Tazmanya da var canavar da / GALERİ
- GİRİŞ21.01.2011 04:30
- GÜNCELLEME21.01.2011 04:30
Nuray Kahraman'ın gezi yazısı 1
Tazmanya’ya üç uçak aktarması, bir gemi ve araba da dahil olmak üzere yaklaşık 16.000 km ve 36 saat yol katederek ulaşıyoruz. Ne zorumuz mu var? İş olsun, artı merak...
Melbourne’den bindiğimiz gemi Titanik tadında. Yataklı ve koltuklu bölümleri, restoranı, gazinosu, barı, kafeleri, terası ile yüzen bir otel. Biz koltuklu bölümü tercih ediyoruz. Ucuz olduğundan diyeceksiniz, evet aynen öyle.
Oturduğumuz koltukları eğip büküp, ayak koyma basamağına gerekli ayarlamayı yaptıktan, kitap okuma lambasına şekil verme kombinasyonlarını tamamlayıp, battaniyeleri poşetlerinden çıkarıp, yastıkları kılıflarına tıkıştırdıktan, yani ortamın keşfini bitirip, gemide bize ayrılan bölümü talan ettikten sonra gemi turuna çıkıyoruz.
Eğlence için yaşayan insanlar...
Restoran dolusu insan atıştırmakta; bir yanda oluk oluk içkiler gırla. Bu insanlar su niyetine alkol tüketiyor. Üst katlarda kafe tarzı, sohbetin dibine vurabileceğiniz, manzaralı, reklam araları okyanus havasını ciğerlerinize stok edebilmeniz için önü boylu boyunca teraslı mekânlar mevcut. Buralarda in-cin top oynuyor, biz de onlara eşlik ediyoruz. Azığımızı çıkarıyor ve başlıyoruz akşam yemeği formatına zorla sokulmuş, aperatif standartındaki öğünümüzü tüketmeye. Yemek ve sohbete doyup, göz kapaklarımız sinyal verdiğinde kamaramıza dönüyoruz. Herkes kendi bölümüne elindeki kartları okutarak girebiliyor.
Çıkarken üzerinde ‘push’ yazan butona basmanız gerekiyor. Kapıda bekliyoruz, kafası güzel turist abimiz butonu görmediğinden kapıda bakınıp duruyor. Yardımcı olmak, en önemlisi de artık uyuyabilmek hevesiyle adama “push, push” diyorum. Adam sevinçle dönüp bana teşekkür ediyor. Bu sözü kendi ülkemde bir adama desem böyle minnettar olur muydu, beni sağ bırakır mıydı acaba?
Uyku zamanı...
Üzerimize battaniyeler örtüp, yastıkları kulak arkası ve baş altı edip yolculuğun ilerleyen saatleri kendimizi okyanus şırıltısı ve maalesef diğer yolcuların hırıltı ve horultusuna kaptırıp; gemi batar, köpekbalıklarına yem oluruz korkusu, vardık diyelim neler neler göreceğiz heyecanı eşliğinde dalıyoruz hülya, kabus karışımı, bol molalı, kesik kesik uykumuza. Sahi, insan evinden gayrı bir yerde kaldığında neden hemen uyuyamaz, sık uyanır, yerini yadırgar? Neden rahat dahi batar insana?
Kara göründü!
Sabahın ilk ışıklarıyla varıyoruz Tazmanya’ya. Burası Avustralya’nın güneydoğusunda bulunan bir ada. Ada çok çeşitli ekoloji barındırdığından, yaklaşık dörtte biri UNESCO doğa mirası koruması altına alınmış. Adanın yaklaşık % 40'ı milli parklardan oluşuyor. En etkileyici olan doğal varlığı Cradle Dağı ve el değmemiş, ulaşımı bile zor olan güneybatı kısmı.
ÜLKEYİ YAKINDAN TANIMAK İÇİN FOTOGALERİMİZİ ZİYARET ETMEYİ UNUTMAYIN
Tazmanya, adını 1642'de bu topraklara ayak basan ilk Avrupalı olan Hollandalı denizci Abel Tasman'dan almış ve anakara Avustralya gibi burası da önce azılı mahkumlar için cezaevi olarak kullanılmış. Bass geçidiyle ayrıldığı Avustralya'dan 200 kilometre uzakta olan, 500 bin nüfuslu Tazmanya, 70 bin kilometrekarelik yüzölçümünün neredeyse yarısına yakını koruma altında olan doğal bir cennet. Güneyinde Antarktika'ya kadar, batısında da Afrika'ya kadar hiçbir kara parçası olmadığından iklimi aniden değişebiliyor. Bizdeki gibi Sibirya'dan değil ama güneyden dondurucu soğuk gelebiliyor, bazen de okyanusun ta öteki tarafından sıcak Afrika esintisi!
İnsan az, yapı az, bol kepçe doğa
Yer gök mavi, aralara itina ile yerleştirilmiş yeşillikler mükemmel tabloyu tamamlıyor. İnsan düşünüyor: Cennet adeta böyle bir yer olmalı. “Gezin görün dünyayı nasıl yarattım” ayeti burada tecelli ediyor adeta. İnsan az, yapı, yerleşim az. Bol kepçe doğa ve özgürce gezinen canlılar. İnekler, koyunlar, kuşlar v.s. Gezmek de yemek-içmek, giyinmek gibi şahsa münhasır. Zevk alınan yerler, seyahat anlayışı her birey için farklılık gösterir. Benim gibi doğası bol, insan ve onun üretimi yapılanma yok denecek kadar az olsun diyorsanız, Tazmanya tam size göre.
Misyonerlik mirası kiliseler...
Korunmuş tarihi eserler o döneme yolculuk etmiş hissi uyandırıyor. Bu eserlerin çoğu kiliseler. Etrafta yerleşim olmadığı halde bu kadar kilise olması tamamiyle sosyolojik bir vaka. Bölgeyi ele geçiren Avrupalıların misyonerlik çabaları. Peki, çok mu dindarlar, neden yardım, ya da sömürme amaçlı gittikleri yerlerde dinlerini yayma çalışmaları yapmaktalar? Cevap bana göre gayet açık: Vicdanlarını rahatlatma çabaları. Amaç dini görünür, kendileri de bu fikre inanırlarsa şayet, içleri rahat edecek; rızkını, ırzını, memleketini, özgürlüğünü, kültürünü, dilini ve dinini ele geçirdikleri insanlara karşı elle tutulur bir savunmaları, mahşer günü yanmayacaklarını kendilerine ikna için de sarılacakları bahaneleri olacak.
ÜLKEYİ YAKINDAN TANIMAK İÇİN FOTOGALERİMİZİ ZİYARET ETMEYİ UNUTMAYIN
Yeldeğirmenleri, su kenarları, çiçek tarlaları derken, iki ileri bir geri mehter takımı süratinde kalacağımız yer, başkent Hobart’a varmamız uzun zaman alıyor. Şehrin merkezine geliyoruz; medeniyete kavuştuk ama buranın dahi dokusu bozulmamış, gözümüzü tırmalamayan yerleşkeye raslamıyoruz. Merkezde bulunan büyük bir parka giriyoruz. Her yerde envai çeşit çiçekler... Yüzyıllarca önce ölenlerin mezartaşlarını duvarlara yerleştirmişler. Ecdada saygı hat safhada!
Tarihi bir şemsiyeciye giriyoruz. Burada yüzyıllarca öncesine ait şemsiyeleri satın alabiliyorsunuz. Bunları kimler kullanmış, nelere tanıklık etmiş bu materyaller, eşyanın dili size neler anlatıyor; kulak verirseniz eğer, etkisi bir süre geçmiyor, uyarayım.
Kalacağımız otele varıyoruz...
Burası şehrin dokusuna uygun tarihi bir butik otel. Buralarda inşaat sektörü diye bir fenomen yok sanırım. Yeni bir bina, bir inşaat görsem İstanbul’u anımsayacağım. Otele dönelim: İki katlı evler bahçeye açılıyor, odalar geniş ve otantik. Yemek size ait, ancak mutfaklarında su ısıtıcısı ve ızgaradan başka malzeme yok. Klasik Avrupa yemek kültürü; suyu ısıt, kahveni iç, ızgara da sosisini pişir, oldu, bitti, tamamdır. Otel buram buram sosis kokuyor. Yolda bir marketten aldığımız makarna da elimizde kalıyor; peynir ekmek çaya talim, buna da şükür ne diyelim.
Ömrümü yedin sürat teknesi...
Sürat teknesiyle bir geziye çıkıyoruz. Geziden önce bize kırmızı bir tulum giydiriyorlar, NASA’ya giriyoruz sanki. Arkadaş zoruyla gideceğim bu gezi zor anlar yaşamama neden oluyor. Tur rehberi bize uzun uzun malumatnamesini aktarıyor, hemen akabinde yardımcısı bulantı haplarını dağıtmaya başlıyor. Kaç tane istersiniz diyor, benim midem bulanmaz desem de ne olur ne olmaz bir tane alıyorum. Başıma gelecekleri bilsem üçer-beşer içmez miyim? Tekne okyanusun hırçın sularında şaha kalkıp, iniş yaptıkça cüssenizden gayrı mideniz de kalkıyor ayağa. Midesi bulananlar el kaldırıyor, emniyet kemerini çözüyor ve geçiyor arka tarafa.
Gezinin özeti: Milyonlarca yıllık kayalıklar, kayalıklardan oluk oluk akan şelale suları, fok balıkları, kuşlar ve yunusların danslarına, soğuktan titreyen dişlerinizin tıkırtısı, bulandıkça bulanan midenizin isyanı eşlik ediyor. Ortaya karışık üç saatlik bir deneyim. Üşürken ve bulanırken mideniz, yunusu, foku, okyanusu neylersiniz?
(Devamı bir sonraki yazıda...)
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol