İlim ve alimin şerefi

.

  • GİRİŞ18.06.2021 09:19
  • GÜNCELLEME19.06.2021 09:48

            Bu yazıda İslam’ın Mısır’da yayılışında ya da Mısır’ın Darülislam’a katılışında ilmin rolünü ele alacağım. Alim toplum ilişkisini, ilk alimler olan sahabelerin çalışmalarıyla tanımlamaya çalışacağım.

                       MISIR’IN MÜSLÜMANLAŞMASI

            Hz. Ömer radiyallahu anh döneminde İslam ordusu, Mısır üzerine ilk olarak sahabeden Amr bin As komutasında M.S. 639'da yürüdü. İki yılın sonunda, M.641'de Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) barış yapmak zorunda kaladı. Bizans kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra 642'de İskenderiye Müslümanların eline geçti. İskenderiye, Hatay ve Tarsus gibi Hıristiyan Bizans’ın önemli ilim merkeziydi. Bu yüzden İskenderiye Mısır, İslam topraklarına katıldıktan sonra İslâm âleminin belli başlı ilim merkezlerinden biri olmuştur.

            İslam tarihi kaynaklarında fetihten itibaren 300’den fazla sahâbenin Mısır’da yaşadığı bildirilmektedir. Suyûti (ö. 911/1505), Hüsnü’l Muhâdara isimli eserinde harf sıralamasına göre 353 sahâbe ismini zikretmektedir.

            Mekke ve Medine’de yaşayan sahâbîlerin Mısır’da yaşayan ashâb-ı kiramdan, kimsenin bilmediği hadisleri öğrenmek için ilmi ziyaretleri olmuştur. Sözkonusu ilmî yolculuklar (rıhle), tâbiîn döneminde iyice yaygınlaşmıştır. İlim öğrenmek isteyen tâbiîn, başka yerlerde yaşayan sahâbîlere ilmî ziyaretler gerçekleştirmiştir. Mısır’da yaşayan sahâbîlerin, Mısır halkının İslam’ı kabulü ve dini öğrenmesine çok büyük katkıları olmuştur.

            Mısırlı bazı âlimler de Medine’ye giderek orada yaşayan İmam Mâlik’ten (ö. 179/795) ders almışlar ve onun görüşlerini Mısır’a taşımışlardır. İmam Mâlik’in görüşleri Mısır’da hızla yayılmış ve hicri II. asrın sonlarında Mısır’ın çoğunluğu Mâliki Mezhebi’ni benimsemiştir.

            H. 198 yılında, (M.S. 814) Mısır’a gelen İmam Şâfiî de burada kendi görüşlerini Mısırlılara aktarmıştır. Hicri 3. Asır ile birlikte Mısır’da Mâlikî ve Şâfiî mezhebi müntesipleri arasında rekabet ve gerilim yaşanmaya başlamıştır.

Mısır’ın İslam topraklarına katılması, İslam medeniyetinin inşası ve halkının İslam toplumu haline gelmesi sahabelerin, tabiinin, tebe-i tabiinin ve ulemanın çabalarıyla gerçekleşmiştir. İslam tarihinde Mısır ve uleması İslam medeniyetine hizmetleriyle haklı bir üne sahiptir.

            Anadolu’nun İslam toprağı haline gelmesi, sahabeler, tabiin, tebe-i tabiin ve ulemanın çabaları sonucu İslam medeniyetinin inşasıyla gerçekleşmiştir. Bu muhteşem hikayeyi müstakil bir yazıda anlatacağım. Burada sadece tarih boyunca İslam medeniyetinin ihyasının ve tecdiitin / yenilenmesinin İslam alimlerinin işi olduğunu vurgulamakla yetineceğim.

            KURAN-I KERİM’DE İNSANIN KAİNATTAKİ KONUMU

            Allahu teala, kainatı, ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla an be an yaratmaktadır; bu nedenle oluş, onum içindeki tarih ve hayat mucizedir. Bu hakikat, Kuran-ı Kerim’de şu ayette ifade edilmiştir:

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istivâ eden; geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. Bilesiniz ki, halk (yaratma) da emir (yönetme) de yalnız O’na aittir. Âlemlerin rabbi olan Allah yüceler yücesidir. ” (Araf Suresi; Ayet:54)

            Ayetin devamında Allah’ın arşa istivâsının yani yücelerden yüce olup bütün evreni hüküm ve tasarrufunda bulundurduğunun kozmolojik bir kanıtı olmak üzere, açık bir ifadeyle “O’nun geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örttüğü”, işaret yoluyla da (bi’l-işâre) gündüzü gecenin üzerine örttüğü; kezâ güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğdirdiği belirtilmektedir. Böylece dünyanın dönüşüyle gece ve gündüzün birbirini izlemesinin; güneş, ay ve yıldızlardaki oluşma ve değişmelerin, bunlarla ilgili “tabiat kanunları” denilen yasaların –determinist teorilerde ileri sürüldüğünün aksine– tabiatın özünden kaynaklanmadığı; aksine Allah’ın kusursuz bilgi, irade, kudret ve hikmetinin eserleri olduğu ortaya konmaktadır. Çünkü “halk (yaratma) da emir (otorite, yönetme) de yalnız O’na aittir.” Emir hem emretme fiilini ve yetkisini hem de iradeyi, takdiri ve kararı anlatır.

            Klasik tefsir kaynaklarında âyetin bu cümlesi dikkate alınarak, evrendeki bütün varlık ve olaylar “halk âlemi” ve “emir âlemi” diye ikiye ayrılır. Cismanî varlıklarla bunlar arasındaki fiziksel ilişkiler halk âlemi, melekler ve ruhlar gibi mânevî varlıklarla bunların ilişkileri de emir âlemi içinde değerlendirilir. İslâm düşüncesinde bunların ilkine “şehâdet âlemi”, ikincisine “melekût âlemi” de denmektedir.

            Ancak bu ayete göre maddesiyle mânasıyla her şeyi var eden de O’dur, buyuran da O’dur; yaratma ve yönetme O’na aittir; varlık O’nun halkı, varlığın kanunları O’nun emridir; madde ve mâna, beden ve ruh, mülkiyet ve tasarruf hep O’nun eseri ve düzenlemesi olup O’nun eksiksiz ilmi, hür iradesi ve sınırsız kudretiyle varlık ve işlerlik kazanmaktadır.

            Ayetin başında yer alan “Rabbiniz ...” şeklindeki hitapla Allah’ın insanı muhatap almaya değer görmesi ve şeref vermesi; ayrıca, “elâ” ünlemiyle âyetteki hikmetlere insanların dikkatinin çekilmesi, donatıldığı özel nitelikleriyle insanoğlunun evrendeki seçkinliğine delâlet eder.

            Allahu teala sonsuz ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla kainatı, varlıkları, insanı, hayatı ve zamanı/tarihi yaratmaktadır. Geceyle gündüzü sürekli sarmakta, paketlemektedir; böylece zamanı yaratmaktadır. Ayette ‘’Bilesiniz ki, halk (yaratma) da emir (otorite, yönetme) de yalnız O’na aittir. Âlemlerin rabbi olan Allah yüceler yücesidir.’’ buyrularak yaratma ve yönetime, kısaca zaman ve tarihe dikkat çekmektedir.

            İSLAMİ İLİMLER VE İSLAM ALİMLERİNİN ŞEREFİ

            İlim denen nesnenin bir ucu bizde yani âlem-i halk’ta ise diğer bir ucu da Allah’ın âlem-i emirde, emir dünyasındadır. Böyle olan başka şeyler de vardır; örneğin ruh, akıl, hatta nur da böyledir. Bunlar âlem-i emre, yani bir ucuyla Allah’a taalluk ettikleri için bunların mahiyetini bizim tam olarak bilmemiz mümkün değildir. Özellikle ruh için Allah öyle buyuruyor: ‘Sana ruhu soruyorlar; de ki, ruh Rabbim’in emri kabilindendir ve size bilgi adına çok az şey verilmiştir’ (İsra 85). Burada hem ruhun hem de ilmin/bilginin âlem-i emirle alakası anlaşılır. İlahi sıfat olan ilmin/bilginin mahiyetinin tam olarak anlaşılamaması bizim alanımızı aşıp Allah’ın alanıyla temasta olmasındandır; bilgi felsefesinde problemin çözülememesinin nedeni de budur, düşünürler bir türlü akılla işin içinden çıkamamaktadır.     

            İslam alimlerine göre Kuran-ı Kerim’deki şu üç konu ilmin üstünlüğüne işaret eder. İlki, ilmin Esmâ-i Hüsnâ’dan, Allah’ın sıfatlarından biri oluşudur. İnsanların da O’nun isimleriyle bezenmesi bir şeref payesi ve yakınlaşma sebebidir. Allah’ın, ilim ifade eden birden çok ismi vardır. Alîm, Allamü’l-ğuyûb, Âlimu’l-ğaybi ve’ş-şehade, Habîr, Hakîm, Muhît, Semî’, Basîr gibi isimleri ve sıfatları hep O’nun ilminin/bilgisinin kuşatıcılığını anlatır.

            Kuran-ı Kerim’de ilmin üstünlüğüne vurgu yapan ikinci konu, Adem aleyhiiselamın ‘isimlerin’ öğretilmesi, yani ilim verilmesi sebebiyle meleklerden üstün hale gelmesi ve meleklerin ona secde/tazim etmelerinin istenmesidir. İsimlerin öğretilmesi, isim verme kabiliyetinin öğretilmiş olması, yani tanımlar yapıp düşünce sistemleri inşa etme, kuramlar geliştirme yeteneği demek olmalıdır. Özetle ilim tariflerle / isimlendirme ile başlar. Bu özellik olmasa insan eşyayı ve olayları birbirinden ayıramaz, ayıramayınca da anlamaz.

            Üçüncü konu, Allah’ın ilimleri şahit olarak kendisiyle birlikte zikretmesidir: ‘Allah şahittir ki, O’ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahittirler. Allah’ın adaleti gerçekleştirmesi için bu böyledir. Ve O’ndan başka ilah yoktur, O Azîz’dir/mutlak galiptir, Hakîm’dir/her işinde hikmet vardır’ (Ali İmran suresi; Ayet:18).

Allah’ın kendinden başka ilah olmadığına şahitlik etmesi, bunun böyle olduğunu bildirmesi ve bunun delillerini yaratması iledir. Melekler de bu bilgiyi O’ndan alıp peygamberlere iletmekle buna şahitlik etmiş olurlar. Peygamberler ise bunu kabul edip ümmetlerine duyurmakla, ilim sahipleri de peygamberin öğrettiklerini ümmete anlatmakla şahit olmuş olurlar. Allahu teala bunu adalet yerini bulsun diye böyle yapmıştır. Çünkü aksine bir inanış, zulüm olurdu, Allah’ın hakkı olan boyun eğiş / kulluk / ibadet başka otoritelere / yasa koyuculara / ilahlara yapılmış olurdu.

            Demek ki, vahiyle sağlamlaşmış bilgi olarak ilim, insana şeref bağışlamakta, böyle yüksek bir dereceye yükseltmektedir. Alimler, Allah’ı hakkıyla tanımayı, böylece adaleti ayakta tutmayı sağlayan nedenlerden birisidir. Ayrıca kainattaki en büyük olayın, tevhidin güçlü şahitlerle tam tespit edilmesi alimledir. Tarihin muhteva ve hüviyet kazanması da alimledir.

            İslam medeniyetini alimler kurar ve ayakta tutarlar. Alim bozulursa, emniyet, hizmet ve adalet kalmayacağından medeniyet çöker.

Yorumlar1

  • mizan 2 yıl önce Şikayet Et
    İslâmî ilimlere ve kainata/kainattaki işleyişe İslâmî ilim perspektifiyle bakmaya öğrenmiştim, alışmıştım ve adeta bu hale aşık olmuştum ki şahsen, nazarımca en kıymetli mefhumlardan idi; Lâkin bir belaya çattık, hayatımdaki en büyük imtihanım oldu. Git gide eski halim kayboldu gitti. Yani demem o ki birader: O hali bilen anlar ne kadar tatlı olduğunu, tabi ki pahalıdır, ucuza verilmiyor, bedel isteniyor. Ne bahtiyar o ki; Bedelini ödemiş olsun ve istikametini muhafaza etsin..
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat