Anzaklar, kangurular, vesaire vesaire...
- GİRİŞ16.04.2011 18:08
- GÜNCELLEME16.04.2011 18:08
(Bir önceki yazıdan devam)
Tarih Sayfasından Silinmeyecek Anzaklar...
Avustralya kendi isteği ile I. Dünya Savaşı'na katılmış. I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz ordusunda savaşan, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerden oluşan kolordunun askerlerine Türkler tarafından ‘Anzaklar’ deniyor. Anzakların Gelibolu Yarımadası’ndaki savaşlarda verdikleri kayıp: 26.094 ü Avustralyalı, 7.571’i Yeni Zelandalı olmak üzere toplam 33.665. Her yıl düzenli olarak Çanakkale’ye gelip atalarını yadediyorlar.
Bir çok Avustralyalı, Avustralya ve Yeni Zelanda Askeri Gücü'nün (ANZAC - Australian and New Zealand Army Corps) Çanakkale Savaşı sonrası mağlup olmasını, saygı ile hatırlıyor ve bu tarihi ulusun doğuş tarihi olarak kabul ediyorlar. Bu tarih aynı zamanda, ülkenin ilk önemli askeri olayı. Gelibolu Savaşı gibi, II. Dünya Savaşı sırasında meydana gelen Kokoda Track Savaşı da birçokları tarafından ulusal önem verilen bir olay.
Kuleden Şehre Bakış
Genel olarak dümdüz olan şehrin bir tepesine doğru tırmanışa geçiyoruz. Yolda yeşil alana sere serpe uzanmış kanguruları görünce ani bir fren yaparak duruyor ve koşar adım yanlarına gidiyoruz. Fazla yaklaşmama konusunda ne kadar da uyarılsam, maceracı yanım ağır basıyor ve yaklaşabildiğim kadar yaklaşıp resimlerini çekiyorum. Kanguruların kuyruklarında kemik bulunuyor ve oldukça güçlü kasları var. Kuyrukları üzerinde dikilerek attıkları tekmelerle rahatlıkla bir insanı öldürebiliyorlar. Ama o kadar sevimliler ki, insan konduramıyor, korkamıyor bir türlü.
Timsah Gözyaşları!
Kanguruları takip ederken göl kenarına çakılmış tahtaları görüyor ve ne amaçla konduklarını merak ediyoruz. İki yıl kadar önce gelen mülteci gemisini geri çeviren ülke, dönüş yolunda okyanusta batan gemide ölen mültecilerin isimlerini bu tahtalara yazarak adeta bir anıt mezar oluşturmuş. Dediğim gibi, savaşçı, kuralcı, sömürgeci insanlar ama ruhuna indiğinizde bir anne şefkati, bir baba merhametiyle karşılaşıyorsunuz. Timsah gibi yavrusunu yiyor ama gözyaşı dökmeyi de ihmal etmiyorlar.
Kuleden şehir başka bir letafet... Az yerleşim, bol yeşil alan ve göl, daha bir güzel görünüyor buradan. Yükseklik korkunuz yoksa ve sıkı giyinmişseniz şayet terasa çıkıp bir iki fotoğraf da oradan çekmeniz önerilir.
Kulenin hemen yanındaki seyir noktasından manzarayı markizlerken yanımıza gelen düğün eşrafıyla karşılaşıyoruz. İstanbul’da evlenenler Çamlıca Tepesi’ne koşar; demek ki evlilik insanı tepeye çıkarıyor. Zamanla alaşağı eder, bunlar cicim ayları ne de olsa!
Ellerinde şampanya, alkışlar eşliğinde gelin damat gruba katılıyor. Damat normal insan evladı lakin gelin1.20’ye 2 metre ebatlarında. Bir de kahkahalar eşliğinde evlilik cüzdanını sallamaz mı? Kahkahalarının titreşimiyle kol atlarındaki etlerin titreşimi oldukça uyumlu ama bir o kadar da korkunç görünüyor. Damada acıyarak olay mahallini terk ediyoruz.
Eşcinsellik Sorunsalı...
Eşcinsellik, eşcinsel evlilik konularında gelmeden önce epey bir dolduruşa getirildiğiniz için, daha uçağa biner binmez her gördüğünüz insana o gözle bakmaya başlıyorsunuz ister istemez. Bu her iki taraf için de çok nahoş bir durum. Zanda bırakılmak da, zan altında kalmak da kötü! Ama onca mekân, onca şehir ve kat ettiğim onca kilometren sonra diyebilirim ki İstiklal Caddesi’nde bolca gördüğüm tipte hiçbir âdem evladına rastlamadım. Karı, koca çocuk gezenler, kız arkadaşıyla gezenler, kadın gibi kadınlar, erkek gibi erkelerdi gördüklerim. Söylenene göre burada eşcinseller görünüşlerinden anlaşılmazmış, yasak ya da ayıp olmasa da dış görünüş olarak hepsi gayet normal görünüyor. Valla bence sakıncası yok, Taksim’de yürürken korkarım, burada oldukça rahattım.
Çok Önemli Bir Ayrıntı...
Türkiye’den Avustralya’ya uçarken bazı yolculara önceden yemek gelmesi dikkatimi çekmişti. Meğer ‘müslim’ menü, yani helal menü isteyenlere ayrı yemek geliyormuş. Bize kimse böyle bir bilgi vermediği için belirtmemiştik, ne verdilerse götürdük. Allah affetsin. Dönüşte helal menü istediğimizi belirttik ve biz de müslim menü yedik çok şükür.
Canberra – Sydney Arası, Geçti Ömrüm Yarısı!
Canberra – Sydney arasını otobüsle almak oldukça ilginç bir deneyimdi. Otobüsler oldukça bakımsız ve tek eleman şoför. Bagajları koyan, otobüsü tek başına süren, ihtiyacı olduğunda bir benzinci de durup tuvalete giden gariban adam. Sorun eleman sıkıntısı. Otobüslerde tuvalet bulunduğundan mola verilmiyor, tabi çay ve ikram servisi de yok. Otobüsün her yanı cips paketleri, bira şişeleriyle renklendirilmiş ama bunca fecaatin yanında emniyet kemeri takmak yine de zaruri.
Kaldığımız evden yürüyerek lale bahçelerine doğru yola koyuluyoruz. "Australian of the Year Walk" dedikleri göl kenarında yürümek çok hoş bir duygu. Patika yolda yürürken yanınızdan sürekli bisikletliler ve koşan sportmen insanlar geçiyor. Bu insanların bir ortası yok. Ya obezler ya da deli gibi spor yaptıklarından mütevellit oldukça fit görünüyorlar.
Kaskında Tel Olmayanı Kargalar Gagalasın!
Burada bisiklete binenler çok komik görünüyor. Kask takmak zaruri ve kasklarının tepesinde anten gibi uzun teller var. Kargalar saldırmasın diye bu antenli kaskları takıyorlarmış. Çok istememe rağmen o komik kaskı olan birini bulamadığımdan bisiklete binemiyorum. Zaten o komik kaskı takmaktansa, takanlara gülmeyi tercih ederim.
Gölün içersinde siyah iri kuşlar var ve arada çıkıp yanınıza kadar geliyorlar. Yol boyu ülkenin uluslararası alanda başarılı olmuş kişilerinin tanıtıldığı beton bloklar üzerine yerleştirilmiş plakalar var. Bunların birçoğu da boş... Gençlere gaz veriyorlar, çalış senin adını da buraya yazalım. Başarı grafiklerini inceliyorum da edebiyata pek meraklı bir millet değil, spor, ticaret ve uluslararası ilişkiler üzerine yoğunlaşıyorlar
![]() |
|
Nuray Kahraman'ın objektifinden Canberra manzaraları için bu linki kullanabilirsiniz |
Yollar Yürümekle Aşınır!
Söğüt ağaçları, gözün alabildiği her yer yemyeşil, üzeri çiçeklerle bezeli bitkiler, envai çeşit çiçekler, şekil olsun diye konmuş küçük köprüler, her şey o kadar güzel ki burada olsam her gün yürüyüş yapardım diyor insan. Yürüyeceksek böyle yeşili oksijeni bol, egzos dumanı olmayan, üstelik göl manzarası da bonusu olan bir arena da yürüyeceksin, amma ve lakin yürümekten ayaklarımızı hissetmez oluyoruz.
"Old Parliament House" yani eski meclis binasına varıyoruz; kapanmasına çok az zaman kaldığından içeri almıyorlar. Dört bir yanı çevre örgütleri mensubu gençlerin kurdukları çadırlar ve isyan pankartlarıyla çevrili. Anıtlar, heykeller buralarda da bol kepçe. Oradan devam edip lale parkına varıyoruz ki orası da kapanmış. Sabahın erken saatleri yola çıkmazsanız öğleden sonra her yer kapandığı için bizim gibi yürüyüşünüzle kalakalırsınız. Küskün çocuklar gibi oturup kaldığım banktan beni kaldıramıyorlar bir türlü. Hayır, laleleri göremediğimden değil üzüntüm, envai çeşidini Hollanda’da, buraya gelmeden önce de Emirgan’da görmüştüm. Ayaklarım: “Bir daha üzerime bindirirsen onlarca kilonu, bir, bilemedin iki adım sonra yere düşürür gösteririm gününü!” diyor.
Pambuk Gibi İnsanlar...
Taksi arayışına giriyoruz ki bir bayan bizi arabasıyla bırakabileceğini söylüyor. Bizi mahcup eden bayanın teklifine adeta atlıyoruz ve hiçbir planımızı gerçekleştiremediğimiz halde yorgunluktan bitap düşmüş bedenlerimizi kaldığımız eve zor bela atıveriyoruz.
Avustralya insanı çok kibar, nereye giderseniz güler yüzle karşılanıyorsunuz. Yolda hemen hemen her gördüğünüz insan size selam veriyor. Sürekli selam verenlerin beni nereden tanıdıklarını düşünmekten az kalsın paranoyak oluyordum. Cadde kenarından karşıya geçmek için davranmaya görün, yola yaklaşır yaklaşmaz her araç mutlaka durup size yol veriyor. Diyorum böyle alışacağım İstanbul’da ilk günden acı bir fren sesi eşliğinde yolun yirmi metre ilerisine savrulacağım. İnsan ananesiyle bu kadar da oynanmaz ki canım!
Hastaneye Düşenin Akıbeti Eceline Bağlı!
Avustralya ciddi manada sağlıkçı sıkıntısı çeken bir ülke... Burada yaşayanların söylediğine göre acil hastaneye gidenler ecelleriyle baş başa bırakılıyor. İlgi alaka hak getire. Peki neden? Çünkü ciddi manada doktor sıkıntısı var. Çünkü sınıfsal farklılıklar burada yok. Çünkü burada bir doktor rahatlıkla bir çöpçüyle arkadaşlık edebiliyor ve aldıkları maaş çok da farklı değil. Ağır işçiler de yüksek ücretler alıyor. Doktorluğu seçmek için maddi manevi ortada elle tutulur bir neden yok! Bu durumda kendini sıkıntıya sokmak istemeyen kıta halkı tıp fakültesinde okumayı pek tercih etmiyor.
Doktorluğun şişirildiği, araba camına dahi yılan figürlü sembollerinin yapıştırılarak, üstünlük ve ayrıcalık abası altından sopasının talep edildiği, yüksek ücretlerle emeklerinin karşılığının ödendiği, bizim gibi teoride demokratik, pratikte kast sistemine yakın, gelişmekte olan ülkelerin böyle artıları, sınıf farklılıklarının böyle olumlu yanları olabiliyormuş demek! Ummadığımız taş baş yarıyor, şer gördüğümüzde hayr olabiliyor, ne kadar paradoksal bir durum değil mi?
(Bitti)
Nuray Kahraman - Haber 7
nuraykahraman78@hotmail.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol