Tevhid bilinciyle yaşamak
- GİRİŞ23.09.2023 11:26
- GÜNCELLEME26.09.2023 08:14
Tevhit, hem düşünce sistemi hem de bir yaşama biçimidir. Allah celle celalluhunun varlığına ve Bir’liğine inanmak, tevhidin ilk ilkesidir. Tevhit, kullukta Allah azze ve celleye yönelip aklı fikirle ve kalbi zikirle Allah’a bağlamak ve O’nun dışındaki güçlerden uzaklaşmaktır; düşüncede ve eylemde benlikten soyutlanarak sâdece O’nun varlığını idrak etmektir.
İslam alimleri tevhidin üç seviyesi olduğunu bildirmişlerdir: Tevhidin başlangıcı ceza korkusuyla yapılan tevhit; orta seviyesi cennet arzusuyla yapılan tevhit ve yüksek düzeyi de tesbih ve tazim duygusuyla yapılan tevhittir. Yunus Emre, “Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni diyerek tevhidin bu üç aşamasını anlatır” dizeleriyle bu gerçeği ifade etmiştir.
İnsan emeğinin karşılığını hak görür ve almak ister; yaptığı işe karşılık beklemek ve ona değer vermek insanlık gereğidir. İslama göre sadece sevgi ve saygıdan doğan bir tevhitle cezadan korkarak ya da ödül umarak oluşan tevhit bir değildir. Allah celle celaluhunun azabından korkmak da onurlu bir davranıştır; fakat sevgi ve saygıya dayalı tazim daha yüksek bir duygudur.
Allahu Teala’nın hakkı olan tevhitten ise insan acizdir ve tam bir tevhitte böyle bir zaafı vardır.
MUTLAK ÖZNE
Bedir Savaşı’nda üç yüz kişilik İslam ordusu kendilerinin üç katı, dokuz yüzü aşkın Mekkeli müşrik ordusunu hezimete uğratmıştı; komutanlarını da öldürmüştü. Savaşın en kızıştığı sırada Allah Rasûlü sallahu aleyhi vesellem ellerini semâya kaldırarak duâ etmiş ve yerden aldığı bir avuç kumu düşmanların yüzüne doğru atmıştı.
Sonunda müşrikler bozguna uğramış, Müslümanlar zafer kazanmıştı.Allah Teala tevhit inancının bir gereği olarak kendisinin mutlak özne (fâil-i mutlak) olduğu gerçeğini vahiy yoluyla hatırlattı:
“Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı; bunu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı. Allah her şeyi işitmekte, her şeyi bilmektedir. İşte size lutfu! Allah inkâr edenlerin tuzaklarını hep bozmaktadır.” (Enfâl Suresi; Ayet: 17-18) Allah Teâlâ Bedir zaferinden sonra Müslümanlar zafer sarhoşluğuna kapılmamaları için bu ayetle uyarmıştır.
Peygamber sallahu aleyhi vesellem, Bedir, Huneyn gibi birkaç savaşta yerden bir avuç çakıllı toprak alarak düşmana doğru savurmuş, avucunda bulunan kum, toprak ve çakıllar birçok savaşçıya isabet ederek onları etkisiz hale getirmişti. Ayette öldürme fiili genel olarak müminlere, atma fiili de Resûlullah sallahu aleyhi veselleme nisbet edilmektedir; her ikisini de hakikatte onların değil, Allah’ın gerçekleştirdiği belirtilmiştir.
Tarihte cereyan etmiş savaş, fetih, barış, şehir ve devlet kurma gibi millet ve devlet işleri anlatılırken özne olarak, yapan, eden olarak liderin, devlet başkanının anılması gelenekleşmiş bir anlatım biçimidir. Nitekim İslam tarihinde de İslâm ordusunun yaptıkları, aynı zamanda onların kumandanı olan Hz. Peygamber sallahu aleyhi vesellem üzerinden anlatılmıştır.
Atanın, öldürenin Allah olması ise, bu savaşta meleklerin gönderilmesi, düşmanın kalbine korku salınması, tam zamanında müslümanlara kolaylık, düşmana hareket zorluğu getiren yağmurun yağdırılması gibi mûcizeleri, olağan üstü ilâhî yardımları ifade etmektedir. Kulun irade ve gücünün bir şekilde etkili olduğu fiillerin de yaratıcısı Allah’tır; ancak bunlar için “Allah yaptı” denilmez de “Kul yaptı, verdi, öldürdü...” denir.
Kulların irade ve güçlerinin dahli bulunmayan veya ilâhî müdahalenin olağan üstü olduğu durumlarda ise fiil doğrudan Allah’a izâfe edilir; bu ifade biçimi günlük dilde de yaygın olarak kullanılır. İslam’a göre alem Allahu Tealanın ilim, irade ve kudreti altındadır, bu yüzden hayat bir mucizedir; çünkü an be an yaratılmaktadır.
İnsanların bir kısmı Allah’ın rızâsı çerçevesinde bir hayat yolu, istikamet üzere yaşamayı seçerken diğer kısmı ya O’nu hiç tanımamış yahut da rızâsına bağlı kalmamıştır. Bu yüzdendir ki Allah, rızâsını gözetenleri desteklemiş, onların eliyle O atmış, ötekileri öldürmüştür.
İslam’da tevhit olarak kavramlaştırılan ‘Bir’i görmek’ ya da ‘mutlak özne’yi görmek inâyet-i ilâhiyye işidir. Allah gösterirse insan o gerçeği görmeye güç yetirebilir, değilse acze düşer. Bir’i görmek için şaşılıktan kurtulmak lâzımdır. Şaşılıktır, insanı şirke ve küfre götüren.
TEVHİTTE MÜŞAHADE VE MURAKABE
Tevhitte bir müşâhede, bir de murâkabe anlamı vardır. Peygamber sallahu aleyhi vesellemin Cibrîl Hadisi’ndeki ihsân tanımında tevhidin iki boyutunu da görmek mümkündür: Hadîsteki ‘Allah’ı görüyormuşçasına kulluk’ ifadesi müşahede tevhidin müşahade boyutunu, ‘her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor’ ibâresi de murâkabe boyutunu ifâde etmektedir.
İnsan, müşahede anlamındaki bir tevhitte, kendine ve kendi kabiliyetlerine herhangi bir şey izafe etmeden kendini ve eşyâyı Allahu Teala ile kâim görür. Eşyaya bakarken onları sevk ve idâre eden kudreti, Külli İrade’yi, Mutlak Özne’yi müşahede eder ve kendisinin de O’nunla kâim olduğunu idrak eder. Emrine girerek, cüzi iradesini de, idaresini de O’na bırakır. Böylece tevhit hakikati kulu büsbütün kuşatmış olur.
Sonuçta kul her şeyin Allah ile kâim olduğunu görür. Nereye baksa O’nun varlık ve birliğini gösteren delîller müşâhede eder. Böyle bir tevhîdde kulun nefsi aradan çıkmıştır. Kul fâil-i mutlak olarak sâdece O’nu görmeye başlamıştır. Artık kulun tevhîde alâmet aramaya, delîl bulmaya ihtiyâcı kalmamıştır.
Müşahedeye erememiş kişilerin durumunu anlatan murâkabe kavramında ise kulun sürekli olarak Allah tarafından gözetlendiğini, kontrol edildiğini düşünmesi ve bu düşüncenin ibadet ve davranışlarına yansıyarak kullukta “ben”i devreden çıkarması söz konusudur.
Her gün namazlarımızda en az kırk defa okuduğumuz Fâtiha sûresinde: “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” diyoruz. Bu ifadelerimizde ibâdet ve kulluğumuzun ancak O’nun yardım ve desteğiyle gerçekleştiğini îtiraf ediyoruz. Çünkü O, gönül dünyâmıza ibâdet neşesi ve kulluk arzusu vermese, biz nasıl ibâdet edebiliriz?
Allah azze ve cellenin gönlümüze lütfedip böyle bir arzu vermesi, “Buyur gel ey kulum” diye bizi kendine çağırmasıdır. Biz o davetle O’na yöneliyoruz. O’na yönelişimizi kendimizden değil, O’ndan bilmeliyiz. O, davette bulunmasa, bu düşünceyi, bu duyguyu vermese, biz nasıl nefsimizin hevasını aşıp O’na koşabiliriz ki?
TEVHİT BİLİNCİYLE KULLUK
İbadetler, Kur’an ve sünnetin kulluğa vesîle kıldığı davranışlar manzumesidir. Bu ibadet kapsamına giren davranışların gereği olan manevî özellikler onların kalitesini arttırır: Gafletsiz bir namaz, gıybetsiz bir oruç, minnetsiz bir zekât ve sadaka, âlâyişsiz bir hac, riyâsız bir cihat, usanmadan zevkle yapılan bir zikir ve nefsani afetlerden uzak bir itaat gerçek ibâdet tevhit bilincinin görünümleridir.. Husûmetsiz bir rızâ, şikâyetsiz bir sabır, şüphesi olmayan bir yakin, sürekli bir müşâhede, dönüşü olmayan bir yöneliş ve fasılasız bir vuslat da yine tevhit bilinciniin göstergesi kalb eylemleridir.
Nemrûd, İbrâhim aleyhisselamı ateşe atacağı zaman Cebrâil gelip “Herhangi bir ihtiyâcın var mı” diye sordu. İbrâhim aleyhisselam “Senden mi, aslâ!” cevâbını verdi. Cebrâil “Öyleyse Allah’tan iste isteyeceğini” dedi. İbrâhim aleyhisselam bu sefer de “O benim hâlimi görüyor ve biliyor. Ben âlemlerin Rabb’ına teslîm olmuşum” dedi (el-Bakara Suresi; Ayet:131 ).
İbadetlerinde, işlerinde ve davranışlarında Hakk’ın rızası dışında bir amaca yönelmeyen; aklı, kalbi, rûhu ve bedeniyle sâdece O’na yönelen kimse yüksek manevi derecelere ulaşır. Kulluk ve ibadetlerini huşu denilen duygu yoğunluğuyla ifa eden kimse, fiilini nefsine değil Hakk’a izafe ederek amel ve davranışında ihlâsa erer.
Hz. İbrâhim o sırada elleri ve ayakları zincire vurulmuş ve mevhum bir akıbete doğru sürüklenmekteydi. Ancak onun tevhîdi müşâhedesi, gönlünde bir inhirâfa yer bırakmamıştı. Nemrûd’un ateşine karşı Allah’tan başkasının yardımını kabûl etmeyen İbrâhim misâli cehennem ateşine karşı Hakk’tan yardım dilemek durumundayız.
Tevhît bilincine eren, hayattaki tek amacı Allahu Teala olandır. Tevhit bilincine erende sevgi ve tercihler, şahsî ve nefsânî olmaktan çıkıp O’na âit olur. Çünkü Bir’e tutulan, Bir’in varlığını sevgisine adayan kararlarında kendisine ait bir tercih taşımaz. Bir savaşta Müslüman asker, düşman ordusuyla ya da öldüreceği kişiyle şahsi düşmanlığının olup olmadığına bakmaz, mensubu olduğu orduyla birlikte hareket eder, komutanlarına itaat eder.. Askerin komutanına itaati, şahsi tercihlerin iptalidir; ret ve kabulleri, bütün tercihleri savaş bağlamında merkeze bağlıdır.
Gerçek tevhite eren, cüz’i irâdesini Hakk’ın külli irâdesine râm eder. Bütün tercihlerinin; kabûl ve reddinin nefis ve hevasının ya da başkalarının değil, O’nun kabûl ve reddi olması gerektiğini anlamıştır o artık. Tevhit bilinci, insanın ibâdette olduğu kadar hayâtın her safhasında Bir’i görmesi, Bir’i hissetmesi ve Bir ile yaşadığının farkına varmasıyla gerçekleşebilecek bir bilinç düzeyidir.
Yorumlar6