''İslamcılık'' ve yozlaşma

  • GİRİŞ28.02.2012 09:43
  • GÜNCELLEME28.02.2012 09:43

“İslamcılık” Osmanlı’nın son demlerinde Devlet-i âli’nin ömrünü uzatma reçetelerinden biri oldu. İslamcılık ille de İslam’a din olarak “ihya” etmek anlamına gelmiyordu. Tebaanın büyük çoğunluğu zaten Müslümandı. Amaç azınlıkları “İslamlaştırmak” da değildi. Fakat bir tür “istislam, yani Müslümanların İslamileştirilmesi anlamı taşıyordu. Osmanlı’nın hedefi Müslüman’dan “İslamcı” çıkarma çabasıydı.

Devletin içindeki ve dışındaki Müslümanları “uyanış” a çağırma Sûr’u oldu İslamcılık. Uykuya uyanan Devletin kamet getirmesi gibi işlev gördü. İslamcılığın birinci işlevi, Devleti diğer devletlere ve dinlere karşı güçlendirmekti. Amaç Devlet tebaasına yeniden moral aşılamak, onları uyandırmaktı.

Bu süreçte Gayr-i Müslimlerin Osmanlıdan ayrılmaları ve “ihaneti”nin büyük etkisi oldu. Önceleri Avrupa anti-Osmanlı olarak kimliğini tanımlarken, şimdilerde Osmanlı hem Batı’ya imreniyor hem de kendini Anti-Batı olarak konumlandırıyordu.

Zaten Batı deyince de zihinlerde küfür algısı oluştuğu için, onun zıddı kimlik de anti-Batı olacaktı. Öte yandan, Osmanlı İslamcılıkla Pan-Slavizme karşı kendi Müslüman nüfusunu güçlendirmek istiyordu. İngiltere ve Fransa’ya karşı da hem Ortadoğu hem Uzak Doğu’da etkisi olacaktı.

İkinci işlevi, Devlet içindeki diğer akımlara karşı onun tercihli konumunu ifade etmekti. İslamcılığı diğer akımlara karşı güçlendirmekte hedef temelde etnik milliyetçilik (Türk milliyetçiliği dâhil), Batı’dan ilham almıştı.

Milliyetçilik akımlarının Devletin dağılmasında etken olduğu inancı yaygındı, ama bunun temelde küfür ittifakı olduğu düşünülüyordu. Yoksa Abdülhamit gibi İslamcı bir Sultanda da Türklük bilinci vardı. Abdülhamit, Yahudilerin toprak satın alma isteğine karşılık olarak “Türk milleti”ne olan yükümlülüklerinden bahsetmiş ve aynı zamanda “Aşiret Mektebi” kanalıyla aşiret gençlerini Devlet’e yakınlaştırmak istemişti. Millet bilinci “ümmet”e rehberlik etme mesabesinde de olsa, zaten Batı’da Osmanlı Devleti “Türk İmparatorluğu” olara biliniyor ve Müslüman olanlara da “Türk oldu” deniyordu. (Sırpların Boşnakları, “sizler Türksünüz” diye soykırıma tabi tutmaları bu gerçeğe dayanmaktadır.)

Aslında, en son Türk nüfusta bu “milliyetçilik” bir “reçete olarak ortaya çıkmıştı. Burada bazı endişe ve tercihler vardı. Türk milliyetçiliğinin “gayr-ı İslami” algılanması ve bazı Müslüman ama Türk olmayan tebaanın tepkisi. “Necip millet”in İngilizler ve Fransızların tahrikleriyle ayrılması, sonra “Kureyş kökenli” halife talepleri de bu cümleden olmasına rağmen, Arapların ayrılmasının “milliyetçi” temelleri sadece Hıristiyan Araplara yoruldu. Zaten “asabiye” İslam dışıydı ve Müslüman Araplar da küffarın oyununa gelmişti.

Üçüncü işlevi, Devlet içindeki siyasi, iktisadi, askeri ve bürokratik yapıya tercihli bakıştı. Devletin “bekası” için “Osmanlı Birliğinin” bel kemiği olacaktı İslamcılık. Bir yandan, Müslüman bürokrasiyi uyardı. Diğer yandan, Müslüman olmayanlara şüphe izharı da vardı. Özellikle Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının seçiminde büyük rol oynadı. Devletin kendini koruma refleksi, sistematik olmaktan tepkisele dönüşmüştü. Özellikle iktisadi açıdan sıkışmalarda, “karmaşık” meslek gruplarındaki tebaanın farkına varılması gerekiyordu.

Dördüncü işlevi, Müslüman tebaanın tamamına bir uyarıydı. “Titreme ve kendine dönme” zamanıydı. “İslam’ı yaşamadıkları için” Devlet gerilemiş, medeniyet gerilemişti. Bu da ümmette iç monitörler tesis ederek, kitleleri inandıklarıyla asayiş teminine itecekti. Ayrıca Ulun Emr olan Devlete itaat de bu paketin içinde geliyordu. Osmanlı Mısır Valisinin nasıl bir tehdit oluşturduğunu unutmamıştı; bir de İstanbul’daki askeri ve mesleki grupların başkaldırmalarını.

Yani, Osmanlı kelebekken kozasına bürünmek istiyordu artık. Ayrıca olası şikâyetler için de “nasılsanız öyle yönetilirsiniz!” uyarısı vardı.

Devlet ricaline değil, bizzat halka dönen bir eleştiriydi bu. Naçar, bir bakıma “paralel evrenler” teorisini uyguladı Osmanlı. Ancak İslamcılık Osmanlı Devletini kurtaramadı. “İmanı kadar emin” olduğu Rumeli de ellerinden uçtu sonunda.

Meşrutiyet döneminde, İslam Birliği ideolojisini bizzat yöneten ve Teşkilat-ı Mahsusa ile de örgütleyen Sultan Abdülhamit iktidarında, anti-istibdat temayüllerden birinin de adı oldu İslamcılık.

Cumhuriyet döneminde, Cumhuriyet’in çeşitli safhalarındaki uygulamalar sanki yeknesakmışçasına, dinin karşısında bir görünümüne tekabül eden Cumhuriyet karşıtlığının da adı da İslamcılıktı. Bir kısmında yeni devletin oluşumunda iktidar savaşları ve yeni devletin çizgileri hâkimdi: Çerkez Ethem ve Şeyh Sait örneklerinde olduğu gibi. Bazen devletin kolluk güçlerine, bazen devletin doktrinlerine isyanın, bazen etnik ayaklanma girişimlerinin de adı oldu.  

Dahası, Osmanlı döneminde bazı sultanlar nasıl İslam dışılıkla suçlanmışsa, nasıl bazı çıkar kavgaları İslam üzerinden verilmişse, Cumhuriyet döneminin doğru-yanlış her uygulaması da İslamcılıkla tartıldı. 1923 yılı--yani Meclisin kurulması değil, Cumhuriyetin kurulduğu tarih-- her belanın miladı olarak, ortaya konulan kriptik lisanla bazen “50 yıldır” bazen “70 senedir” bazen “100” senedir tarzında dile getirildi. Sanki kokuşma ve çürüme Cumhuriyet’le başlamışçasına nesilden nesile anlatıldı.

Osmanlı’yı bizzat Mustafa Kemal yıkmışçasına tarih üzerinden verilen kavgaların adı da oldu. Hem Türkiye’de hem dünyadaki İslam Medeniyeti’nin vahim durumu, sanki Cumhuriyet "eliti" Osmanlı’nın askeri ve sivili değilmişçesine, bir günah keçisine tüm hataları, kusurları yüklemenin adı oldu. Osmanlı dönemindeki gerilemeye çare olarak bulunan “dinden uzaklaşma” neticesi, devletin gerilediği ve bu nedenle ümmetin sefilleştiği yanılsaması da İslamcılıktı.

Devamında ise İslamcılık ideoloji olarak, dinin anlaşılması ve yaşanması çabasından çok, din üzerinden birilerini suçlama, harabeye dönen bir medeniyetin intikamını almak için dış ideolojilere yönelmeyi bırakıp, bazen de içerdeki yapıyı dışarının uzantısı göstererek, içerde oluşan husumetin adı oldu. Sessiz bazen, bazen derinden. “Derin din” böyle oluştu.

Bunu yaparken de aslında kötülediği ne varsa, ona antitez olmaktan, onun yerine ondan iyisini ikame etmek yerine, hasım olduğunun yapısını ve uygulama ve yaklaşım tarzını benimsedi. Bu aşamada yine dini söylemlerden dördü öne çıktı ki bu aslında İslamcılığın kendi içindeki yozlaşmalarının da nedeni oldu: 

  1. Düşmanın silahıyla silahlanmak. (Ki aslında bu Asr-ı Saadette Müslümanların müşriklere karşı teyakkuzda olması anlamına gelirken, bunu kullanan kesimler kendilerini Müslim, “ötekini” ise müşrik konumuna sokuyordu.)
  2. Hudeybiye Anlaşması örneği. (Ki bu anlaşmada tarihsel olarak Müslümanlar müşriklere taviz vermiş gibi görünse de anlaşma kısa sürede onların çoğalmasına vesile olmuştu).
  3. Yahudilerin stratejilerinde önemli bir yer tutan, Tanrıyı totemleştirmek ve bizzat Firavun sarayında, Firavun krallığını yok edecek ve Yahudileri arz-ı mevuta götürecek olan Hz. Musa’nın kıssası. Bu da sinsi bir “sabır” sürecinin zafere götürecek bir rotası oluyordu.
  4.  Savaşta “her hilenin mubah olduğu” idi. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” demek suretiyle de dönem dönem yönetilenleri sorgulayan dini söylem, “kendilerinden” olmadığı teviliyle de Sünni gelenekteki Ulul Emre itaat inancını da ortadan kaldırıp ilga ediyor, bunu kendi iç yönetimlerin de geçerli olarak şekilde yeniden inşa ediyordu. İbrahim’in Kâbe içindeki putları yıktığı gibi bir gün “putlar” yıkılacaktı elbet, ancak bu süreç totemlerden arınmış bir ülke yerine, eskilerin yenileriyle ikame edilmesi şeklinde olacaktı.
  5. Netice olarak, antitez oluşturmak isterken tez’in kendinin uzantısı olmak. Bunun diğer bir ifadesi, karşı olduklarına ram olarak karşı takımın davranışlarını sergileme eğilimi. “Ücret” geride kalması gerekirken “altın”laşmanın başlaması böyle oldu. Yani aynı şartlar altında su yüz derecede kaynıyordu…
  6. Başkalarını İslamî açıdan yargılarken, kendiyle ilgili değerlendirmeleri “şartlar ve ilzam edici gerekçelerle” açıklama çabaları.

Yani İslamcılık, farklı tarih safhalarında, anti-Frenk (temelde İngiliz ve Fransız), anti-komünist ve anti-ateist, anti-SSCB, anti-kapitalist ve nihai olarak anti-Amerikan eşkâle büründü. Anti-İsrail ve anti-Batı en yaygın şekli oldu. Bazı sürümlerinde anti-kadın eğilimler olduğu da vaki. Yani bir türlü kendini bulup helallik isteyemedi.

Değişim başladı, mucizevî bir şekilde, hem de Amerika’nın “Türkler “neden bizi sevmiyorlar?”  diye düşündükleri dönemde İslamcılık da değişti birden. İçteki dinamikleri, dışarıdaki dinamiklerin gücüyle değiştirmenin adıydı değişim. İçerdeki “zinde güçleri” dışarıdaki zinde güçlerle takas etme stratejisi. Kinde güç birliği, dinde güç birliğinden ağır bastı.

Sonrasında “ihlâs” holding oldu; “ihsan” ve “uhuvvet” klik dayanışması. Liberal söylemle her şey “ekonomi” ile açıklanırken, Nefs muhasebesi, bize “ne getirir?” muhasebesine dönüştü. “İslamcı” büyük bir devinim yaşarken, Müslüman hep aynı kaldı. “Ne Doğu ne Batı! İslam, İslam” diyen İslamcıya nispet, Müslüman hâlâ “Doğu da Batı da Allah’ındır” diyerek yoluna devam ediyor. İnandığıyla barışık, kendiyle de.

“Azınlık” statüsü için Yüksek Mahkemeye başvurduğu da rivayetler arasında!

Metin Bosnak - Haber 7
mbosnak@metinbosnak.com

Yorumlar3

  • KENAN 1 yıl önce Şikayet Et
    Eyvallah.
    Cevapla
  • Kamil Ersoy 2 yıl önce Şikayet Et
    Kalemine sağlık güzel yazmışsın Yüce Rabbim sağlıklı uzun ömürler versin
    Cevapla
  • H.Ustun 3 yıl önce Şikayet Et
    Guzel bir değerlendirme olmuş hocam. Ellerinize sağlık. Son cümle de içime oturuverdi.
    Cevapla Toplam 1 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat