendi. Belki de nefislerin ikinci defa mutabakata vardığı nokta buydu: “Biz nefsimize zulmettik. Bizi affet, ey Rabbimiz!” dediler. O “Rab” idi, Rab terbiye eden, eğiten idi ve insanın ilk eğiticisi de oydu.  İkincisi İblis…

Tevrat’taki muadili gibi, Yehova’ya adeta kurnazca diklenen ve hatta gizlice onu da suçlayan Adam gibi “Şu senin kaburga kemiğimden yarattığın kadın var ya! O verdi ben de yedim” (yasak meyveyi) demedi! Kur’an-ı Kerim'de İblis vardı, ama kadına iblislik yakıştırmadı Kur’an. İblis olan, iblise uyan herkesti. Birine yaklaşan diğerinden ırak düşerdi.          

Ve tekrarı vardı olanların. Çünkü zaman başlamış, süreölçer nazlı nazlı çalışıyordu. Tarih başlamıştı.  Zaman bitmiş, tarih başlamış, sınır başlamıştı insan için ve her bitişte bir yeniden başlama, her başlangıçta bir sona yuvarlanma…  Ve tekerrür ederdi tarih bir nebze.  Züleyha ve Yusuf böyle çıkar sahneye. Kur’andaki “Züleyha”, Tevrat’taki Potifar’ın karısı gibi “hadi yat benimle” demez. 

Aksine, Yusuf’un güzelliği üzerinde hem Kur’an durur, hem Züleyha’nın kendisi. Hatta çıkan şayialar üzerine Züleyha kadınları toplar ve Yusuf’u gösterir geçerken.  “Bakın da görün” demek ister, “ona olan aşkımda haksız mıyım?” Ve kadınlar Yusuf’un güzelliğiyle bakışları mıhlanmış bir halde, ellerindeki bıçaklarla parmaklarını doğramaya kadar şuursuzlaşırlar. 

Yusuf da güzelliği takdir eder.  Hatta Kur’an onun da kalbinde hafif bir meyil olduğunu, ama güzellik takdir hissinin, Allah’ın hakikatine muhatap olmasından dolayı ileri gitmediğini anlatır. Yusuf ceddi Âdem’in hatasını tekrar etmiyor. Demek o ki, ders iyi verilmiş ve alınmıştır. Bu nedenledir ki İslam kültürü Züleyha’ya bir süfliyet abidesi olarak bakmamış, Yusuf’a çektirdiklerine rağmen onun sonradan -kocasının ortadan çıkması ile- mutlu bir son bağlamında değerlendirmiştir.

Nitekim Yusuf’u hem kardeşleri kuyuya attırıyor, hem Züleyha zindana.  Ama kardeşleri nefretten, Züleyha aşktan. Zapt edemediği ve uğrunda kıvrandığı tutkuya dönüşen aşktan. Aşk tutkusuz da olmaz ki! İblisin başlangıçta Âdem’e olan hasedi, kardeşlerinin Yusuf’a olan hasedinden farklı değildir. 

Sonraları Yusuf ve Züleyha, Leyla ve Mecnun olur, Ferhat ile Şirin olur. Kerem ile Aslı, Tristan ve İsolde, Abelard ve Heloise, Romeo ve Juliet olarak önce İslam coğrafyasında başlayıp sonra Avrupa ve Asya’yı sarar. Endülüs’e varıp yedi yüzyıl yankılanır ve Amerika’ya sıçrar.  Önce dillerden gönüllere, sonra gönüllerden şarkılara akar, sonra kâğıtlara ve perdelere. “Romance” olur, şarkı, şiir olur, “chanson” olur, “lied” olur.  17. yüzyıldan itibaren roman olur, resim olur ve film olur aşk. Hayata her zaman tutunur. İnsanları hayata tutturan rabıta olur. 

Bugün çoğumuza normal gibi gelen bu tür hikâyeler Batı tarihinde ilkçağ ve Ortaçağ ortalarına kadar görülmez. Bunun sebebi de Troubador ve bugün adı gitar olan müzik aletleri ile bu kültürün, yani aşk kültürünün Batı’ya özellikle Endülüs’ten girmiş olmasıdır.  12. yüzyıla kadar Batı’da böyle bir anlayış, aşkı, aşığı, maşuku kutsayan bir anlayış yoktu. İsa kültleri böylece evrilir “Meryem kültleri”ne.

Bir toplumda çoğu zaman nelerden en çok söz edilirse, o şey zaten anlamını yitirmiş ya da yeni anlamlandırmayla yeni biçimleme aşamasındadır. Bu biçim de âşık ve maşuk’un ahval ve şerait doğrultusunda olur. Aşk, âşık ve maşuku biçimlendirmeden kendisi biçimlenmeye geçince zaten aşk, “aşık atmak” olmuştur.

Yoksa aşkın kendisi mi maşuktur ki sandukada küflenmiş duruyor?

Metin Bosnak - Haber 7

mbosnak@metinbosnak.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat