Musikimizin Kök Deseni; Hammamizade İsmail Dede Efendi

  • GİRİŞ30.11.2023 08:52
  • GÜNCELLEME01.12.2023 08:46

19. Yüzyılda dünyada yaşanan sosyal ve kültürel değişim Osmanlı’yı da etkisi altına almış, bunun neticesinde sosyal hayatta olduğu gibi edebiyattan güzel sanatlara kadar kültüre dair her alanda savrulmalar ve yeni arayışlar ortaya çıkmıştı. Türk Musikisi de bu değişimlerden nasibini alanlardandı. Bu durum aslında bir taraftan geçmişte Buhurizade Mustafa Itrî gibi büyük ustaların gayreti ile yeşerip kökleşmiş olan musikimizdeki geleneksel tarzı tehdit ederken diğer yandan yeni gelişmelerden faydalanarak musikimizi bir adım daha ileriye götürebilecek potansiyeli bünyesinde barındırıyordu.

Hammamizade İsmail Dede Efendi işte böyle bir sosyo-kültürel savrulma ortamında açmıştı gözlerini dünyaya.

O, sahip olduğu musiki yeteneğiyle hem klasik üslubumuza sahip çıkarak öz musiki geleneğimizi muhafaza etti hem de çağın gereklerine göre onu birtakım yeniliklerle bezeyerek daha da gelişmesinin önünü açtı. Öyle ki Hammamizade İsmail Dede Efendi, geleneksel üsluba sadakat ve bağlılığı yanında musikideki gelişmeleri takibi, yeniliğe açık oluşu ve bestelerindeki ince işçiliği sayesinde ortaya koyduğu birbirinden güzel eserlerle hem gönlümüzün hem de kulaklarımızın pasını silmeye hâlâ devam ediyor.

Takvim yaprakları 9 Ocak 1778’i işaret ediyordu. İstanbul Şehzadebaşı’nda mevsim, eşsiz kış bestelerinin heyecanına yoğunlaşmıştı.

O sıralar hali vakti yerinde olan Süleyman Ağa ile eşi Rukiye Hanım’ın evinde iki tatlı telaş aynı anda yaşanıyordu. Bunlardan birisi Kurban Bayramı’nın ilk günü olmanın getirdiği manevi huzurdan nasiplenme koşuşturmacası, diğeri de aileye yeni katılan bir erkek evladın gönle yansıyan sevinciydi. Süleyman Ağa oğlunu eline aldı. Kulağına ezan okudu ve kutlu bir bayram armağanı olarak aileye katılan evladına İsmail adını koydu.

Süleyman Ağa; Manastır’ın Görice sancağına bağlı Kesriye kasabasından İstanbul’a gelerek memuriyete başladı. Uzun yıllar Vezir Cezzar Ahmed Paşa’nın mühürdarı sıfatıyla Filistin, Lübnan, Suriye ve muhtelif bölgelerde görevlerde bulundu. Nihayet Cezzar Ahmed Paşa’nın yaptığı haksızlık ve zulümlere tahammül edemeyerek istifa etti. İstanbul’a döndü ve Şehzadebaşı’nda Acemoğlu Hamamı’nı işletmeye başladı. Babasının bu mesleği İsmail’in “Hammamizade” sıfatıyla anılmasına vesile olurken daha sonra Mevleviyye tarikatına mensup olması ise ona “İsmail Dede” ve nihayet “Dede Efendi” unvanları kazandırmıştır.

Onun yetenekleri eğitim gördüğü sırada ayan beyan ortaya çıkmaya başladı. İlk öğrenimini Çamaşırcı Mektebi’nde tamamladı. Sesinin oldukça güzel olmasından dolayı “ilahicibaşı” oldu. Musikiye dair yeteneği aşikâr olunca bu alana yöneldi. İlk derslerini bir merasimde kendisini dinleyip çok beğenen Anadolu Kesedarı Uncuzade Mehmed Emin Efendi’den aldı. Yenikapı Mevlevihanesi’ne düzenli devam ederek ruhi gelişimini de ihmal etmedi. Burada Ali Nutkî Dede’den istifade etti. Onun kardeşi Abdülbaki Nasır Dede’den hem ders aldı hem ney üflemeyi öğrendi. İçinde bulunduğu bu seçkin atmosfer bir taraftan onu beslemeye devam ederken diğer yandan da dönemin ileri gelen musikişinaslarından faydalanma yolunu açtı. O da bu durumu değerlendirerek musikiye dair yeteneklerini günden güne geliştirdi. O sıralar defterdarlık baş muhasebe kaleminde kâtip muavini olarak çalışmaya başladı. Aynı zamanda da fıtri istidadı olan musikiye dair çalışmalara iyice yoğunlaştı.

“Zülfündedir benim baht-ı siyahım.”

Takvimler 1789 yılını eskitiyordu. Hammamizade İsmail, Mevlevi Üstadı Ali Nutkî Dede’ye intisap ederek çileye soyundu. Bu olaydan kısa süre sonra da babasını kaybetti. Bu acının yakıp yıktığı yüreğindeki derin çilenin henüz ikinci yılındayken şarkı bestelemeye başladı. Nitekim “zülfündedir benim baht-ı siyahım” mısraıyla başlayan buselik şarkı bestesi, musiki çevrelerinde geniş yankıya sebebiyet verdi. Zira bu eser, üslûp ve melodik yapısı bakımından dönemin diğer eserlerinden çok farklıydı. Bu durum, musikiye aşk derecesinde ilgisi olan Padişah 3. Selim’in de dikkatinden kaçmadı. Nitekim 3. Selim bu eserin bestekârını merak ederek onu saraya davet etti. Hammamizade İsmail’e takdirlerini bildirdi.

Takvimler 1801 yılında dolanırken Hammamizade İsmail, Mevlevihane’deki çilesini tamamlayarak “Dede” unvanı aldı.

Birbirinden güzel bestelerin önü açılmıştı bir kere ve İsmail’in gönlü bu unvanı aldıktan sonra coşkun bir sel olup akmaya başladı. O sıralar bestelediği, “ey çeşm-i ahu hicr ile tenhalara saldın beni” mısraıyla başlayan hicaz beste, musiki çevrelerinde yepyeni bir dalgalanma meydana getirdi. Bu son çalışması ona şöhret kapılarını da aralamıştı.  Ulaştığı yüksek seviye bu defa sadece saraya davet edilip padişahın takdirlerine mazhar olmakla sınırlı kalmayıp aynı zamanda haftada iki kez sarayda icra edilen küme fasıllarına hanende olarak katılmasının da önünü de açtı.

İsmail Dede Efendi, 1802 yılında saray eşrafından Nazlıfer Hanım’la evlendi.

Bu birleşme, onun hayatında bazı ayrılıkların başlangıcı gibi olmuştu adeta. Nitekim evlendikten sonra dergâhtan ayrılıp kiralık bir eve taşındı. Artık sadece sohbet günlerinde Mevlevihane’ye gidip odasında musiki dersleriyle meşgul oluyordu. O günlerde üst üste iki derin acıyla yüzleşti. 1804’te üstadı Ali Nutkî Dede’yi hemen ardından da ilk çocuğu Salih’i kaybetti. Çok sevdiği oğlunun vefatı üzerine duygularını, “bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde” mısraıyla başlayan bayati besteyle ölümsüzleştirdi. Sarayda 3. Selim tarafından kendisine gösterilen teveccühe ise “müştâk-ı cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ” mısraıyla başlayan suzinak besteyle karşılık verdi.  Ne var ki acıların önü açılmıştı bir kere ve durmak bilmiyordu. Nitekim 1808’de annesini hemen ardından da hamisi 3. Selim’i kaybetti. 1810 yılında ise ikinci çocuğu Mustafa’yı ebedi istirahatgahına uğurlayarak üst üste gelen acılarını yeni biriyle perçinledi.

Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin sarayla münasebetleri 2. Mahmud zamanında gelişerek sürdü.

1812’de Padişahın sohbet halkasına alındı. Hemen ardından müezzinbaşılığa getirildi. 2. Mahmud tarafından özel imtiyaz nişanıyla taltif edildi. Onun hanendeliği, hocalığı ve bestekârlığı bu dönemde zirveye ulaştı. Pek çok talebe yetiştirdi ve bu alanda öncülerden oldu. Ayin, durak, ilahi, peşrev, saz semaisi, kâr, kârçe, murabba, semai, şarkı, türkü, köçekçe gibi musikimizin dinî ve din dışı sahasında birbirinden değerli eserler verdi. Dinî bestelerinde tasavvufî coşkuyu bütün derinliğiyle dile getirdi. Onun dini eserleri arasında Mevlevî ayinlerinin özel bir yeri vardır. Besteleri arasında “yine bir gülnihâl aldı bu gönlümü” ve “yüzündür cihânı münevver eden” mısraıyla başlayan şarkılarda olduğu gibi yeni arayışlar içeren eserler yanında  “ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum” mısraıyla başlayan bestenigâr şarkı, “baharın zamanı geldi a canım” mısraıyla başlayan köçekçe, “yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştü” mısraıyla başlayan mahur yürük semai ve “ey büt-i nev eda olmuşum mübtelâ” mısraıyla başlayan şarkı, birbiri ardınca bestelediği 500’ün üzerindeki eserden sadece birkaçıdır.

Dede Efendi’nin büyük eserleri geleneksel üslûba dayalı olanlardır.

Bununla beraber o, musikiyi geniş kitlelere yaymak amacıyla şarkı ve köçekçe gibi küçük formda eserlerin yanında bestelediği birbirinden güzel türkülerle halk zevkine verdiği değeri ortaya koymuştur. Şarkılarında hüzün, sevinç ve coşkunun kol kola yankılandığı çok farklı bir ruh hali gizlidir.  O, musikiye yeni bir üslup kazandırarak geçmişle gelecek arasında sağlam bir köprü kurmayı başarmış, yetiştirdiği talebeler ve muazzam besteleriyle öz kültürümüzün yeni nesillere ulaşmasını sağlayarak Türk musikisine çok değerli hizmetler yapmıştır.

Musikide geleneksel üslubu koruma taraftarı olan Hammamizade İsmail Dede Efendi, Sultan Abdülmecid döneminde musikide Batı etkisinin hızla artmasından rahatsızlık duyanların başında geliyordu.

Bu ruh haletiyle gönlünün tarumar olduğu ilerlemiş yaşlarında bazı talebeleriyle hac farizasını yerine getirmek için padişahtan izin aldı. Aşk ve meşk içinde geçen uzun bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştı. O sıralar yakalandığı kolera hastalığının acılarıyla yüzleşti. Nihayet bu hastalığın pençesinden kurtulamayarak 29 Kasım 1846 yılında Mina’da vefat etti. Mekke’de Hz. Hatice validemizin ayak ucuna defnedildi.

Kültür ve medeniyetimize yaptığı değerli katkılardan dolayı her Türk evladının Hammamizade İsmail Dede Efendi’ye teşekkür borcu olduğunu düşünüyorum. Huzur içinde yatsın.

Kalın sağlıcakla efendim.

Mürsel GÜNDOĞDU

murselgundogdu@gmail.com

 

Yorumlar2

  • Yaşasın Filistin 4 ay önce Şikayet Et
    Amin amin amin
    Cevapla
  • Fahri Kuş 4 ay önce Şikayet Et
    Derinlemesine bir yazı, teşekkürler
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat