Gecikmiş Bir Feryat
- GİRİŞ28.09.2011 08:24
- GÜNCELLEME28.09.2011 08:24
Öncelikle, bu satırların yazarı kendisini Müslüman olarak tanımlamaktadır ve feryadının birincil muhatabı da kendisini Müslüman olarak tanımlayanlardır. Bir Müslüman için farklı ten renkleri ve farklı diller Yaratıcı’nın âyetlerindendir. Birbirini tanımak ve kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek için fırsattır. Bir kavme mensup olmak insana ne üstünlük sağlar ne de onu yenik düşürür. Milliyetçiliğin biyolojik, kültürel, tarihî veya siyasî üstünlük iddiaları bir İslam’ın ders verdiği varoluşsal esaslara taban tabana zıttır.
Maalesef bir çözülme ve dağılma sürecine girmiş durumdayız. Yakın zamana kadar kendisini Müslüman olarak tanımlayan Türkler ya da Kürtler, farkında olarak veya olmayarak, milliyetçi kamplara intisap etmeye başladılar. Şahsen en çok korktuğum bu bölünmedir. Önü alınmazsa maddî manevî büyük zulümlerin ve kötülüklerin doğmasına yol açabilecek bir şey bu.
Müslüman olmak bilinçli bir tercihtir; dünyayı satıp âhirete talip olabilmektir. Dünyevî kâr ve zararlar uğruna ilâhî rızanın kaybedilmemesi için gayret göstermektir. Hiç bir toprak parçasının veya iktidar kavgasının bir masumun kanına değmeyeceğini bilmektir.
Bu tercih bireyi her türlü dünyevî kimliğin üzerine çıkarır; bu sayede bir Müslüman verili olarak içinde bulunduğu grupların zulümlerine katılmak ya da bu zulümleri onaylamak durumunda kalmaz. “Bize yapılıyorsa kötüdür” veya “Biz yapıyorsak doğrudur” gibi milliyetçiliğin çocukça tarafgirliğine bir Müslüman saplanamaz.
Kabul etmeliyiz ki, bugüne kadar sivil toplumda Türkler ve Kürtler boğaz boğaza gelmemişse, bu harcaya harcaya galiba artık sonuna geldiğimiz İslâm kardeşliği sayesindedir.
Bizzat en bilinçli Müslümanlar arasında bile hayretle ve korkuyla gözlemlediğim milliyetçi savrulmalar bu kardeşliğin çoktan büyük bir tehlike içine girdiğini gösteriyor. Dünyevî gibi görünen olayların aslında ilâhî bir hikmetin sonucu vücut bulduğuna inananlara sesleniyorum:
Büyük bir tokat yemek istemiyorsak, hem dünyamızı hem âhiretimizi kaybetmek istemiyorsak, aklımızı başımıza almak zorundayız. Zulümlere kalben dahi taraftarlığı reddeden ve kınayan bir dinin mensubu, ne kerâmeti kendinden menkul müesses bir ulus-devletin hatırı için, ne de hasreti çekilen mutasavver bir diğer ulus-devlet için masumlara haksızlık edilmesine razı olabilir. Hiç bir zulümlü milliyetçilik başka bir zulümlü milliyetçiliğin bahanesi olamaz.
Bu yazı hiçbir pratik öneri getirme iddiasında değildir. Tanıma, asimilasyon, özerklik, federasyon vs. gibi konular, duygusallık ve şiddetin hakim olduğu şu günlerde geri plana düşse de, hali hazırda fazlasıyla konuşulan ve tartışılan konular.
İki zıt kutup gibi görünseler bile Türkçülerin ve Kürtçülerin aynı dili konuştuğunu ve bu dilin hakkaniyetten çok kuvvete ve silâha, daha çok kan akmasına dayalı bir dil olduğunu görebiliyoruz. Asıl mesele, bu fitneli zamanda adalet ve hakkaniyet çizgisinde durması gereken, kendini Müslüman olarak tanımlayanların tavrıdır. Dindar bir kadronun hükümette olması, bir ulus-devletin siyasî ve silâhlı manevralarına paydaş olmamızı gerektirmez. Fitne zamanlarında ancak “Ben bu oyunun içinde yokum. Hiç bir zulmün ortağı ve âleti olmam” diyebiliriz.
Sahneye konulan kanlı, şiddete dayalı plânı ancak bilinçli bir tercih boşa çıkarabilir. Bu coğrafyanın fazlasıyla duygusal ve kolayca provoke edilebilen insanlarına bir pusula gibi yön göstermesi gereken—Türk veya Kürt—Müslümanlar, eğer zihinlerinde her hangi bir milliyetçiliğin rüzgârına kapılmışlarsa, aynı sohbet ve zikir halkasında diz dize oturdukları kardeşlerine yabani bakmaya başlamışlarsa korkmak ve feryat etmek için haklı bir nedenimiz var demektir.
İktidar dili zulümlü bir dildir. Yüceltilen—ülkenin bölünmezliği veya kendi kendini yönetebilmek gibi—gayeler için mazlumlara zarar gelmesini, masumların kurban edilmesini önemsemez. “Büyük güzellikler” için “küçük kötülükler”i görmezden gelir. Bireyleri davası için kolayca feda eder.
Bu, bir Müslümanın konuşabileceği dil değildir ve olamaz da. Bir Müslüman ancak adalet ve hakkaniyet dilini konuşabilir. Zulüm ve haksızlık kimden hangi amaçla gelirse gelsin karşı çıkacak cesareti taşır. Masum bir cana kıymanın, bütün canlara kıymakla eşdeğerde olduğunu bilir.
Son söz olarak: öldükten sonra ilâhî huzurda üniter devlete halel getirip getirmediğimizin hesabı sorulmayacak bize. “Karşıma federasyonu kuramadan mı geldin ey kulum?” sorusu da sorulmayacak. Ama masumların hakkına halel getirip getirmediğimiz, zulümlere bizzat ya da tarafgirlikle ortak olup olmadığımız sorulacak.
İslam ve Müslümanlar bu ülkede tesbihin ipi veya balığın tuzu gibidir. İp koparsa hiçbir tespih tanesini kimse yerinde tutamaz.
Tuz kokarsa, kimsenin yapabileceği bir şey kalmaz.
Murat Çiftkaya - Haber 7
ciftkaya@yahoo.com
Yorumlar3