Tebriz'de Düğün.

  • GİRİŞ19.03.2011 11:33
  • GÜNCELLEME19.03.2011 11:33

İran gezisi notlarım - 2

Bir düğün münasebetiyle gideceğimiz İran; her birimize ayrı duygular çağrıştırıyordu. Benim için devrim, büyükler için Allah’ın unutmadığı ama dünyanın unuttuğu, ambargonun sillesinden geçmiş, geri kalmışlığın dibine vurmuş, bugünün/hayatın gerisinde ve bu hâletiruhiyesiyle bizim gibi Batılı bir ülkeye kapı atmak için can atan garibanlar diyarıydı.

Erkek tarafı bu evliliğe hiç de sıcak bakmadığı, hatta güç bela ikna edildikleri için yol boyu bir huzursuzluk, akabinde mızlanma, yer yer fevri çıkışlar, her olaya tepkisel yaklaşımlarla yolculuğumuz kabus ötesi bir sanatsal gerilim film formatı halini almıştı. İp üzerinde ve sıkıcı.

Sınırı Yürüyerek Geçmek!

İlk aksilik olarak nitelendirdiğimiz, bir türlü bulunamayan uçak biletleri, bizi eğlenceli bir maceraya sürükleyecekti. Tren ve otobüs seçeneği aşırı derecede ucuz olmasının yanında uzun süreli ve zahmetli oluşuyla, son tahlilde yerini Ağrı’dan aktarmalı olarak gitmeye bıraktı.

Havaalanından servisle geçtiğimiz Doğubeyazıt’dan, muhtemelen yetmişlerde üretilmiş, Çiçek Abbas filmiyle gönüllerde yer etmiş, üzerine koyunlar ve bavullar bağlı, içerisi alabildiğinden fazlaca insanla hıncahınç dolu minibüs yardımıyla sınıra ulaşabildik. Yol boyu kerpiçten yapma evler, on metrekarelik bu evlerden birindeki “süper market” tabelası, taş toprak arasından inceden akan kanalizasyon suları, kanalın başına üşüşmüş kuşlar ve dağ gibi yığıntılar şeklinde çöp öbekleri havsalamda kalanlar. Dili, geleneği ve yaşam tarzıyla çok uzaklarda bir yerde konumlanan bu insanlarla aynı ülkenin vatandaşı olmak insanda çok garip hisler uyandırıyor. Farklı ülkelere gitmeye ne hacet! Kendi coğrafyamızda dahi o denli uzağız, birbirimizin hislerine ne kadar da umarsızız. Yok sayıyoruz, ne yazık. Çok yazık!

Sıra Beklemeyi Bilmeyen İran Ahalisi...

Sınırda yapılan pasaport kontrolünün ardından yaklaşık iki kilometre kadar yayan yürüdük. Asıl pasaport kontrolünün yapıldığı noktaya vardığımızda, uçsuz bucaksız, kıraç, insan denen mahlûkattan arınmış alandan, aniden önümüze çıkan bir otobüs ve onun dolusu insan yığınının arasında bulduk kendimizi.

Bu güruh ite kaka önümüze geçerken, her zaman ki haksızlık karşısında dimdik durma içgüdümün verdiği gereksiz ve dahi yersiz itirazıma gelen farsça azarlanmalar neticesinde kalakalmıştım. İnsanın bilmediği bir dilde, ona sarf edilen hareketleri anlamaması kadar sinir bozucu bir durum yoktur herhalde. Oy Allah’ım o nasıl bir kalabalıktı ve nasıl oluyordu da hiçbir şekilde ilerlemiyordu böyle.

Oğlum Biz Türküz, Bekletme Bizi!

Sınırı geçebilme ümidimizi yitirmeye başlamıştık. Bazı adamlar ellerine aldıkları tomar tomar pasaportları görevliye veriyor ve işlemlerini yaptırıyordu. Bize de bir kenardan olan biteni izlemek düşüyordu, istersen izleme! Hiçbir şekilde ilerlemeyen kuyruktan, pasaportlarımızı alıp: “Oğlum biz Türküz, bekletme bizi buralarda,” diyerek görevliyi kafaya alan işgüzar teyzemiz sayesinde kurtulduk.

Sınır kapısı boyunca sıralanıp çift koldan yükselen demir parmaklıkların bir bir açılmasını bekledikten sonra İran tarafına geçebilmiştik nihayet. Çok şükür ki bizimkilerin onlara yaptığı gibi bavullarımızda ne var, ne yok ortalığa dökmemişlerdi. Kendi bavulum adına söyleyebilirdim ki hiçbir kuvvet onu tekrar kapatamazdı. Gelin aldığımız kızcağız Türkiye’ye gelirken ulu orta kıyafetlerinin açıldığını gözleri dolarak anlatmıştı. Gerçi benim bavulu da İranlı yetkili XL cihazına bile koymamıştı ya, o da doğru değildi bence. Bu işlerin bir ortası olmalı, biri ortayı bulmalı yahut. İçerde yapılan kontrollerin ardından gökyüzüyle buluşabildik. Sınırı geçmek özgürlük gibi, benliğinden firar gibi bir şeydi. Ve özgürlüğü solumanın tadı tarifsizdi.

İnsanlara Güvenmeyi Bize Kim Unutturdu?

Bir tepenin üzerinden bakıyorduk İran’a. Kıraç tepeleri Humeyni resimleri ve İran bayraklarıyla renklendirilmişti. Yanımıza gelen ilk yabancı, bizi gösterdiği minibüse binmeye iknaya çalışıyordu. Bizi buradan alacaklarını söylesek de ısrarcıydı. Ona göre hala araçların giremeyeceği yasak bölgedeydik ve kontrol bölgesine ulaşmamız için o araca binmemiz gerekiyordu. Adam haklıydı ama o kadar uğraşmıştı ki bizi ikna etmeye, kesin kazıklanacaktık. Yürümek konusunda direttik ama adam oraya üç kilometre yol olduğunu, bu bavullarla toprak yolda ilerleyemeyeceğimizi söyledi. Ne yapalım, kaderimize razı geldik; biz Türkler böyle çıkmazlardan faydalanmayı iyi bilirdik, onları da kendimiz gibi sandık. İstedikleri ücret dört kişi için sadece iki liraydı.

Kıraç Tepelerin Ardındaki İran.

Tebriz’de merkeze doğru ilerlerken en çarpıcı olan: bu bölgenin, bizim sınır köylerinden oldukça gelişmiş olduğu idi. Kerpiçten yapılma oldukça küçük Doğubeyazıt evleriyle mukayese edince, kim kimden az gelişmiş karar vermekte zorlanıyordu insan. Tüm bu mukayeselerden sıyrılıp, semaya diktiğinizde gözlerinizi, üzerinize düşecek gibi gelen taş tepecikler eşliğinde hatırlıyorsunuz insanlığınızın acziyetini. Gezip görmeli diyorsunuz: Yaratan dünyayı nasıl yaratmış ve kibir yaratılmışlar için ne denli yakışıksız!

Yemek molası verdiğimiz bir kasabada tepelerin üzerinde düzensiz konumlanmış ve bazıları bir ev büyüklüğünde taşlar dikkatimizi çekiyor. Bu taşlar kimi zaman yerlerinden kopup yerleşim yerlerine yuvarlanıyormuş. Korkunç büyüklükteki kayalar öbek öbek geçtiğimiz yol kenarlarında. Buralarda yerleşim taşların ulaşamayacağı bölgelere doğru kaymış. Rabb’im her bölgeye farklı imtihanlar veriyor ne diyelim. Her coğrafyanın sahip olduğu değişik sıkıntıların ortak paydası, ana fikri: Dünyaya meyletmeyin, huzur, korkusuz ve sonsuz mutluluk öbür tarafta.

Araç Benzinli Mi, Dizel Mi?

Yolları kendi ürettikleri Peykan marka araçlarla dolu İran’ın; bizim bindiğimiz araç da onlardan biri. Oldukça kullanışlı ama içi bayağı dar; biraz sıkış tıkış oturmanız gerekiyor. Yabancı araç fazla yok, olanlar içinde ise Peugeot ağırlıkta... Benzinli mi diye sorunca üzerinize gülüyorlar; benzin nerdeyse bedava çünkü. “Belli, dizel olsa bu kadar sessiz çalışmaz.” diyerek benim gibi kıvırabilirsiniz; artık ne kadar yerlerse tabi. Karne ile ve herkesin ihtiyaç durumuna göre alınabiliyor benzin. Her arabanın aylık 80 litre hakkı var;            80 litreyi geçerse normalin üç, dört katı gibi bir rakamla benzin alabiliyorlar. Sudan ucuz ama israfa da izin yok.

Sürücülükte bu denli kabiliyet mahrumu başka bir millet var mıdır acaba? Şerit ihlal etmekte ki hünerlerine zaten şeritlerle ayrılmamış yollar da eşlik edince, ortaya lunaparklardaki çarpışan arabalar gibi bir manzara çıkıyor; her an, her araba birbirine teğet geçiyor. Benzin onların, araçlar kendi imalatları olunca vurdu-kırdısı önemsenmiyor olmalı.

Made İn İran!

 Burada en hoşumuza giden her şeyi kendilerinin üretmesi; ambargo sayesinde kalkındıklarını düşünmeden edemiyor insan. Avrupa da gördüğünüz markalar, dükkân, market, marka isimleri nasıl yabancı gelmiyorsa (ki aslında bize yabancı) burada içilen koladan, kullandığınız sabuna kadar her şey made in İran. Kısmen de olsa bir benzerini Konya vilayetimizde görmüştüm. Kendi ürünlerimizi satın almada öncelemek kalkınma için iyi bir metot olur kanaatindeyim.

Akşama doğru bir camiye yanaşıyor aracımız; akşam namazlarını kılacağız. Araçtan iner inmez, bir çukurda buluyorum kendimi. Ne işe yaradığını anlayamadığım, diz hizasında kanallar var yol kenarlarında. Bastığı yere bakmayan benim gibi dik kafalılar rahatlıkla ayaklarını incitebilirler. Cami, abdesthane insanlarla dolu; bizim camilerde yaşanan insansızlık menşeili itikâf hissi uyanmıyor burada. Sanki bir şeyler kutluyorlar; çay ve macun türü bir tatlı dağıtılıyor; burada camiler oldukça işlevsel.

Otel, Taksi, Yemek Çok Ucuz.

Kaldığımız otel oldukça temiz, geniş odalarında en hoşumuza giden mescit bölümü oluyor. Küçük bir cami gibi, Kur’an, mahvel, seccade her şey var. Benzine endeksli olan piyasalar hasebiyle burada yemek, konaklama, hele ulaşım oldukça ucuz. Bu meyanda herkesin İran’a gitmesini şiddetle salık veririm. Uçak biletini pahalı bulanlar için bizim yaptığımız gibi sınırdan geçmek iyi bir “B” planı. Bu şekilde çok daha hesaplı gidebilir ve ilginç deneyimler yaşayabilirsiniz.

Tek sorun damak tadınıza uymayan yemekler. Otelde sürekli aynı yemekler çıkıyor ve tatlarına hiç de aşina değilsiniz. Ekmek tüketimi yok denecek kadar az; onun yerine pilav tüketiliyor. Pişirme tekniği de bizdekinden oldukça farklı. Mutfağın tuzdan daha elzem malzemesi safran. Haşlanmış pirinçlerden oluşan pilav, safranla renklendirilmesinin akabinde, sofrada ‘Giresun kapalı pidesi’ muamelesi görüyor ve üzerine konan tereyağı ile karıştırılarak yeniyor. Küçükbaş hayvandan mamul tereyağı alışık olmayanlara ağır gelebiliyor.

Nuray Kahraman - Haber 7
nuraykahraman78@hotmail.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat