Konya kadar bir ülke
- GİRİŞ06.03.2011 00:46
- GÜNCELLEME06.03.2011 00:46
Nuray Kahraman'ın Hollanda izlenimleri - 2
Roterdam kenti, Avrupa'nın en büyük limanlarından biri. Avrupa Birliği, NATO, OECD üyesi. Ayrıca Kyoto Sözleşmesi'ni imzalamış. Ülke Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne, Uluslararası Adalet Divanı'na, Uluslararası Ceza Mahkemesine ve Europol'e ev sahipliği yapıyor.
Hollanda Neleri İle Meşhur?
Hollanda meşruti monarşi ile yönetilen bir Avrupa ülkesi. “Nederland", "Alçaktaki Ülke" ismi tarihten gelmekte. Nüfus yoğunluğu fazla. Özellikle bisikletleri, tahta ayakkabıları, Haarlem lale bahçeleri, yel değirmenleri, montofon ve holstein cinsi inekleri, peynir üretimi, denizin doldurulması ile oluşturulan toprakları (Polderler), çiçek bahçeleri, Rotterdam Limanı, Amsterdam, Den Haag (insan hakları mahkemesi), Lahey (uluslararası adalet divanı) ve Maastricht şehirleri, Van Gogh, Rembredant gibi ressamları ve sosyal hakları ile tanınmış nam salmış, yürümüş gitmiş, paraya para demeyen, evine misafir girmediği halde ülkesinden turisti eksik olmayan ülkelerden biri. Ülkenin eşcinsellik, esrar kullanımı ve fahişelik gibi konulara karşı haddinden fazla hoşgörülü(!) politikaları var.
Okyanus Kenarında Midye Kabuğu Toplamak!
Atlas Okyanusu’nun kuzey doğusundaki, kuzey denizine açılan Zandvoort şehrine gidiyoruz. Denizin suyu oldukça bulanık ve yüzmek için elverişli değil. Hava gibi karanlık ve kasvetli sular kumsala her dalga ile birlikte köpük gibi bir madde bırakıyor. Karşıda İngiltere’yi görebiliyoruz. Şengen vize ile her Avrupa ülkesine geçebiliyorsunuz ama İngiltere hariç. Ortak para birimini de kullanmıyorlar. Enaniyet kokuyor tavırları. Bu noktadan İngilizce konuşmamakta ısrarlı Fransız ve Almanlarla empati kurabiliyor insan. Demek ki bakış açınız önemli.
Benim keyif aldığım ve evimin bir köşesinde cam fanuslarda biriktirdiğim deniz kabukları, pahalı hediyelik eşyalara eli varmayan arkadaşlara ilaç gibi geliyor. Topluyoruz. Kumsalı talan edip, karanlık sularda, geride bıraktığımız yakınlarımızı tahayyül ettikten, buz gibi esen rüzgarla yeteri kadar ürperdikten sonra koşar adım arabamıza doğru ilerliyoruz. Diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Hollanda’da emniyet kemeri şart ötesi olduğundan, arkadaşın yanımıza alamadığımız çocuklarını toplamak için kreş okul eksenli turumuza başlıyoruz. Ne olurdu bu şehrin evlatlarıda; “Sıkıyordu be abi!” deseydi ve biz de çocuklar yanımızda gönül ve vakit rahatlığıyla gezebilseydik? Ama yok, anlayış sıfır, tek bildikleri kelam; kural, kural, kural...
Bir Sonraki Durak: SAFARİ.
Bu kadarı da olmaz diyorum, pes diyorum. Ziyaretçi akınına uğradığı yetmiyormuş gibi, az turizm
geliri varmış gibi sürekli yeni projeler, yeni gelir kapıları... Afrikadaki safarinin bir benzerini Hollanda’ya kurmuşlar. Yerim dar demiyorlar, zaten gelirim çok demiyorlar, çalışıyor da çalışıyor adamlar.
Araçla girdiğiniz Beekse Bergen Safari Park’ın birinci etabında bir safarinin gerektirdiği gibi çöl benzeri arenada ilerlerken sürekli camları açmamanız doğrultusunda uyarılıyorsunuz. Etrafta serbestçe gezen hayvanlar zaman zaman aracımızın yanına kadar geliyor. Camımızı tıklatan deve kuşunun sevimliliğine kapılıp camı açmaya kalkan arkadaşa güç-bela engel oluyoruz.
Kazasız belasız tamamladığımız etabın ardından tekne turu bölümüne geçiyoruz. Elinize verdikleri hatitayla gezeceğiniz güzergahı saptayabiliyorsunuz. Aynen belgesellerdeki gibi olan nehir suni de olsa iyi bir çalışmanın eseri. Suyun içinde oluşturulan adacıklara konulan hayvanlar görülmeye değer. Memlekette olan hayvanlar bile cinsleri farklı olduğundan kelli, bir tuhaf görünüyor bize.
Bence bu projenin bir benzeri de ülkemizde yapılmalı. Her ülke de gördüğüm içersinde yürüyebildiğiniz akvaryumlar içinde de aynı şeyi söylerdim. İstanbul’da kuruldu çok şükür. Bunun gibi ilginç ve turist çeken müze, park gibi yerler bizde de olmalı. İvedilikle.
Yürüme etabında tehlikeli olabilecek hayvanları cam fanus, tel ve kafes gibi korumalar eşliğinde sunmuşlar. Filler, zürafalar, aslanlar, maymunlar... Her hayvan Rabb’im ne güzel yaratmış tesiri yaparken üzerimizde, en son gezdiğimiz maymunlar bölümünde “aşağılık maymunlar olun!” ayetinin
manasını idrak ediyoruz. Birbirine eziyet eden, yavrusunu emziren anne maymuna vurup sataşan maymunlar oldukça sinir bozucu.
Ne İşle İştigal Ediyorlar?
Ülke; deniz, nehir ve kara yolu ulaşımı açısından büyük avantajlara sahip. Orta Avrupa ülkelerinin denizaşırı ülkelerle olan ihracat ve ithalatı, önemli ölçüde Hollanda üzerinden sağlanmakta. 1600'li yıllara dayanan ticaret, gelişmiş tarım, dokuma sanayi Hollanda'nın ekonomisinin ilerlemesini sağlamış lakin amma ve lakin 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ham madde (petrol, kauçuk ve kalay) sağladığı Endonezya'daki sömürgelerini kaybetmesi ve savaşta büyük zarar görmesi, Hollanda'da ciddi ekonomik sorunlar doğurmuş. Ancak, ticaret konusundaki deneyimi ve zengin doğal gaz yatakları (Groningen sahası) ve Kuzey Denizi’nde petrolün bulunması, ülkenin ekonomisine canlılık getirmiş. Ayrıca dünya ölçüsünde önemli ticari kuruluşlara ortak olması iyiden iyiye ülkenin önünü açmış.
Tabiat şartları hayvancılığa elverişli olan Hollanda, hayvancılıktan toplam gelirinin yaklaşık 2/3’sini sağlıyor. Hollanda topraklarının ziraate ayrılan kısmının % 62’sini meralar meydana getiriyor. Sığır, at, koyun ve tavuk beslenip, özellikle süt inekleri yetiştiriliyor. Dünya üretiminin % 45’ini sağlayan 30 süt fabrikası ve 150 adet süt tozu fabrikası bulunuyor ülkede. Ah bizim de böyle meralarımız olaydı, bulduğumuz her alana gecekondu dikivermeseydik ne olurdu?
Üç Boyutlu Sinema, Dört Boyutlu Akvaryum!
Ertesi gün üç boyutlu film izlemeye gidiyoruz. Önce itiraz ediyorum, buraya gelip de sinemaya gidilir
mi diye. Ama gidince görüyoruz ki bu bildiğimiz sinemalardan değil. Gişede üç filmden biri seçmemiz isteniyor. Sualtı, kar kaplı zirveler ya da vahşi yaşam. Gişedeki görevli genç bize en doğru seçim için yönlendirmelerde bulunuyor. Daha sonra akvaryuma gideceğimizi öğrenince sualtı seçeneğini öneriyor. O kadar güler yüzlü ve fazla ilgili ki, insan şaşırıyor. Burada herkes sevdiği işi yaptığı için işinde çok mutlu ve vericiymiş. Biz öyle duyduk.
Salonun önünde beklerken birbirleriyle oynayan hatta yerlerde yuvarlanan çocuklara bırakın müdahale edilmesini, ters bir bakış yönlendirilmesini, kimsenin ilgisini dahi çekmediklerini görüyor ve üzülüyorum. Ülkemdeki çocuklar adına üzülüyorum. Her daim uyarılmak, azarlanmak, hatta dövülmek için bahane aranan, hareketleri, üretimleri, hayalleri ve umutları kısıtlanan, aşağılanan, sürekli azar yemekten şamar oğlanına dönmüş, özgüvenini çocukluğunda bir yerlerde yitirmiş çocuklarımız, gençlerimiz adına üzülüyorum. Ve ayrıca pazarda, otobüsde, niye getirirsin bu çocukları diye yediğim azarlar neticesinde, kimseyi rahatsız etmemeleri için çocuklarıma kurduğum gereksiz baskı içinde kendimden utanıyorum.
Uzun Bir Süre Balık Görmeyeyim Mümkünse!
Sinemada arkaya doğru fazla eğimli koltuğa oturduğumda üç boyutlu gözlüğü arıyorum. Oysa sadece kulaklık var. Burada üç boyutlu dinleme var herhalde derken, olayın tahmin edilesi olmadığını farkediyorum. Yarım küre biçimindeki sinemada gözünüzün alabildiği her yer ekran. Bırakın üç boyutlu izlemeyi, resmen vakanın içinde yer alıyorsunuz. Gözlüğe gerek yok, filmin içindesiniz. Suda yüzen balıklar üzerinize geliyor adeta. Bir an için ağzımdan baloncuklar çıkaracağımı, boğulmak üzere olduğumu düşünüyorum. Sinemayı bende o an oluşan balık fobisi, su tutması neticesinde vuku bulan mide bulantısı eşliğinde terkediyorum.
Akabinde gittiğimiz akvaryuma ayrıntılı girmeyeceğim, İstanbul’da olanın bir benzeri. Bir havuzun alt zeminine yapılan etrafı cam kaplı tünelden geçerek köpek balığı dahil birçok deniz canlısını izliyorsunuz. Çeşitli akvaryumlarda değişik deniz canlıları mevcut. Lakin sinemanın etkisi hala üzerimde, mümkünse uzun bir süre sualtını görmek istemiyorum, balık yesem kafi.
Fish And Cips...
Akvaryumdan çıkıp sahilde balık yiyebileceğimiz bir yer arıyoruz. Restoranların fiyat listeleri bizi açmıyor ve alıyoruz soluğu minibüsden bozma araçlarda balık ve cips satan bütçe dostu seyyar
satıcı da. Tabaklarımız elimizde deniz manzarası eşliğinde doyuyoruz çok şükür. Hemen belirteyim burada ekmek kültürü yok. Salata, patates kızartması, bira ve balık ağırlıklı beslenme zincirlerinde ekmeğe pek rağbet yok. Arkadaşımız, evine davet ettiği Hollandalı bayana su böreği, mantı gibi yöresel yemeklerimizi sunarken, iadei ziyarette patates kızartması, yeşillik menüsüyle karşılaştığını ve utana sıkıla ekmek istediğini gülerek anlatıyor.
Din
Hıristiyan olan Hollanda halkının % 40’ı Katolik, % 36’sı Protestan. Bunun yanında nüfûsun % 23’ü kendilerini dinsiz olarak tanımlıyor. Vakadan hareketle dinsel bağ(inanç) ile sapkınlık arasında ters orantı kurarsak matematiksel ve sosyolojik olarak doğru bir çıkarımda bulunmuş oluruz sanırım. Hollanda’da anayasayla tam bir inanç ve ibadet hürriyeti sağlanmış. Çok az sayıda diğer dinlere mensup halk bulunurken, bunların çoğunluğunu yabancı işçiler meydana getirmekte.
Emeksiz Yemek Olmuyor!
Almanya gibi Hollanda’da vaktiyle epey sıkıntı çekmiş. Neredeyse market niyetine her köşebaşında açtıkları müzelerinde ballandıra ballandıra atalarının atlattıkları badireleri yeni nesle deklare ediyorlar. Bakın ne zorlukla kuruldu bu vatan, sahip çıkın diyorlar. Müzeleri gezdiğiniz de görüyorsunuz ki, dondurucu soğuk iklimde denizcilik yaparak geçinen insanlar bir yandan geçim sıkıntısıyla cebelleşirken, öte yandan su baskınlarına karşı denizden gelen basıncı azaltmak için kanallar açmışlar. Ülkenin her yanı bu kanallarla çevrili. Bu kadar alanı nasıl kazmışlar diye düşünürken, bu çalışmalar esnasında çok insanını kaybettiklerini öğreniyoruz. Ne diyelim, yine en doğrusunu bizim atalarımız söylemiş: “Emeksiz yemek olmuyor!”
Kanal boyu araçlar kaymasın diye olması gereken demirleri bile vaktiyle imkansızlık nedeniyle koyamadıklarından bu kanallara az araba uçmamış. Nereden nereye diyor insan. Bir metrelik demirlere parası yetmeyen ülke, şimdi tabiat egzos dumanlarından etkilenmesin diye boş arazilerin
önüne bile otoban boyu koruyucu setler çekiyor. Yeri gelmişken değinelim: Bu gazların zararları doğrultusunda otobandan belli mesafede okul açmak yasak. Müslüman okulları için çok ideal bir bina bulan dernek yöneticileri, bina otobana yakın bulunduğu için onay alamamış. İnsan bazen kendi cahilliğini farkediyor ve sinir oluyor. Yola yakın olsun diye ev arama çalışmalarında kendini yırtan kiracıları, evi cadde üzerinde diye fazla para isteyen ev sahiplerini düşündüğümde bilmemek ne kötü diyorum. Kanser olmak için fazla para ödeyen bir milletiz.
Kazıklar Şehri Amsterdam!
Tamamen kazıklar üzerine kurulmuş bir ülke Hollanda. Şehirdeki binalar kaygan toprak nedeniyle zemine çakılan otuz metrelik ağaç bloklar üzerine oturtulmuş. Artık demir bloklar kullanılıyor. Blokların alt kısmı kumda olduğu için sağlam ama üst kısmı su ve havayla temas ettiği için zamanla çürüyebiliyor. Bu nedenle binalarda çökme çok yaygın. Binalar sağa, sola veya öne, arkaya yatabiliyor ama deprem bölgesi olamadığından sorun arzetmiyor. Şehirde bir bina yapıldığında herkes rahatsız oluyor. Çakılan kazıkların sesi bizi de oldukça rahatsız etti doğrusu.
Başkent Amsterdam olmasına rağmen parlamento,başbakanlık ve bakanlıklar La Hey kentinde bulunuyor. Sadece Kraliyet Sarayı bu şehirde ama kraliyet ailesi de genellikle sarayda kalmıyor. Resmi toplantı ve davetlerde saray kullanılıyor. Hollanda da 300 binin üzerinde Türkiye vatandaşı yaşıyor. Oraya gidince ya kaybolursam, dil de bilmiyorum ne yaparım, diye düşünmeyin. Elinizi sallasanız bir Türk’e çarpıyor. Peki nereden anlayacağım vatandaşın Türk olduğunu derseniz, merak etmeyin biz bizi tanırız. Uzun mu uzun, sarı mı sarı bu ırka pek benzemediğimiz için aralarında siyah inci misali parlıyoruz.
Her Daim Çocuk Kalabilenlere Lünepark.
Ertesi gün gezme planımızda ufak bir çatışma yaşıyoruz. Ortak gezilerde zevk farklılıkları her zaman bu tür problemler doğurur. Siz başka, arkadaşınız başka yerler görmek isteyebiliyor. Ben Van Gogh Müzesi, ya da insan vücudunu gezebileceğiniz oturan insan şeklinde inşa edilen Corpus Müzeyi görmek isterken onlar lünepark diye tutturuyor. Demokrasi yine başımı ağrıtıyor ve Efteling’e doğru ilerliyoruz.
Bunun bizim bildiğimiz lüneparklarla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Binlerce metrekarelik araziye yayılmış lüneparkta, yemyeşil doğada yürüyüşünüzü yaparken bir yandan da eğlencenin bini bir para atraksiyonlara katılabiliyorsunuz. Girişte belli bir ücret ödeniyor; sonra jeton veya kredi alma derdi olmadan parktan istediğiniz gibi faydalanabiliyorsunuz.
Küçük trenle alanı keşfediyoruz. İkinci etapda şehri köşe bucak görebileceğimiz teraslı asansör türü aletten manzarayı seyreyliyoruz. Ama en güzel bölüm Mısır’ı canlandırdıkları alan. Burada girdiğimiz kuyrukta 45 dakika bekliyoruz; değmiyor mu, değiyor çok şükür. Kuyrukta beklerken Hollandalıları da inceleme fırsatı buluyorum. Ortalama bir Türk bayana göre uzun sayılan ben, burada adeta kendimi cüce gibi hissediyorum. Kadınlar bir seksen adamlar bir doksan üstü. Ne biçin bir hormonla besleniyor bu insanlar anlayamadım. Arkamda duran adamın kucağındaki bebeği daha birkaç günlük, saatlerce kuyrukta bekleyebiliyor. Biz de olsa, teyzeler başına üşüşür: “Git evine kırkını çıkar, gel bizim evde kırkını uçur.” derlerdi.
Mısır’ı anlatan turda gondollarla nehir gezisi yapıyoruz. Yol boyu, develer, çamaşır yıkayan Arap kadınlar hareketli mumyaları ile canlandırılmış. Timsah bile çıkıyor karşımıza pes, adamlar neler yapıyor? Çıkışta arkadaşlar gözünü trene dikiyor. Yüzlerce metre yüksekliğe çıkıp aniden yere doğru
FOTO GALERİ İÇİN TIKLAYINIZ... |
hızlı bir iniş yapan trenden yayılan çığlıkların tınısı tüm ülkeye yayılıyor. İnsan ağır ağır tırmandığı zirveden ani bir manevrayla yere çakılmayı neden ve nasıl sever, bir türlü anlamıyorum. Ama damarıma basıp, korktuğum kastedilince her zayıf insan evladı gibi bu blöfü yiyor ve giriyorum sıraya.
Tren ağır ağır tırmanırken raylı yokuşu, ben bildiğim tüm duaları etmeye başlıyorum. Ne için ve hangi yüzle ediyorsam! Tren zirvede bir süre duruyor. Hayat gibi her çıkışın bir inişi var elbet. Başlıyoruz çığlıklar eşliğinde süzülmeye. Sağa kaykılıyor, sola kaykılıyor, o da yetmiyor kendi etrafında birkaç tur dönüyor ve sararmış benizlerimizle biz, artık finaldeyiz.
Tüm bu adrenalin patlaması kafi gelmiyor ve üstüne Türk kahvesi niyetine rafting partına doğru mehteran adımlamalarıyla ilerliyoruz. Geri adımım arkadaşlarımın itip kakmasıyla iki ilerlerken kendimi botta buluyorum. Suni dalgalanmalar ve iniş çıkışlarla bot bizi üzerinden atar gibi yapıp her seferinde son anda vazgeçiveriyor. Bu arada da kafi miktarda çığırıp, az bir miktar da ıslandıktan sonra kazasız belasız bottan iniyoruz. Açık havada ayaklarımızda derman kalmazken, daha bindiklerimizin heyecanı, binmediklerimizin merakına karışarak parkın kapanış saatine erişiyoruz.

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol