Yine, yeni, yeniden Aydos Kalesi macerası
- GİRİŞ07.05.2011 08:58
- GÜNCELLEME07.05.2011 08:58
Aydos’a çıkamadığım için ettiğim sitayişleri duyarak duyarlılığını gösteren ve birlikte kaleye çıkmak üzere davette bulunan, Sultanbeyli Belediye Başkanı Hüseyin Keskin’in davetine icabet etmek üzere gönderilen araçla yola koyuluyoruz. Yolumuz uzun. Sırtını Silivri’ye dayamış semtimden, sırtını Gebze’ye dayamış ilçeye doğru ilerliyoruz. Her işe burnumu sokma huyum neticesinde -daha akıcı bir trafiği var gerekçesiyle- şoförü E-6 yoluna sokuyorum. Lakin vites bir ile iki arasında gidip geldikçe şoförün içinden çektiği “Ya Sabır!” nidaları kalp gözü açık olan bana ulaşıveriyor. Ezikliğimi çaktırmamaya çalışarak, kabahatini inkâr eden bir çocuk gibi hiçbir şey yok pozuna bürünüyor ve kaykıldığım arka koltukta başım pencereye dönük, kitabımı okumaya koyuluyorum.
Varıyoruz nihayet…
Belediye binasında başkan ve kalabalık ekibi ile hoşbeşin ardından kortej eşliğinde Aydos’a tırmanışa geçiyoruz. Anadolu yakasındaki yüksek tepelerden biri olan Aydos, İstanbul İli’nin de en yüksek noktasını oluşturuyor. Muhtemelen Bizans döneminden günümüze kadar değişmeden gelmiş yer adlarından biri. 19. yüzyılın sonundan itibaren kaynaklardan hikâyesi takip edilen kale modern araştırmacıların ilgisini çekmiş ama kalıntılardan çok romantik fetih hikayesi üzerinde durulmuş.
Aşka bakın, aşka gelin…
Kale tekfurunun kızı kaleyi teslim ederek kansız bir şekilde fethe neden olması kafi gelmez gibi, rüyasında gördüğü Osmanlı akıncı beyi Gazi Rahman (Abdurrahman Gazi) ile evlenerek Osmanlıların genişleme alanındaki diğer etnik unsurlarla sıhriyet hısımlığı kurmakta gösterdikleri hoşgörülü yaklaşımın bir numunesini göstermiş. Bu evlilik gerek Türklerin gerekse Rumların hafızalarında uzun zaman silinmeyen izler bırakmış. Ben çok romantik olamadığımdan ve kafamda gezen tilkilerin kuyrukları birbirine değmediğinden zahar olayı Abdurrahman Gazi’nin dayanılmaz derece de yakışıklı olması, yahut tekfur kızının evde kalması neticesinde evlenmek için akıncı beyine yazılması şeklinde yorumluyorum.
Tarih doğa iç içe, gerisi yalan, gerisi hikâye…
Patika yolun çevresi yeşilin yüzlerce tonunun çeşitlemesiyle oluşan orman ile çevrili. Bitki örtüsü muazzam, tek kelimeyle nefes kesici. Kale ise resimlerinde gördüğümden oldukça farklı. Rölöve, restitüsyon ve restorasyon çalışmaları yapılmakta. Bunlar da ne diyenler üzülmesin, encümen dahi bu konuda mutabık değil. Yapılan temizlik çalışmaları sonucu yüzeydeki tüm bitkiler kaldırılmış ve tarihi kalenin genel şekli ortaya çıkartılmış. Kale ile ilgili verilerin oldukça eksik olduğu, kalenin iç ve dış olmak üzere iki surla çevrili olduğu, her bir surun uzunluğunun yaklaşık 600mt. olduğu, iç sur boyunca farklı boyutlarda 6 adet burç olduğu tespit edilmiş. Kazı çalışmalarında bir insan iskeleti de bulunmuş.
Tamamıyla el çalışması ile neredeyse Rumeli Hisarı gibi bir yapı çıkmış ortaya. Daha doğrusu çıkacak, tabiat nasıl örtebilmiş bu yükseklikte bir alanı bilinmez sadece denebilir ki, tarih-doğa iç içe gerisi hikâye.
Başkan kalenin tepesine tırmanıyor. “Orada resim çekileceğiz ama siz çıkamazsınız sanırım” diyor. Şimdi ben çıkmaz mıyım, çıkamam aslında ama bu sözden sonra aldığım gazla olmadı sıçrarım. Topuklu ayakkabı senin neyine diyor iç sesim. Bu tırmanışı bilseydim botlarımın altına çivi çakıp dağ ayakkabısı haline getirmez miydim?
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul…
Sura tırmanabiliyorum çok şükür. Manzara nefes kesiyor. Buraya bir seyir noktası mutlak be mutlak kurulmalı. Yurt dışında her şehrin tepesinde bir seyir yeri, düz alansa bir kulesi illa ki var. Böyle bir manzara bakir bırakılmamalı. Kalenin restorasyon çalışmalarının akabinde bir seyir noktası, yanına da tesisten geçtim hiç olmadı “Sultanbeyli Belediyesi Aydos Aile Çay Bahçesi” mutlaka yapılmalı. Yamacına mangal yasak olma şartıyla piknik alanları, yürüyüş alanları, birkaç park da yapılsa fena mı olur? Satırlarımı okuyan başkanın fenalaştığı müphem değil, kuşkusuz.
Gömü var deyin Başkan’ım…
Başkana oldukça parlak bir öneride bulunuyorum. “Burada gömü var deyin, kazı çalışmalarını beleşe getirin.” Aynı anda kafamda yanan ampul ile mealde, “Beni bir danışmanı yapsa bütçe de yarı yarıya bir düşüş nasıl meydana geliyor bakın.” diyor. Lakin benimle aynı pratik zekâya sahip bir milletin ferdi olan vatandaşım tarihi eseri duyar da gömü aramaz mı? Kunduz gibi delik deşik etmişler her bir yanı. “Onların tarihi dert ettiği, zarar vermeyelim diye düşündüğü mü var?” diyor Başkan. Valla haklı, ne diyeyim. Bizim danışmanlık planı da yalan oluyor bu durumda.
Başkan değil, atom karınca…
Onca insan surların üzerinde seke seke ilerliyoruz. En önde Başkan hopluyor zıplıyor tırmanıyor. Ben ihtiyar nineler gibi, ahlayıp vahlayıp Ebru Hanım destekli güç bela takipteyim. Şu satırları yazarken tutulan ayaklarımın acısından halen daha inlemekteyim. Kamikaze pilotu gibi bodoslama giderken secdeye titrer mi insan, imandan aşka gelip değil acıdan üstelik. Geçen yazımızda da dediğim gibi canıma okuyor Aydos. Bu surları vatan savunması için yapmış Bizans, bırakın inşa etmeyi üzerinde gezinirken anamız ağlıyor. Yazarlık bir yere kadar, acilen spora başlanacak, notunu alıyorum.
İstanbul çiçeği…
Şehrin adıyla anılan tek çiçek Aydos’da bulunmakta ve başka bir yerde yetişmemekte. Bu özelliği nedeniyle belediye armasını değiştirerek, İstanbul çiçeğini kullanarak ilçenin simgesi haline getirmiş.
Gaflarım, falsolarım…
İnsan kendiyle dalga geçebilmeli, kusurlarının üzerine örttüğü ölü toprağı onu daha da hasta eder. Kusurları daha bir artar. Başkana, “Karşıda Gözdağı Sosyal tesisleri var. Konumu, doğası da burayla özdeş. Buraya mutlaka öyle bir tesis kurulmalı. Çay içemediği tarihi istemez bizim halkımız. Yabancı değil yerli turiste de hitap edelim diyorsanız buraya bir boğaz doyuran şart.” diyorum. Lakin bu parlak fikrimin ardında aldığım yanıta bakın, “Gözdağı karşıda değil burada!” diyorlar gülerek. Bunca yolda nevrim döndüyse kendimi Asya’da değil de hala Avrupa’da hissettiysem suç bende mi? Ben de elbet…
Gelelim falsoma… Atom karınca gibi hoplayan, sıçrayan atik Başkan’a ayak uydurma gayretiyle bir depar atıyorum ama tutunduğum tarihi taşlar yerinden oynuyor ve yerle yeksan. Tarihe hizmet edeceğime zarar vermenin utancı, yüzlerce yıllık taşları nasıl devirdiğimin muammasına karışıyor. Aynı zamanda arkeolog olan meclis üyesi Ebru Ateş hanımefendi taşı gediğine koyarak suç unsurunu ortadan kaldırıyor. Ama suç aleti olan ben ortalarda gezinmeyi sürdürüyorum nitekim.
Kaçak yerleşime aman yok!
Valla ne yalan söyleyeyim uzun yıllar önce geldiğim Sultanbeyli İlçesi ile şimdiki arasında oldukça büyük farklılıklar var. Bir gölün çevresinde, toprak araziye yapılan gecekondu evlerdi havsalamda kalan. Üstelik çoğu daha inşaat halinde... Oturan yok denecek kadar az. Beş katı diken ama sıva dahi çekmeyen, o nedenle görüntü kirliliği yapan halka Başkan, çevre düzeni demiş olmamış, güzel görünsün ilçemiz demiş yok, en sonunda yalıtım faturaları düşürür diyince herkes başlamış binalarını mantolamaya. Bize tasarruf de Başkan’ım, biz Yörük çadırlarından gelme bir milletiz, kafamızı sokacak bir evimiz olsun yeterli.
Sıva-boya bahane, kat çıkmak şahane.
Vaktiyle olan olmuş, orman arazisinin ortasında bina yığını haline gelen ilçe kaleden daha bir net seçiliyor. Aralarda birkaç ağaç bırakılsa, ormanla yerleşim arasında bu keskin geçiş olmasa ne güzel olurdu. Ama giden gitmiş, bundan sonra tek bir çivi çakılmasına dahi izin verilmiyor ilçede. Bizi bıraksan kalenin üzerine çatı yapar, orayı da mesken ediniriz. Bize denetim şart. Başkan oldukça hevesli, Muhsin Yazıcıoğlu Kültür Merkezi ve Nikâh Dairesi, 25 bin kitap kapasiteli içerisinde çalışma odaları, bilgisayar sınıfı da bulunan Aydos Kütüphanesi gibi icraatlarının yanı sıra alışveriş merkezi, rezidans gibi ufuktaki projelerinden de defaatle bahsediyor.
Züğürt tesellisi…
Dönüş yolunda önümden giden Şahin aracın içerisinde Müslüm dinleyen genç arka camına “Seni sensiz yaşamak ne güzel!” yazmış. Saçma. Büyük ihtimal kızlar kendisine pas vermeyince kendince böyle bir savunma mekanizması oluşturmuş. Kardeşe tavsiyem sat o Şahini, hiç olmadı bir Doğan SLX al. Müslüm’ü bırak, kulağına pamuk tıka gerekirse, Lorena Mc Kennit çal. Yoksa o lafları yemez kızlar. “Seni sensiz yaşamak ne güzel!” sözünü sadece 20 yıllık eşini yazın köye çay toplamaya gönderen koca evinin camına yazarsa anlarım.
(Devam edecek...)
Nuray Kahraman - Haber 7
nuraykahraman78@hotmail.com
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol