Soru Sorma Zorluğu

.

  • GİRİŞ26.05.2018 06:03
  • GÜNCELLEME28.05.2018 07:46

İnsan nasıl olur da varlıklar dünyasının çok anlamlılığı ortasında dikilip bir mucize olduğundan muhteşem ve harika varoluşun içinde ayık bir şekilde durur da soru sormaz? Nasıl olur da sadece insanların duyumsayabildiği soru sormanın hazzından ve hırsından tir tir titremez?

Nietzsche, içinde yaşadığımız dünyanın sürekli olarak yaratılan ve yeniden yaratılan bir sanat yapıtı olduğunu, dünya denilen bu yanılsama ağının ardında ve ötesinde hiçbir şeyin bulunmadığını dile getirir. Dünyanın, tabiatın üzerinde, tarihin içinde, yapay bir evren, medeniyet dediğimiz beşeri kurgu olduğu bir gerçek.. Onun ardında ve ötesinde hiçbir şeyin bulunmadığı ise yalan. Çünkü Allah (c.c.) var.. Hakikat budur: Alemin yaratıcısı Allah’tır ve varoluş O’nu yüceltir..

 

 

 

Medeniyet dediğin Allah'ı yüceltmekten, tazim ve tespihten başka ne olabilir? Oysa özü Yaratıcı’yı yüceltmek olduğunu inkar eden çağdaş modern uygarlıkta,  hesapsız kitapsız içine düşülen, her bölgesi iliklerine kadar kutuplaşmış kültür ve medeniyet denilen sözkonusu yapay dünyada, üstünlük sağlayan konumlarını sürdürmek için milim kıpırdamak istemeyen zıtların gürültülü ve kaotik esareti altında insanca yaşamak, rahat nefes almak son derece zor. Bu varoluş zorluğu ve sıkıntısı, hakikati arayanların geçmek zorunda oldukları bir sınav. Dünyayı bir baş belası, hayatı bir dert görenler, kısaca varoluş problemini ciddiye alanlar, hakikati arayışta yalnızlığın ceremesini de çekereler. Kimse hakikate uyumlanma, sadık kalma çabasına girmezken; herkes, dünya güçlerinin eli altında durarak mutlak hakikate ulaştığı iddiasında bulunur çünkü. Dolayısıyla dünya güçlerinin karşısına dikilip soru sormak yerine sürekli onlar adına cevap verenler arasında yaşamak büyük bir işkencedir.

Otuzlu, kırklı yaşlarda olmasına rağmen hakikate erdiğini, tarihin gizemlerini ve yasalarını çözdüğünü ileri süren Batıcı aydınlar vardır. Doğal ve sosyal çevresinde olup bitenlerin karmaşık yapısını anlamak için soru soracağına, sorgulama yapacağına ya komplo teorilerinin sözde aydınlığına uğruyor ya da varlığını adadığı yapıların kendisi için hazırladığı paket programların hayal dünyalarına, hazır kuramlara, yabancı söylemlere dalıyor. Hayatı çoktan çözmüş olduğuna inandığından, belli sığ modern anlayışları taşıyan hiç kimse, yeni bir soru sormayı aklının ucuna bile getirmiyor.  Batı’da önceden hazırlanmış, aynı tür cevapları peş peşe sıralamak varken soru sormak gereksiz görülüyor sürekli. Soru sormak yerine devamlı ithal cevaplarla takma akıl mahpushanesinin ideoloji denilen avlusunda volta atıp hakikati yakaladığı zannına kapılıyorlar.

 

Görünen köy kılavuz ister mi? Algı alanında olandan kuşku duyulur mu? Maddi ve manevi üstünlüğü ortada olan modern Batı uygarlığı karşısında teslim olmaktan başka ne yapılabilir? Çevresinde toplandıkları Batılı düşünürlerin oryantalist duruşundan, çelişkili, dayanaksız düşüncelerinden zerre şüphe duymuyorlar. Dini “şüphe” duyulmaz inanç olduğu için hakikat görmeyenler, Batı düşüncesinden hiç şüphe duymuyor. Modern düşünce, kendine dönük ‘şüphe’nin en büyük uygarlık düşmanlığı olduğunu sanıyor. Batıcılar, Batılıların şarkıları üzerinde hiç düşünmeden ve sorgulamadan söylemeye çalışıyor; aynı insanlarla aynı ‘şarkı’yı birlikte söylemeye adıyorlar ömürlerini. Koro dışında kalanlar, şarkı söylemeye katılmayanlar, tez elden düşman bilinip hakikatlerine zarar verici ve giderek yok edilmesi gereken ‘zararlı’ unsurlar olarak görülüyor. Koroda o fettan güzel şarkıyı söylemeyenler, nefret ettikleri şüphe ‘virüsü’nün yayılmasını sağlayanlar olarak görülüyor.

Soru sormak, uyanışa varacak bir çaba halini alınca, sorularla her durum rahat bir şekilde hakikate sunulabilecektir. Sorularla hakikate gitmek yerine soru sormayı kestikleri, belli Batılı ideolojileri taşımaya  sorgusuz sualsiz devam ettikleri süreçte, son durak, duvar olarak beliriyor hayatlarında. Dünyayı, ideolojilerle basitçe formüle ettiklerini sandıkları için duvara tosluyorlar. Sonra da bu duvarı kimin ve neden koyduğunun yeni yalan dünyasını kuruyorlar o köhnemiş, çalışmayı unutmuş beyinlerinde: Komplo teorileri. Kısaca bir kısır döngüye giriyorlar: İdeoloji yanlış değil, o hatalı değil, onu başarısızlığa düşüren “öteki’dir”; ötekinin sanrısıyla yerden kalkmaya çalışıyorlar. Gözlerini Batılı ideolojilerle bağlayanlar ile komplo teorileriyle güç toplamaya çalışanlar, sahtekarlar ile tamahkarlar, kısaca bu iki zıt kutbun kifayetsiz muhterisleri cehaletin gölgesinde kolayca anlaşıyorlar. Batıcılık son çeyrek asırda statükoculuk ve muhafazakarlık haline geldi.. Hakikat çağrısı beyinlere kan sıçratıyor. Hakikate çağıranları anında yok etmek için bağırıyor, bel altı vuruyor hatta tehdit de ediyor: “Tek hakikat benim hakikatimdir. Ya bana itaat edersin, ya da…” Hakikat ile karşılaşma ihtimaliyle öyle çılgınlaşıyorlar ki şehirleri virane haline getiriyorlar, bombalıyorlar ve Müslümanları öldürüyorlar. Hayat ve tarih, Batı hayalperestliğinin algıladığı ve herkese de dayatmak istediği kısa yol formülünden ibaret değil. Son iki asırdan beri Batılı dünya güçleri, Darülislamı işgal edip bombalıyorlar, yurtları, yuvaları insanların başına yıkıyorlar, dört bir köşede katliamlar uyguluyorlar. İslam milleti teslim olmuyor, direnişini sürdürüyor.

Oysa insan her başarısızlıktan bir ders çıkarır, her duvara çarpmasından bir sonuç çıkarır. Önüne duvarı koyanları suçlu göstereceğine, belki de ilk kez kendisine bir iyilik yapıp “Neden çarptım?” diye sorar. Batı ve Batıcılar sormaz. Zira zihin kodları artık buna müsaade etmez. Yeni duvarlar hayatın her evresinde belirmeye devam ederken o, her yere düştüğünde o duvarları yapanları suçlamaya, kendisinin neden başka bir yol bulamayıp da duvara çarptığını sormamaya, sorgulamamaya çaba gösterir. Zira zor olan, hayatta soru sormaktır.

Fikir alanında, akıl meydanında Sezai Karakoç gibi az da olsa Müslüman aydın sanki ‘düşünmeye mahkûm olmuş’ gibi, hakikat yolunda soru sormaya devam eder. Soru sordukça, cevapların çeşitliliği gözlerini kamaştırır. Hakikate sadık aydının zihni dur durak bilmeden çalışmaya mahkûm olur. Zira gerçek adaletin düşünceden geçtiğini, Batıcılığın ise hakikatten uzaklaşmanın, toplum mühendisliği olduğunu bilir. Hakikate sadık aydın yanılmaz mı? Yanıldığı zaman, durumu hakikate sunmayı başaramadığı anda bunun yeni bir zihin besin olacağını bilir. Hakikat yolunda nakil, akıl ve ilham denge içinde çalışacaktır; bu denge tecrübesinin, şeytan ve uşakları karşısında en güçlü silahı olduğunu anlar. Yere düşmekten korkmaz gerçek aydın; o, soru sordukça yere nasıl ve hangi şartlarda düşülmeyeceğini öğrenir. Aydın, mutlak hakikatle sorgulanmış hayatın, verili gerçeğin ancak ve ancak soru sorarak ve doğru cevapları araştırmakla bir anlam ifade edeceğini bilir. Hayatla sınandığı için, dünyayla derdi olduğu için soru sorar. Sordukça hakikate yaklaşır. Htarihin yasaları ve hayatın işleyişi ile derdi olmayanlar ise soru soranları sevmez, hatta nefret ederler.

Batıcılık ve onun bir versiyonu olan komploculuk, bu iki zıt kutup, sözde gerçekçilik ve idealistlik olarak insanı uyutur, durumları hakikate götürmekten alıkoyar. Her iki Batıcı zıt kutbun arasında yaşamaya çalışmak, hele itiraz etmek cesaret gerektirir. Küçük Moskova ya da Küçük Washington rüyalarında yaşayanlara ve soru soranlara hayat hakkı tanımak istemeyenlere karşı çıkmak, hakikate sadakat çabası gösterenlere oksijen sağlayacaktır.

Asılolan rüyalar alemi, ütopyalar değil, mutlak hakikattir. Zor olan ise, soru sormayı bilmektir; soru sorarak uyanık kalmak ve hakikat yolunda sorularla mesafe alabilmektir.

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat