Arap Baharı'nın düşündürdükleri
- GİRİŞ20.08.2011 09:18
- GÜNCELLEME20.08.2011 09:18
Dünya siyasetindeki ağırlığını 300 sene önce Batıya kaptırmış, ismi, son yüz yılda, hep gözyaşı ve kanla anılmış Orta doğu halkları son 8 aydır kendilerini tekrar dünyanın ilgi odağı haline getiren sıra dışı bir süreç yaşamaktadır.
Yarım asırdır bölgeyi zaptı rap altında tutan milliyetçi Arap rejimleri halk ayaklanmaları karşısında tutunamayarak teker teker yıkılmaya başladılar. Baskıda Stalin dönemini aratmayan bu rejimlerin yerine, çok partili hayatı, özgür basın ve ifade özgürlüğü temel alan demokratik sistemler kurulmakta ya da bu yönde adımlar atılmaktadır.
Bir dönem hayal gibi görülen bu gelişmeler önemli bir kesim tarafından şüpheyle karşılanıyor. Söz konusu kesim, bir adım daha ileri giderek, bu sürecin, bölgeyi yabancı müdahaleler ile şiddetin hakim olacağı karanlık bir döneme sokacağını iddia ediyor.
Dış müdahalelerin damgasını vurduğu yakın tarih sendromunun dan kaynaklanan bu bakış acısı üç temel yanılgıdan kaynaklanmaktadır. Birinci yanılgı, tüm gelişmelerin arkasında yabancı bir güç olduğu görüşüdür. Bu bakış acısına göre bölgede gelişen tüm siyasi ve sosyal olaylar kendiliğinden ortaya çıkmayıp söz konusu yabancı güç odaklarının bölgeye yönelik tertiplerinin sonucudur. Bundan dolayı neden olduğu dip dalgalarla ülkeleri derinden sarsan Arap baharı tarzı siyasi ve sosyal hadiselere şüpheyle yaklaşmak gerekir.
İkinci yanılgı, başta ABD’deki Yahudi lobisi başta olmak üzere son iki yüzyıldır dünya siyasetinde determinant faktör olarak gördüğümüz tüm yabancı unsurların homojen yani bütüncül bir yapıya sahip olduğu algısıdır. Üçüncü temel yanılgı ise bu güç odaklarının plan ve projelerinin her koşul ve şartta bölge insanının çıkarlarına ters düştüğü yönündeki kesin kanaattir.
Bu üç temel yanılgıdan dolayı bölge insanı normal şartlarda hararetli bir şekilde destek vereceği olaylara temkinli hatta şüpheyle yaklaşmaktadır. Oysa biraz incelendiğinde üç temel bakış acısının ne kadar yanlış olduğu anlaşılacaktır. İlkinden başlayacak olursak, dış güçlerin son iki yüz yıldır bölgeye yön verdikleri saptaması yorum olmayıp bir olgudur. Bunun aksini iddia etmek her şeyden önce tarihi inkâr etmektir. Ama artık ne batı eski batı, nede bölge ülkeleri eskisi gibi çok zayıf ve alternatifsiz. Üstelik sosyal olaylar pandoranın kutusuna benzer bir defa açıldı mı tekrar kapatmak imkânsızdır. Arap baharını birçok ulusalcı yazarın iddia ettiği gibi batılı güçler başlatmış olabilir. En azından karşı çıkmayarak süreci tetiklemiş olabilirler. Ama öyle olsa bile, kendi paradigmalarını oluşturacak düzeyde devrimsel boyut kazanmış bu sosyal süreci kontrol altında tutmaları ya da istedikleri zaman buna son vermeleri imkânsızdır. Sürecin nerede duracağını bize ancak tarih gösterecek. Bu konudaki iddialar temenni ve yorumdan öteye geçemez.
İkinci bakış acısı da kendi içinde derin tutarsızlıklar barındırmaktadır. Avrupa ve ABD siyasetini yakından takip eden herkes bilir ki, bu ülkelerde tek bir güç odağından bahsetmek mümkün değildir. Birbirine zıt hatta düşman bakış acıları ve bunları destekleyen siyasi guruplar vardır. Kısacası bir değil birçok ABD var. Aynı şey o ülkenin içindeki etki gurupları içinde geçerlidir. Özele indirecek olursak, ABD siyasetini hegemonyası altına alan Yahudi lobisi, kendi içinde birbirine tamamen zıt farklı grupları barındırmaktadır. Lobinin bir kanadı Kudüs’ü İsrail’in bölünmez ve ayrılmaz bir parçası olarak kabul ederken diğer kanadı 67 sınırlarının temel alan bağımsız bir Filistin devletine sıcak bakmaktadır. Aynı ayrışmayı Arap baharına bakışta da görmek mümkündür. Lobinin Neokonları destekleyen kanadı, bölgedeki diktatörleri tek tek deviren devrim sürecinin İsrail’in güvenliği acısından tehlikeli olduğunu dolayısıyla bu surecin ne pahasına olursa olsun engellenmesini savunmaktadır. Bazı siyaset bilimcilerinin J Street olarak adlandırdıkları diğer kanat ise bunu demokrasinin bir zaferi olarak görmektedir. Buradan yola çıkan birisi Arap baharı hakkında lehte ve aleyhte görüş bildiren birini rahatlıkla Yahudi lobisiyle ilişkilendirebilir.
Üçüncü temel yanılgıya gelince, tarih ve özellikle son yüzyıldaki siyasi gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, dış güçlerin girişimlerinin her zaman bölge halkının çıkarlarına ters geldiği gerçeğinin önemli istisnalar barındırdığı bir olgudur. Mesela, Kurtuluş savaşı sırasında Bolşevikler emperyalizmle mücadelesinde Türkiye’ye destek vermişlerdir. Bunu ilkeleri ya da Türkiye’yi sevdikleri için değil çıkarları onu gerektirdiği için yapmışlardır. İkinci dünya savaşı sonlarına doğru ise durum tersine döner, bu seferde ABD Türkiye’yi Sovyet emperyalizmine karşı korur. Hakeza, ABD’nin Sovyet işgaline karşı Afganlı gruplara verdiği desteği de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Düşmanların bile bazen çıkarlarının örtüşebileceğini gösteren bu tarz örnekleri rahatlıkla çoğaltabiliriz. Buradan bir adım daha ileri gidip, karşıt hatta düşman olarak gördüğümüz grupların savunduğumuz davaya hizmet edebileceği fikrini bile çıkarabiliriz. Allah resulü, Allah dinine fasıkla bile yardım eder dememişiydi. Cahiliye döneminden itibaren, farklı dini guruplarla birlikte zulme karşı ortak tavır belirlememişiydi. O halde bize yakışan, siyasi hadiseler karşısında tavrımızı düşmanlarımızın duruşundan ziyade hadiselerin bizatihi kendisine göre belirlememizdir. Tabii ki 200 yıldır bölgede belirleyici güç olan dış güçlerin tavrını göz önünde bulundurmak gerekir. Ama bu hiç bir zaman tek belirleyici etken olmamalı. Hele ki Avrupa ve ABD’nin güç kaybetmeye başladığı bu yeni dönemde.
Arap baharına da bu üç temel yanlıştan soyutlanarak bakabilirsek her şeyden önce insanlık tarihinde nadir rastlanan bir kırılma noktası yani devrimle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Sarsılmaz denilen, yıkılmasını aklımızdan dahi geçiremediğimiz rejimler ve onlarla bütünleşmiş eli kanlı bekçileri tarih sahnesinden zelil bir şekilde çekilmek zorunda kaldılar. Arap baharı devrimden sonra korkulanın aksine hız kesmeyip, meydanlarda belirlenen hedefler doğrultusunda gelişimini sürdürmektedir. Mısır'ın modern firavunu Mübarek iktidardan düşmekle kalmayıp kendi yerine geçmesine kesin gözle bakılan oğullarıyla beraber hapsedildi. Mübarek’i kendi icadı olan demir kafes de yargılandığını gösteren o fotoğraf karesi tek başına yaşanılan sürecin sıra dışılığını göstermeye yeterlidir. Bu tarz görüntülerin yenilerini görmek artık hiç kimse için sürpriz olmayacaktır.
Tüm bunların ışığı altında şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, kendi içinde barındırdığı tüm risklere rağmen Arap baharı, Ortadoğu’da, demokrasi ve bölge halklarının kendi öz değerlerinin temel alınacağı yeni bir dünyanın kapısını aralamıştır. Tüm gelişmeler bu kapının tekrar kapanmasının ya da küçük değişikliklerle eski düzene dönülmesinin zor olduğunu hatta imkânsız olduğunu göstermektedir. Bir sene gibi kısa süre içinde, bölgedeki tüm baskıcı rejimlerin Tunus ve Mısırdakilerin akıbetine uğrayacağını söylemek abartılı olmasa gerek. Kesin olan bir şey varsa, o da, Ortadoğuda hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağıdır. Bölgenin yeni paradigmalar doğrultusunda dönüşüm ve gelişimi kaçınılmazdır.
Ömer Turan Civril - Haber 7
turanomer72@hotmail.com
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol