Ne Günlere Kaldık?

  • GİRİŞ29.12.2020 09:06
  • GÜNCELLEME30.12.2020 09:44

Şükür başta olmak üzere sabır, sebat, az da olsa elindekiyle yetinme, tok gözlülük ve tevekkül gibi dini, insani ve irfani duygular özellikle son dönemde medya ve sosyal medya ortamlarında bir çeşit acizlik olarak gösterilip bu şekilde tanımlanıyor. Bunun neticesinde de aza sahip olan ve elindekiyle yetinip hüsn-ü niyetle onun şükrünü eda etmeye çalışan insanlar kınanmaya, türlü yaftalarla aşağılanmaya çalışılıyor. Üstelik bununla da kalınmayıp onların samimi duyguları tahrik ediliyor ve her fırsatta birtakım gizli ve kirli emellere alet edilmek isteniyor.

 

 

Ne günlere kaldık, nasıl bir dünyaya uyandık?

Bu vahim durum karşısında insanın, “Allah sonumuzu hayır eylesin”, demekten başka bir söz gelmiyor diline.

 

 

İnsanların şükretmesine, sabretmesine ve tevekkül etmesine anlam veremeyip onlarla alay etme cüretini gösterenler unutmamalıdır ki insanın ve toplumun mayası olan bu duyguları kaybetmek hepimizin gönül gözünü kör eder. Bu güzel hasletler kaybolunca ihtiras ateşleri her yeri sarar. Toplumlar yaşanmaz hale gelir. Dizginlenemeyen bu tufan, hepimizin gönül çatısını uçurur ve hiç kimseye sığınacak bir yuva bırakmaz.

Malın, mülkün, servetin, emellerin ve ihtirasın sonu var mıdır?

İnsanların manevi değerlerine saldırmayı meslek edinenler, daha çok kazanmak için binilen hırs ve tamah atlarının nice insanı derin uçurumlardan aşağıya yuvarladığını, nice aileyi perişan ettiğini, nice genci cinnet nöbetlerine ittiğini ve toplumdaki güven duygularını altüst edip sokakları içinde yaşanmaz hale getirdiğini görmüyorlar mı? Yoksa görüp de görmezlikten mi geliyorlar? Ya da benim kirli emellerim gerçekleşsin de kimin canı yanarsa yansın umurumda değil, türünden ucuz, basit ve bayağı bir hissiyata mı kapılıyorlar?

İnsanların manevi duygularını alaya almaya yeltenenler, mirasına konmak için ana-babasının canına kıyan, en yakın arkadaşını arkadan bıçaklayan, başkalarının bin bir zahmetle kazandığı mallara sanki kendi kazancıymış gibi çöreklenmeye çalışan ve ihtiraslarını gerçekleştirmek için hiçbir insani değer tanımayan azgın bir nesil mi arzuluyorlar acaba?

Asırlardır bu toprakları gönül filizleriyle aşılayan müşfik eller, başta şükür olmak üzere sabır ve tevekkül gibi manevi hasletlerin insanın hakiki mayası ve öz fıtratı olduğunu öğrettiler bizlere.

Bizler, üzerine kültür ve medeniyet inşa ettiğimiz bu insani duyguların son zamanlarda göçmen kuşlar gibi can evimizden uçup gittiğine hayıflanırken kendi kültürüne, fıtratına yabancılaşmış ve mayası ekşimiş bir takım zevatın çeşitli medya ortamlarında ahkam kesip bu hasletlere savaş açtığını görünce, insan ne diyeceğini bilemiyor gerçekten.

Oysa bizler, varoluş sırrımızdan sadece birisi olan şükretme duygusunu hayatımızdan çıkarmaya başladıktan sonra sonu gelmeyen arzu ve ihtiras rüzgarlarında sağa sola savrulmaya, bir türlü frenlemeye güç yetiremediğimiz heva ve heveslerimizin şiddetli fırtınalarında kolumuzu kanadımızı kırmaya devam ediyoruz. Büyüyelim derken küçülüyor, uzayalım derken kısalıyor ve zenginleşelim derken iyice fakirleşiyoruz.

Çalışıp çabaladığı halde az mala sahip olup bunun şükrünü eda etmek bir insanlık ayıbı mıdır ki bu durum ulu orta dillendiriliyor? Malın-mülkün sahibi biz miyiz?

İnsanın en büyük zenginliği Allah’tan başka hiç kimseye muhtaç olmadan hayatını idame ettirebilmekten başka nedir ki?

O mayası ekşimiş insanlar bilmiyorlar ki mal, mülk, makam ve servet herkes için bir imtihan vesilesidir. Bu çağın en büyük yanılgılarından birisi dünyanın gösterişine ve ışıltısına kapılıp malı mülkü kendimizin zannetmemizdir. Oysa onların hepsi bize Mülkün Sahibi olan Allah’ın bir emanetidir. Tıpkı hepimize karşılıksız olarak bahşettiği bedenlerimiz gibi. Aklımız gibi. Vicdanımız gibi. Envai çeşit duygularımız ve hislerimiz gibi. Ne çabuk unutuyoruz ki bir insan ne kadar mala, mülke ve servete sahip olduğuyla değil az ya da çok olsun bu mal ve mülke karşı geliştirdiği tavırla ve gösterdiği yaklaşımla imtihan edilecektir.

Bizler parayı, pulu, makam ve mevkii emanet olarak gören bir medeniyetin mensuplarıyız.

Kendi kültür ve medeniyetini bilmekten aciz, kendi değerlerinden ve tarihi gerçeklerinden uzak yaşayanlar, pek çok konuda olduğu gibi para, pul, makam, mevki ve diğer hususlarda kendilerini telafisi mümkün olmayan hatalara düşmekten kurtaramıyorlar. Böylece kendilerine ve topluma yabancılaştıklarını iyice pekiştiriyorlar. Hal böyle olunca onlar, şükre sarılmanın ve sabra tutunmanın bir acizlik olduğunu zannediyorlar.

Oysa şükretmek ve olaylar karşısında sabır göstermek bir acizlik değil insani bir başkaldırıdır. Şükre ve sabra sarılmak, teslim olmak ve pes etmek değil çağa karşı bütün haysiyetini kuşanıp insanca direnmektir. Sonu gelmez heveslerimizin ve dizginlenemeyen arzularımızın derin uçurumlarında kaybolmaktan kendimizi olduğu gibi toplumu da koruyup kollamaktır şükretmek.

Gündelik arzular, uzayıp giden emeller ve geçici hevesler ne kadar tatmin edilirse edilsin hiç sönmeyen aksine üzerine gittikçe daha da azgınlaşan duygularımızdır. Kontrolü insanın elinde olduğu sürece bu duygular insanı hayata bağlar, yaşama sevinci aşılar ona. Ancak bu duygular kontrolden çıktıktan sonra hem bireyin hem de toplumun hayatını zindana çeviren bir canavara dönüşürler.

O yüzden aklı başında olan herkes, insanları şükür ve sabrından dolayı ayıplamaya değil de onları elindekilerle yetinmeye, helalinden kazanç elde etmeye ve gözleri başkalarının mallarından, servetinden, lüksünden alıkoymaya davet eder. Zira içinde yaşadığımız çağ, arzuları kamçılayan, hevesleri artıran ve emellerin boyunu sınırsız bir şekilde uzatan azgın bir çağdır. Böyle bir çağda sabır ve şükür zırhına bürünmeyen insanların ne tür çirkinliklerin içine yuvarlandıklarını her gün beyaz camın arkasından seyretmekten insanlığımızdan utanır hale gelmedik mi?

Sevgili Peygamberimiz; “Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, iki vadi olmasını ister. Onun ağzını ancak toprak doldurur” buyurmuştur. Aklın, vicdanın ve gönlün bağlandığı buna karşılık arzu, heves ve emellerin sonuna kadar salındığı bu çağ, hiçbir şeyle yetinmeme ve şükürsüzlük çağı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ruhumuzun buz tuttuğu bu günlerde gönüllerimizi zırh misali koruyan şükür, kanaat ve sabır elbiselerine ne kadar da muhtacız oysa.

Ve ne kadar az şükrediyoruz.

Kalın sağlıcakla efendim.

Mürsel GÜNDOĞDU

murselgundogdu@gmail.com

@MrslGndgdu

mursel.gundogdu1@facebook.com

Yorumlar2

  • Ali 3 yıl önce Şikayet Et
    Nede güzel özetlemişsiniz mürsel bey gönlünüze sağlık.
    Cevapla Toplam 3 beğeni
  • Hakkı An 3 yıl önce Şikayet Et
    Allah ım Namerde muhtaç etmesin; kendinden başkasından istetmesin.
    Cevapla Toplam 3 beğeni
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat