Bir “Tutarsızlık” Geleneği

  • GİRİŞ25.08.2020 08:13
  • GÜNCELLEME26.08.2020 08:24

Bir toplumu ayakta tutan en güçlü dinamiklerin başında kültür gelir. Bir toplumun elbisesidir kültür. Toplumun mayasıdır aynı zamanda. Bu yüzden toplumlar, kültürel birikimlerine göre şekillenirler.

 

 

Kültürün ana iskeleti geleneklerden oluşur. Geleneği güçlü olan toplumlar, yaşadıkları çağa güçlü adımlarla yürüme iradesini bünyesinde barındıran toplumlardır. Gelenekler, toplumun yüzyıllar boyunca biriktirdiği hafızanın toplamıdır. Bir toplum onu muhafaza ettiği sürece varlığını sürdürmeye devam eder. Onu harekete geçirip uygulamaya koyduğu andan itibaren de içinde bulunduğu çağa emin adımlarla yürümeye başlar.

Dünya, tarihin en büyük kırılma noktalarından birini yaşıyor. Oldukça sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz. Bu netameli günlerde kendi sıkıntılarına rağmen sahip olduğu güçlü gelenekten kaynaklanan misafirperverlik, dostluk, dayanışma, yardımseverlik, diğerkâmlık ve duyarlılık gibi saf insani birikimlerini bütün insanlığın istifadesine sunabilmek, bu milletin çağa yürüyüşünün en güçlü işaretleridir. Buna ilaveten ülkemizin, devlet aklını kullanarak pek çok alanda attığı cesur adımlar, bu yürüyüşte önünü aydınlatacak en sağlam enerji kaynaklarıdır.

 

 

Güçlü geleneklere ve oldukça zengin kültürel birikimlere sahibiz. Lakin yarınlarımızı şekillendirecek bu birikimleri hala yeterince tespit edip gün yüzüne çıkaramadığımız gibi onları yeni nesillerimizle tanıştıracak ve onlara aktaracak büyük projelere de imza atamadık.

Sağlıkta, ulaşımda, enerjide, eğitim alt yapısında, yerli ve milli sanayi ile daha pek çok alanda attığımız güçlü adımları bir an önce kültür alanında da gerçekleştiremezsek, çağa olan bu yürüyüşümüzün bir gözü kör, en önemli ayağı ise topal kalacaktır. Kanuni Sultan Süleyman’ın içini kemiren en büyük dertlerden birisi, büyük ceddi Fatih Sultan Mehmet’in kılıçla fethettiği İstanbul’u kültürel anlamda donatamamaktı. Bu yüzden Mimar Sinan gibi bir dâhiyi tanıdıktan sonra ona, yüzlerce katır yükü altınlar harcayarak İstanbul’u İstanbul yapan en güzel mimari eserleri inşa ettirdi.

Ya Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethettikten sonra ne yaptı?

Her şeyden önce bu nazlı şehri bir ilim ve kültür merkezi haline getirmek için çalıştı. İlk iş olarak da Fatih Camii’nin iki yanına dörderden sekiz adet olmak üzere inşa edilen “yüksek ihtisas” medresesi “Sahn-ı Seman” ı açtı. Burada kelâm, fıkıh, fıkıh usulü, felsefe, geometri, aritmetik ve astronomi gibi ilimler tahsil edilmesinin yolunu açtı. Öyle ki bu büyük kültür devrimi, dönemin en önemli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu gibi alimlerin İstanbul’a gelmesine vesile olmuştur. Bu hamleler, kılıçla fethedilen bir şehrin asıl fethinin ilimle ve devasa kültürel adımlarla yapıldığına en güzel örneklerden birisidir.

Lakin Fatih Sultan Mehmet’in asıl yaptığı bir şey var ki o da iki yüz yıl boyunca İslam toplumlarında unutulmuş müthiş bir geleneği yeniden gündeme taşıyıp hayat vermesidir; “Tehafüt" yani “tutarsızlık” geleneği.

Fatih Sultan Mehmet, dini ilimlerin yanında akli ilimlere ve felsefeye de müstesna bir önem vermiştir. Attığı bu adım Fatih Sultan Mehmet’in İslam düşünce geleneğinin bütün damarları hakkında bilgi sahibi olduğunu göstermenin yanında böyle güçlü bir geleneğe sahip çıkması adına da takdire şayandır. Belki de onu “İki Karanın Sultanı, İki Denizin Hakanı, Kayser-i Rum Fatih Sultan Mehmed Han” yapan sır, onun düşünce geleneğimize olan bu büyük vukufiyeti idi.

Hüccetü’l-İslam İmam Gazali, hakikat arayışı kapsamında çağın fikir akımlarıyla büyük bir hesaplaşmaya girer. Bu anlamda hesaplaştığı akımlardan biri de felsefedir. O, bu konuda “Tehafütü’l-Felasife” yani “Filozofların Tutarsızlığı” adıyla bir kitap yazarak filozof Aristo’yu ve onun İslam toplumundaki güçlü temsilcilerinden olan Farabi ile İbn-i Sina’yı şiddetli bir şekilde eleştirir. Onları tutarsızlıkla suçlar. Hatta daha da ileri giderek adı geçen filozofların yirmi noktada hata yaptıklarını ve üç noktada ise küfre düştüklerini belirtir. Gazali’ye göre filozofların bazı görüşleri tutarsızdır. Kendisi de bu eserinde onların bütün tutarsızlıklarını dile getirmiştir. Böylece İslam düşüncesinde “Tehafüt” geleneği İmam Gazali eliyle ortaya çıkmış olur.

Gazali’nin vefatından on dört yıl sonra dünyaya gelen, aynı zamanda dedesi ve babası gibi kendisi de kadılık yapan Endülüslü Filozof İbn-i Rüşd, Gazali’nin bu eserine karşı “Tehafütü’t-Tehafüt” yani “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” adıyla bir eser kaleme alır. İbn-i Rüşd de bu eserinde İmam Gazali’yi eleştirir ve onu tutarsızlıkla suçlar. Yani İbn-i Rüşd’e göre Gazali’nin filozofları tutarsızlıkla suçlayan fikirleri de tutarsızlık arz etmektedir. İslam toplumunda “Tehafüt” geleneği bu yolla devam eder.

Fatih Sultan Mehmet, kısaca değindiğim bu tutarsızlık geleneğini bilen, takip eden ve bu geleneğin devam etmesini isteyen büyük bir sultandır. Zira o, bu tür köklü tartışmaların toplumda ne denli fikri bir uyanışa sebep olacağının olabildiğince farkındadır. Bu yüzden Hocazade Muslihiddin Bursavi ile Alaeddin et- Tusi’yi yanına çağırır. Onları bu geleneğin başlatıcıları olan İmam Gazali ve İbn-i Rüşd’ün tehafütlerinin incelenip karşılaştırmalarının yapılması için görevlendirir. Bu hususta doğru bilginin kurallarını ve doğru davranışın ilkelerini merkeze alan çok zengin tartışmalar yapılır. Hatta altı gün süren bir tartışma bizzat Fatih Sultan Mehmet’in huzurunda gerçekleşir.

Ne acıdır ki bu tür zengin geleneklerimiz kaybolup gidiyor. Toplumumuzun ilgisi bu tür üst düzey tartışmaların emzirip besleyeceği hayati önemdeki kültürel zenginliklere ve açtığı büyük ufuklara yönelmiyor artık. Hatta bu tür önemli meseleler takım tutar gibi düşünür tutma seviyesine kadar indirilmiş durumda. Bu tür kültürel ve fikri damarların toplumun geleceği açısından taşıdığı önemi kimse umursamıyor artık. Herkesin merak ettiği şey, pek çok meselede olduğu gibi bu hususta da bu tartışmanın galibinin kim olduğundan öteye geçmiyor.

İmam Gazali ile başlayan Tehafüt geleneği, bu coğrafyada yaklaşık sekiz yüzyıl sürmüş ve Osmanlının son Şeyhülislamlarından Musa Kazım Efendi’nin yazdığı; “İbn Rüşd’ün Felsefi Metodu ve İmamı Gazali ile Bazı Konulardaki Münazarası” adlı eseriyle son bulmuştur. Bu gelenek çerçevesinde on iki adet eser yazılmıştır

Bizim bu tür güçlü geleneklerimi yaşatmakta gösterdiğimiz acziyet, kültürel ve ilmi sahalarımızın önemli bir kısmını çoraklaştırmış ve başka kültürlerin etkisine açık hale getirmiştir. Bu yüzden kendi düşünürlerimize ait birçok çalışma oryantalistlerin gayretleriyle yapılmakta, yorumlanmakta ve bize bu yolla ulaşmaktadır. Bu oryantalistlerin büyük bir kısmı, bizim geleneğimiz üzerinde bizden çok söz sahibidir. Bizden çok çalışıyor, bizim kültürümüze bizden daha fazla kafa yoruyorlar. Bunların İslam tefekkür tarihine dair genel yaklaşımları ise daha ziyade yönlendirici ve yıkıcı bir mahiyet arz ediyor. Özgün düşünürlerimizin bir ömür harcadıkları büyük meselelerin çoğunu görmezden gelen, küçülten ve onların özgünlüğünü yok sayan bu tarafgir yaklaşımlar, bu toprakların zihnini bulandırmakta, körpe tefekkür kanallarını tıkamaktadır. İslam düşüncesi adı altında okuduğum bu tür eserlerin pek çoğunda, eşsiz geleneğimiz ve kültürel birikimimiz maalesef “din-bilim çatışması” hezeyanı altında heba ediliyor.

Bunlara özellikle “din-bilim çatışması” konusunda sormak lazım; siz hangi yüzle bizim kültürel zenginliklerimizi elimizden ç/alıp bir zamanlar içinde boğulduğunuz kendi kültürel açmazlarınızı bize satmaya kalkıyorsunuz?

Mürsel GÜNDOĞDU

murselgundogdu@gmail.com

@MrslGndgdu

mursel.gundogdu1@facebook.com

Yorumlar2

  • Hasan keskin 4 yıl önce Şikayet Et
    Harika -i hakikat müsademe -i efkardan doğar. Ancak biz bu bilince sahip değiliz üstadım
    Cevapla Toplam 3 beğeni
  • Bilal KARSLI 4 yıl önce Şikayet Et
    Hocam çok doğru söylersiniz de, merhum Aliya Izzetbegoviç'inde belirttiği gibi " Davalar acılarla doğar, büyür, refah ile ölürler." Bu günkü dramatik durumunuz bu.
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat